Şuanda 102 konuk çevrimiçi
BugünBugün2297
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10021
Bu ayBu ay10021
ToplamToplam10478445
yeni sömürgeciliğin değişkenleri / 5 PDF Yazdır e-Posta


Bu başlık altındaki yazımızın dördüncü bölümünde, Serbest rekabetçi kapitalizmin Emperyalist kapitalizme evirilmesiyle birlikte Emperyalist/Kapitalizmin sömürgecilik ilişkilerinin tek tek kapitalistlerin parlak fikirleri, öznel niyetleri olmayıp, sermayenin yoğunlaşmasının ve yoğunlaşan sermayenin kendisine yeni mecralar aramasının bir sonucu olduğu üzerinde durulmuştu. Kapitalizmin İşleyişin özelliklerine yakından bakıldığında bu döneme ilişkin sömürgecilik ilişkilerinin feodal dönemin açık fetih ilişkilerinden farklı şeyler olduğu sonucu hemen ortaya çıkmaktadır. Bu farklılığın ilk elde göze çarpan yanı sömürünün sürdürülüş biçimindeki değişikliktir. Sömürge ülkeler emperyalistler arasında yeni pazarlar elde etme ve mevcudu koruma açısından kıyasıya bir rekabet unsurudur ve her emperyalist ülke kendi askeri gücüyle egemenliği altındaki sömürge ülkelerde sömürüyü disipline etmektedir. Oysa gelinen aşamada yeryüzünde pazarlar paylaşılmıştır ve neredeyse keşfedilecek yeni Pazar alanları yoktur. Ekonomik ve askeri alanda güçlenen kapitalist ülkenin/ülkelerin önceki Pazar paylaşımına itirazları ve yeniden paylaşımla pazarlarını genişletme istekleri emperyalistler arası paylaşım savaşlarının da gerekçesini oluşturacaktır. Her iki paylaşım savaşı da tek tek emperyalistler açısından değil ama bütün emperyalist sistem açısından bir yıkım olacaktır. Birinci ve ikinci paylaşım savaşları yerküre ölçeğinde emperyalistlere yeni pazarlar kazandırmak şöyle dursun, mevcut pazarlarının üçte birini kaybetmelerine neden olmuştur. Bu sonuç merkez kapitalist ülkelerin emperyalistler arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesini de zorunlu kılmıştır. Merkez kapitalist ülkeler, paylaşım savaşlarının çatlaklarından ortaya çıkan ve yerküre ölçeğinde kapitalizme karşı somut bir alternatif oluşturan sosyalist ülkelere karşı bir “ blok örgütlenme” ile kendi aralarındaki rekabetin yanı sıra sosyalist bloğa karşı sıra sistem olarak birlikte hareket etmenin de ilk ipucudur. Nato, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalistler arasındaki oluşumlar bu dönemin ürünüdür. Hemen Birinci paylaşım savaşının sonucunda başlayan ve ikinci paylaşım savaşıyla birlikte doruğa çıkan Sosyalist sistem ve Ulusal Kurtuluş Savaşları işbirliği Emperyalizmi köşeye sıkıştırmıştır. Merkez kapitalist ülkelerin dışında cereyan eden antiemperyalist hareketler merkez kapitalist ülke işçi sınıflarının da sosyalist iktidar mücadelelerinin yoğunlaştırılması sonucunu doğurmuştur.

Bu iki olgu ilki, yani mevcut pazarların arka arkaya kaybedilmesi olgusu, yoğunlaşan sermayenin hareket alanlarının daralması ve bunalımların periyodik aralıklarının kısalması, bir sonraki krizin sonucunun bir öncekilerden daha ağır tezahür etmesi yine tek tek kapitalist ülkeleri değil bir bütün olarak emperyalist sistemi açmaza sokmuştur. Sistemin işleyişindeki değişikliğin asıl nedeni budur ancak ikinci olgu olarak saptadığımız Merkez kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin boyutu, kat ettiği mesafenin sonucu emperyalistler arasında ve emperyalist sistemde en az birinci olgu kadar endişe vericidir. Tehdit şu veya bu ülke kapitalizmine karşı değil emperyalist/kapitalizmin sistem olarak kendisine karşıdır ve her iki olgu karşısında sıkışan emperyalizm sorunun çözümünde de ortak hareket etmek zorunda kalmıştır.

