Şuanda 294 konuk çevrimiçi
BugünBugün3074
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10798
Bu ayBu ay10798
ToplamToplam10479222
yeni dönem ve rejimin sıkıntısı PDF Yazdır e-Posta


Türkiye’de siyasal sistem ile siyaset geleneğine hakim olan despotizmin özü, merkezi feodal Osmanlıya dayanıyor. 700 yıllık Osmanlı zihniyetinin, 81 küsur yıllık mirasçıları olmakla öğünen bugünkü ‘’Türk büyükleri’’nin reddiyeci,imha ve inkar edici anti-demokratik siyaset tarzları, son yıllarda  sözde sorgulanıyor(!)muş gibi propaganda edilmesine karşın özünde aynen devam etmektedir.

 Tıpkı coğrafi konumlanışında olduğu gibi, bir ayağı Asya’da diğeri Avrupa’da bulunan çarpık politik zihniyetin, ‘’ne yar’dan nede ser’den’’ geçmemesi misali , ne eski köhnemiş alışkanlıklarından kurtulmak istiyor, nede çağdaşlaşma edebiyatından vazgeçiyor.

 

Son günlerin Dersim polemikleri, Orta-Doğu ve kuzey Afrika’da meydana gelen iç karışıklıklara müdahale tarzı bunun en açık göstergesidir.

 

1980 öncesi dönemde, hemen herkes tarafından kabul gören,’’sistemin tepeden tırnağa kriz içerisinde ‘’olduğu gerçeğini, 12 eylül   rejiminin manipülasyon politikalarıyla bertaraf ettiklerini düşünen siyasal sistem savunucuları, Bugün, özü itibarıyla ve  bir kez daha,  üstelikte, çok daha karmaşık bir biçimde aynı krizi yaşıyorlar.

 

Tarih, traji komik olsa da tekerrür etmeye devam ediyor.

 

Bir çoğumuz hatırlayacaktır.. Bundan tam11 yıl önce.’’Türkiye odalar ve borsalar birliği’’(TOBB)nin Adapazarı toplantısında, ‘’ rejimin iflas ettiği’’ne ilişkin açıklamalar yapılmakta, iflas eden rejimin kurtarılması için , AB’ne girmemizin şart olduğu söylenmekteydi. Bir tarafta AB’ne tam üyelik için zorunlu olan ‘’uyum’ yasalarının zaman geçirilmeksizin çıkartılması yönünde dönemin hükümetine baskı yaparken, öte taraftan da, Avrupa’ya seferler düzenleme ve lobi faaliyetlerine başlama kararı almışlardı.

 

Siyasal iktidar’ın bu çıkışa verdiği cevap, ekonomiyi , dünya bankasından transfer edilen Kemal Derviş’e, güvenlik ve ‘’istikrar’’ı da  derin devletin çetelerine teslim etmek olmuştur.

 

İstikrarsızlığın sebebi olarak gösterilen Kürt muhalefeti, tam da bu dönemde  ‘’ya sev, ya terk et’’ sloganları adı altında,milliyetçi-şoven bir  siyasal strateji  ile topyekün yok edilmek istenmiştir.

 

50 bin’den fazla insan öldürüldü. Bunların binlercesi, faili belli yargısız infazlarda, derin devletin resmi çeteleri tarafından evlerinden arabalarından alınarak kurşunlandı.  Yüzlerce köy , binlerce hektar orman yakıldı:. On binlerce insan yerlerinden yurtlarından sürgün edilerek metropollerde ucuz iş gücü olarak kullanıldı.. Kürt illerinde uygulanan ‘’Olağanüstü hal’’in, olağan üstü yetkilerle donattııı,  JİTEM ve Özel harp dairesinin profesyonel katilleri tarafından yapılan provokasyonlarla , zaten son derece kısıtlı olan  en temel insan hakları ve özgürlükler de yok edilerek, ülkeyi adeta bir ‘’halklar hapishanesi’’ne çevirdiler.

 

Bu günlerde, yargılıyoruz(!) hesap soruyoruz(!) denilerek medyatik şov’larla yapılan gözaltı  ve operasyonların  bir tek amacı vardır. Asıl amaç; Son on yılın devlet terörünü bir kaç tane tetikçinin ‘’kanun dışı’’eylemleri olarak gösterip devleti temize çıkartmaktır.

Adı geçen dönemin kan ve gözyaşları üzerinde nemalanan, dolgun maaşlı  strateji uzmanları, yüksek trajlı sicili bozuk basın-yayın organları, kışkırtıcı politik kadroları, CİA ve MOSSAD’a kadar uzanan gizli servisleri ve öldürmekle görevli  ve hiç bir zaman ulaşılamayacak olan katilleri, dün olduğu gibi bugünde,’’ Devlet güvencesi’’ altında  görevlerini yapmaya devam ediyor, insan halkları ve özgürlükler uğruna verilmekte olan mücadeleye köstek olmakta geri durmuyorlar..

 

Devlet; Kurulu düzenin militarist gücü.  Statükonun korunması ve  devamlılığı adına kurumlar arasındaki uyumun aracı. Ekonomik yada siyasal kriz dönemlerinde ‘’demoklesin kılıcı’’. Uluslararası barışın ve huzurun güvencesi olduğu iddialarına karşın, huzur ve barışın tehdit aracı olarak, iç’te ve dışta, kendi halkına ve komşu halklara karşı ulusal ve uluslararası suç işlemeye devam ediyor.

