Şuanda 248 konuk çevrimiçi
BugünBugün3046
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10770
Bu ayBu ay10770
ToplamToplam10479194
endişe - 9 PDF Yazdır e-Posta


 “Umudun tükenmeye başladığı yer, insanın da tükenmeye yüz tuttuğu yer midir be usta… Ben bir şeyleri korumaya çalıştıkça, görünmez bir el gırtlağımı sıkıyor sanki, boğuyor beni, gaipten bir ses ne ahmaklığımı koyuyor, ne salaklığımı bırakıyor. Kim bunlar be usta… Oysa bu simalar öylesine tanıdık, öylesine kendim bildiğim simalar ki… Ben alkımı mı kaçırıyorum, halüsinasyonlar mı görüyorum. Ben bu insanları seviyorum üstelik”

“Gördüğüm, bildiğim, duyduğum her şey benim bu psikolojimi tetikliyor, dünya ile bağlarımı koparıyor. Öyle ki, kendi içime kapanıp ufacık bir köşe yaratıyorum, bütün düşlerimi, hayallerim onun içine hapsediyorum. Hani derdin ya biz dış dünyamızı haftada üç gün, gün de kırk beş dakika, ayni topu topu yüz otuz beş dakika o da hücreden havalandırmaya çıktığımızda yaşıyoruz diye, olan bitenlere baktığım da ne hücreden çıkmak istiyorum, ne de dış dünyaya adım atmak gelmiyor içimden”… Üstelik hücrelerimizden havalandırma adı altında cezaevi avlusuna çıkarıldığımızda kimimizin dişini kırarlar, kimimiz hücreye sürüklenerek getirilirdik ya… Şimdi beynime inen darbelerin yanında o saldırıların bedensel bütünlüğümüze verdiği zarar hiç kalıyor.”

“Konuş be usta” diyor, “ öyle beni dinler gibi yapıp aslında dinlemediğini, kafanın içinde kırk tilki dolaştırdığını biliyorum, tanıyorum seni, farkındayım, ama ne olur konuş benimle, bu olup bitenler neyin nesi”.

“Bak diyorum” neye şaştığına şaşıyorum ben de… Sınıf mücadelesinin aşamalarında…

Sözümü kesiyor… Dur diyor arkasını ben getireyim. “Bunlar gayet olağan şeylerdir” diyeceksin… “Lütfen başka bir şey söyle… Bana olan bitenlerin mantığını anlat, güzel şeyler anlat. İçimi bir de sen karartma”…

“Evet diyorum” “ Sınıf mücadelesinin aşamalarında, mücadelenin inişe geçtiği dönemlerde göremediğimiz, farkına varamadığımız birçok şeyi yaşayarak görürüz. Özellikle yenilgi sonrasının havasıdır bu hava. Pis, kirli, yılışık, yapışkan, yavşak… Ve şaşarız. Biz berrak, aydınlık, pırıl pırıl bir dünya için savaştık. Tamam, yenildik ama bu arkadaşlarla o dönem omuz omuzaydık … Sence de öyle değil mi?

“Evet”, diyor, “elbette”.

“Senin kuşkun mu var da bana böyle bir soru soruyorsun?.”

Evet diyorum, benim kuşkum var öyle olduğuna. Rehavet duygusuyla, olması gerekeni değil olanı, nesnel gerçekliği değil sübjektif yargıları yerleştirdik hareket noktalarımıza, duygularımıza. Gören bir gözün olduğunun farkında değilsen, duyan bir kulağın olduğunun farkında değilsen, düşünmeye yarayan bir beynin olduğunun farkında değilsen… Yani görmüyorsan, duymuyorsan, düşünmüyorsan o göz, o kulak, o beyin sana ait değildir. Oysa bizim bunlara sahip olmaya o kadar ihtiyacımız var ki. Görmeye, duymaya, düşünmeye… Olan neydi?. İstersen bu kesimin tümünü aynı kaba koyup haksızlık etmek yerine hareket tarzlarına göre ayrıştıralım. Birinci kesim mesela… Onlar, o günün koşulları içinde kendilerini gizleme, olduklarından farklı algılanmanın kurnazlığını yaratıp, bundan yararlanmanın adeta mükemmel becerisiyle (!) bugüne kadar geldiler. Bizim adımıza konuştular, bizim adımıza nutuk çektiler… İnanmaya ihtiyacımız vardı, inandık. Ya da bizim yarı köylü hantallığımız diğer bütün meselelerde olduğu gibi bunları tanımada da bize bilgi ve beceri katmadı. Onlar bundan memnundu, riyakârlıklarını örten daha iyi bir örtü bulamazlardı. Biz de memnunduk işin garibi… Bir avuç yeşilin peşinden uçuruma ilerleyen deve umursamazlığımızdan şikâyetçi olmak, sorup soruşturmak aklımızın ucundan bile geçmedi. Alan memnundu veren memnun. Şimdi gerçek kişilikleriyle ortaya çıktıklarında neden yakınıyoruz. Ben bundan şunu çıkarıyorum: Demek ki biz bunlardan hala bir şeyler bekliyoruz, hala bunların devrimci harekette bir damar olduğunu düşünüyoruz. Biz böyle düşünmeye çalıştıkça da adamlar miras yedi marifetiyle devrimci hareketin mirasını çöl çekirgeleri gibi talan etmekte bir engelle karşılaşmıyorlar, yani hamam güzel, tellak aptal. Alınma demeyeceğim, istersen alın ama sen ve senin gibi birçok arkadaşımız hala aptal uşağı oynuyorsunuz. Üzerinizden yemlenmelerine davetiye çıkarıyorsunuz, onlar da bunu kullanıyor. Yirmi dört ayar saf salaklığınızla da bunlarda ar-haya, utanma sıkılma arıyorsunuz… İyi de sonucundan niye yakınıyorsunuz. Bu adamların gerçek kişilikleri dün de böyleydi. Tek fark, artık kendilerini gizlemeye gerek duymuyorlar. Artıklarından nemalanacakları yeni sofraların müdavimleri oldular.  Emperyalizmin kotardığı bir iktidarın gönüllü payandaları olmaları yeteri kadar açık ve anlaşılır değilse ve biz hala anlamamakta ısrar ediyorsak söylenecek her söz anlamsızdır, fazlalıktır. Yani sınıf mücadelesi eliyor, kalburdan gözerden geçiriyor, bunların artık saklayamayacak kadar ayan olmuş, ya da artık saklamaya bile gerek görmedikleri yüzlerini biz açığa çıkaramadık ama… Eee, bizim bağışladıklarımızı tarih bağışlamıyor, bizim göz yumduklarımıza hayat göz yummuyor. Bence bu bir saflaşmadır, ayrık otlarının temizlenmesidir. Nitelik sayısal orana tercih edilmedikçe anlaşılan daha çoookk dönüp dolaşıp aynı noktaya geleceğiz demektir. Hani banka reklâmlarındaki gibi: “Hizmette kusur yoktur”… Böylesi düşünce ve davranışlar bu riyakârları hala omuzda taşınması ve onlara hizmete devam etmek demektir. İsteyen buyursun… Ancak sınıf mücadelesinin kendisi bu safraları daha fazla taşımayacaktır, bunları saflarından temizlemek ve bunlardan kurtulmak zorundadır.