 

Biliniyor. Bugün, devlet adına yürütme erk’ini bir kez daha ele geçiren AKP iktidarı, bundan kısa bir süre  önce yapılan  genel seçim stratejisini esas olarak üç tema üzerine kurmuştu..

 

Birincisi;  Özgürlük ve demokrasinin sınırlarını genişleterek, insan hakları ihlallerine son vermek.  30 yıldır sürmekte olan kirli savaşın nedenlerini ortadan kaldırmak için Anayasayı değiştirerek ‘’ileri demokrasi’’nin koşullarını yaratmaktı.

 

İkincisi; Darbeler döneminin kapandığını, geçmişte yapılan darbelerin, özellikle de 12 eylül darbecilerinin yargı önüne çıkartılarak hesap sorulacağı ve halka karşı suç işleyenlerin yaptıklarının yanlarına kalmayacağını göstermek...

 

Üçüncüsü ise;  Komşularımızla olan itilafları, başta Kıbrıs sorunu olmak üzere  görüşmeler yoluyla çözmek ve bölge barışına katkı sunacak açılımlara öncelik verme olarak  ifade edilen vaadler, seçimlerden hemen sonra unutularak tamamen tersi bir politika uygulanmaya başlandı.

 

Önce yargıyı ele geçirerek militan ve yandaş bir yargı sistemi kurdular.

 

Daha fazla demokrasi(!), daha fazla özgürlük(!)sloganları ile gelerek, Kürt sorunu’nun çözüm adresi olduğunu söyleyenler, henüz işe başlar başlamaz,’’ Kürt sorunu bitmiştir, terör sorunu vardır’’  demeye başladılar. Ilımlı Kürt’lerle dirsek temasına geçerek, sorunun muhatabı olması gereken asıl Kürt gücünü yok etmek istediler.

 

Kemal Burkay ve Şiwan isimlerini kullanarak PKK’nın tasfiye edilebileceğini sandılar. Hala’da bu niyetlerinden vazgeçmedikleri anlaşılıyor.

 

KCK operasyonları, Kürt halkına gözdağı vermek ve Kürt’ü hizaya getirmek için genişletilerek devam ettiriliyor.

 

Komşu ülkeler ve uluslararası ilişkilerdeki yumuşama ve sorunların barışçıl(!) çözüm vaadlerinin altında yatan gerçek ise bugün tüm çıplaklığı ile gözler önündedir.

 

Orta-Doğu ve Kuzey Afrika ‘da başlayan iç karışıklıkların doğrudan tarafı olarak, ABD ve Avrupa’nın bu ülkelerdeki ‘’truva atı’’ rolüne soyunuluyor.

 

AB ye tam üyelik  için yıllardır kapı önünde bekleyen  Türkiye’ye verilmek istenen statükoyu Alman ve Fransız devlet ve hükümet başkanları daha önce açıklamışlardı. Merkel ve Sarkozy tarafından  defalarca dile getirilen, ‘’ Türkiye, AB ye tam üye olmasın ama AB içerisinde özel bir yeri olsun’’ önerisi, öyle anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan tarafından da kabul görmüş ve uygulamaya konulmuş bile.

 

Türkiye’nin,  son günlerde ‘’arap birliği’’ toplantılarında boy göstermesi, bu ülkelerde, AB ve ABD adına öneriler ve tavsiyelerde bulunması, AB ülkelerinin kendi iç sorunlarını ilgilendiren siyasi karar  toplantılarına davet edilmezken,  bugün toplanması beklenen AB ülkeleri dış işleri bakanlarının Suriye gündemli toplantısına Fransız dış işleri bakanı Alain Juppe tarafından davet edilmesi. ( Yunanistan ve Kıbrıs’ın karşı çıkmaları nedeniyle gerçekleşmemiş de olsa) ‘’özel üye’’ Türkiye’nin, uluslararası  rolünü açığa vuruyor.

 

Komşu ülke ve halklarıyla ‘’sıfır sorun’’ diyenlerin, bu söylemlerinin senesi bile dolmadan, bin bir türlü sorunun muhatabı olarak ülke topraklarını nükleer silahların hedefi durumuna getirdikleri de işin bir başka yanı..

 

Büyük Orta-Dogu projesinin eş başkanı Tayyip Erdoğan iktidarının, Bir yandan sınır- ötesi operasyonlara girişirken, diğer yandan da ,özellikle KCK operasyonlarına hız vermesi, yeni Anayasa’nın hazırlık sürecinde muhalefet karşısında elinin güçlendirilmesi için ciddi bir fırsat yaratmaktadır.

 

Uluslararası sermayenin siyasal sözcülerinin de, Erdoğan iktidarına, Orta- Doğu’da oynayacağı rol’ün karşılığı olarak  bu fırsatı sonuna kadar kullanabilme imkanı  tanıdıkları anlaşılıyor.

 

Hal böyle olunca, iç politikada baskı ve şiddet, dış politikada ise, tehdit ve şantaj aracı olmaya   devam edileceği görülüyor..

 

Bölge halkları üzerinde  alt emperyalist bir politika izleyebilmenin olmazsa olmaz koşulu, mümkün olan en kısa sürede, içerdeki  muhalefetin kontrol altına alınmasıdır.

 

Kontrol altına alınabilinir mi? Bekleyip göreceğiz...