İkinci gruba gelince… Hani bilirsin Marks-Engels burjuva filozoflarla kendi aralarındaki farkı tanımlarken “onlar hala dünyayı yorumluyorlar, aslolan dünyanın değiştirilmesidir” diyorlar ya… Yılgın demokratlar mı desem, yorgun demokratlar mı desem… Her insanın insan olarak gücü, yeteneğe, enerjisi sınırlıdır ve sonsuz değildir. Günlük yaşamımızda bile bunu biliriz ve bu gücü, enerjiyi en gerekli, en elzem sorunların çözümüne öncelik vererek kullanırız. Devrimciler için de sorun budur. Siz hala kendinizi devrimci olarak tarif edip tanımlıyorsanız, sınıf mücadelesinin “olmazsa olmaz”ını bunca deney ve yaşanandan sonra size kimsenin öğretecek zamanı da yak, hali de yok. Acil ve yakıcı sorunun ne olduğunu bilmenize karşın zamanınızı, emeğinizi, çabanızı hala bu “olmazsa olmaz”ın uzağına düşen işlerle işe yaramaz hale getiriyorsanız… bir diyecek yok. Ya da söylenecek çok şey olmalı. Ki ben de bu arkadaşları söylenecek çok şey olanlardan görüyorum. Sınıf mücadelesinin basit ve yalın sorunu burjuva beslemelerce öylesine karmaşık, içinden çıkılamaz gösteriliyor ki, adamların kasaba kurnazlığındaki maharetine şapka çıkarasınız geliyor. Hani biz devrimci teorinin uyanıklığına sahiptik, hani bu ip cambazlarına bizim meydanımızda yer olamazdı… Düşüncemi açıkça söyleyeyim mi?... Bu arkadaşlar bu ip cambazlarının haritasında define arayan onmazlara benziyorlar. Geçenlerde 12 Faşist dönemine ilişkin o dönemin cunta, hükümet, iş adamları, işkenceci polisleri, itirafçıları yayınlandı. Yayınlandı demek biraz da abartı. Yayınlamaktan günlük hayatta sıradan bir kişinin anladığı “ bilinmeyen bir şeyin” açığa çıkarılmasıdır. 12 Eylül faşist cuntasının omurgası bilinmeyen bir şey değil ki… Yo, yoo bunu küçümsemiyorum ama arkasından sorular zorunlu olarak kendini dayatıyor. İtirafçılar meselesini ele alalım: Bunların bir kısmı darbe öncesi polisle zaten işbirliği içinde olan hainlerdi. Bir kısmı sorgu aşamasında işbirlikçi oldular. Bunların –liste eksik de olsa deşifre edilmesi gerekiyordu ve bu çabalarını ben de kutluyorum- ancak, amaç bu aşağılık unsurların deşifre edilmesi mi yoksa varılması gereken ve ucu bizi de acıtacak bazı sorular da olmalı mıdır.?  Hangi devrimci siyasi oluşuma mensup olursa olsun, bunlar bu oluşuma mensup olurken bu oluşumların kapısını kırarak, zorla mı kendilerini devrimci örgütlenmelerin içinde buldular. Her bir örgütlenmenin Türkiye devrimci hareketini alıp götürme iddiası olan kadroları vardı, sorumluları vardı. Bu arkadaşlar bu kişileri hangi yetenekleriyle “içeri buyur” ettiler, kişilikleri, karakterleri, deneyimleri, tecrübeleri dikkate alınarak mı, ya da bunlar gözlemlenerek, izlenerek yetenek alanları belirlenerek, geliştirilip eğitilerek mi “kabul” gördüler. Tabi ki öyle değildi, mesele bizim adamımız olsundu ve nitelik önemli de değildi. Sonra karşı devrim borazanını öttürdüğünde bunların dayanıksızlığını, deney ve tecrübeden yoksunluğunu bir silah olarak devrimcilere karşı kullanmayacak mıydı?. Zindanları yaratan, işkencenin ala-valasını icat eden kapitalizm değil miydi yoksa?. Ya da sistemin korunması için bütün bilimsel teknolojik imkanları seferber ederek eğittiği sorgucularının işi neydi?. Panama işkence okulunun, Pentagon’un, Nato’nun bütün ıvır-zıvır karşı devrimci profesyonelleri bizim sorgucuları eğitmediler mi yoksa.?   Bu örgütlerin sorumluluk kademesinde yer alan arkadaşlar bu basit gerçeği bilmiyorlar mıydı?. Tarihin kaydettiği hiçbir savaş sınıf mücadeleleri kadar kanlı, acımasız olmamıştır.  Bilmiyorsak, tarihin böylesine acımasız, affı olmayan bir mücadelesini omuzlama iddiamız nereden geliyor, biliyorsak bu durumu açıklamak öncelikle bu sorumluluğu üstlenen kişilerin omuzlarındadır ve varılacak en basit ve doğrudan sonuç şudur: Sınıf partisi yaratılmadan ve sınıf mücadelesi adına yapılanlar partinin eylem bütünlü içinde ve parti şemsiyesi altında yapılmıyorsa… Gelinecek noktanın şaşılacak bir sonucu yoktur. İtirafçıların deşifre edilmesi değer bir çaba, ama bunun nedenlerinin açık yüreklilikle sorgulanmaması ve sorgulamanın sonuçlarının ortaya çıkardığı amaca uygun çaba gösterilmemesi aymazlığımızın bir başka ve acınası yanıdır. Ben kendi adıma itirafçıların listesini gördüğümde sevinemedim, yalnızca içim acıdı. Yol çatallaştı, ya nesnel gerçekliği görüp gereği için uğraşmak ve çaba sarfetmek, ya da olanla yetinmek. Seçim senin.