Kapitalizm açısından tartışmasız bütün sorun Pazar sorunudur ki zaten açmazı da burada başlamaktadır. Bütün çelişki ve çatışmanın odak noktası da budur. Sermayenin efendisi yoktur, tersine sermaye kendisine sahip olduğunu düşünen burjuvazinin efendisidir ve var olma kabiliyetini, hareket alanlarını kendisi belirler. Burjuvazi bu hareket alanlarının belirlenmesinde, sermayenin yayılmasında sadece bir araçtır. Sermaye/Kapitalizm ister burjuvazi yapar. Burjuvazi sermayenin/kapitalizmin emir kuludur, kölesidir. Sömürü sermayeyi yoğunlaştırır, yoğunlaşan sermaye yoğunluk oranında yayılacağı pazara gereksinim duyar. Sermayenin yoğunlaşmasının sınırı yoktur. Bunun anlamı sömürünün yumuşatılması, daha azına rıza göstermesi gibi bir yaklaşım kapitalizmin ruhuna aykırıdır, kendisini inkar etmesidir. Sermayenin “daha çok” unun sınırı yoktur ama sömürünün, pazarın sınırı vardır. Kapitalizm sömürü alanlarından kovulduğu gün, yaşam alanları da bitecektir ve bu onun ölümüdür.  Sermayenin daha çok yoğunlaşması daha geniş Pazar ihtiyacını zorunlu kılar. Yoğunlaşma kendi oranında pazar bulamadığında iste etkisi bütün toplumu alt üst edecek derecede infilak eder, patlar. Kıtasal ve bölgesel savaşlar sermayenin bu karakterinin, yayılma ve daha çok sömürüsünün ürünüdür. Savaşların yıkımların nedeni budur. Faşizmin dayanağı budur, Diktatörlüklerin arkasındaki dayanak budur. Açlık, yoksulluk nedeni budur.  Bu nedenle kavramlar düşünülürken tartışılırken sosyalistler bu gerçeği gözden kaçırmaz. Kapitalizm var oldukça bu melanetlerin hiç birisi insanın ve toplumun peşini bırakmayacaktır. Kapitalizmi karşısına almayan hiçbir kavramın, söylemin ilericilikle, demokratlıkla, insan haklarıyla ilgisi yoktur. Kapitalizm kutsanarak demokrat olunamaz, kapitalizme dokunmadan ilerici olmak, hümanist olmak açıkça hem kendisine yalan söylemektir, hem de başkalarını aldatmaktır. Önceki yazılarımızda ısrarla vurguladığımız bir noktanın yeniden altı çizilmelidir: Nasıl ki liberalizm burjuvazinin serbest rekabetçi dönemine tekabül eden siyasal ve politik işlevi ve rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme/emperyalizme dönüşmesi ile liberalizmin toplumsal maddi temeli ortadan kalkmış ise, yine bu döneme tekabül eden ve siyasal/politik ifadesi liberalizm olarak adlandırılan demokrasi, insan hakları da emperyalizm dönemiyle birlikte bu kavramların toplumsal yaşamda yer almasını sağlayan burjuvazi tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu nedenle bugün kendilerini demokrasi, demokratik haklar, insan hakları açısından ve bu hakların savunulmasının tarafı olarak kendilerini liberal olarak ve liberalizmin bu hakların savunucusu olarak ileri sürenler ya aymazlık içindedirler, ya da açıkça yalan söylemektedirler. Zaten bu gün liberalizm adına kalem oynatanların emperyalizmle/kapitalizmle bir dertlerinin olmadığı gibi, tersine küresel kapitalizmin merkezlerini bu hakların savunucuları olarak lanse etmeleri bu görevi emperyalist kapitalizm adına üstlendiklerinin de artık anlaşılması gerekmektedir. Çalışanların sendikal ve çalışma hakları birer birer ortadan kaldırılacak, buna ses çıkarmayacaksın ama insan haklarından söz edeceksin. Geri bıraktırılmış ülkeler emperyalizmin yeni düzenlemesine uygun hale getirilmek için ülkeler, bölgeler savaş alanı haleni getirilecek, buna bayramlık çocuklar gibi el çırpacaksın, merkez kapitalist ülkelerde bile çalışan kesimin ve toplumun küçük burjuva kesimlerinin birçok hakları alenen gasp edilecek, buna ses çıkarmayacaksın. Peki, ama toplumdan bu kesimleri çıkarınca geriye zaten “insan” kalmıyor ki, sen hangi insan haklarından bahsediyorsun, hangi demokrasi, hangi özgürlük… Görünen odur ki küresel burjuvazi ilerici değerleri kendi sömürüsünün parçası olarak dünya pazarlarına sunmuştur ve bu kesimler bu kavramlarla emperyalizmin pazar tellallığını yapmaktadır. Yine aynı şekilde bugün temel, esas çelişkinin emek-Sermaye çelişkisi olduğunu göremeyenler, görmek istemeyenler, kapitalizm öncesi kalıntıları toplumsal mücadelenin ilk unsuru olarak ortaya çıkanlar niyetleri ne olursa olsun emperyalizmin kucağına oturmaya mahkumdurlar. Geri bıraktırılmış ülkeler kapitalizmin normal seyrinde geliştiği ülkeler değildir, kapitalizm bu ülkelerde bu ülkelerde sömürünün içselleştirilmesi amacıyla, plansız programsız ve çarpık biçimde geliştirilmiştir. Bu nedenle kapitalizm öncesi ilişkilerin varlığı elbette bir gerçektir. Ancak bugüne değin tarihin hiçbir döneminde böylesine uzlaşmaz karakter taşımayan emek sermaye çelişkisinin ötelenerek yerine farazi çelişkiler ikame etmek sınıf mücadelesinin de ötelenmesi ve bu çelişkiden küresel kapitalizmin yararlanması için ona fırsat verilmesi anlamını taşıyacaktır. Sınıfsal güçlerin ve doğal müttefiklerinin tepkilerini ve enerjilerini tali sorunlara kaydıracaktır. Bir başka noktaya da tekrar vurgu yapılmalıdır. Güncel olaylar olarak görünen burjuvazinin kıvrak manevrası “sol”dan birçok insanın pusulasını şaşırtmıştır ve sistemin işleyişindeki değişikliği, sistemin manevralarını kavrama yeteneğini kaybedenler “ulusçuluk” a sarılmışlardır. AKP iktidarının orduyla hesaplaşmasına ya taraf olunmuştur ya da ağıtlar yakılmıştır. “Ulusçuluk elden gidiyor”. Peki ama ulusçuluğun- bu kesimlerin serzenişlerine göre- elden gitmediği dönemlerin portresi neydi?. Tarihin belli dönemlerini, sadece 12 Martları, 12 Eylülleri söz konusu etmiyoruz. Elli-altmış yıllık bir dönemden söz ediyoruz. Bu dönemin temel karakteristiği iktidar odaklarının emperyalizmin rafine işbirlikçileri olduğu mu yadsınacak, işçi hareketlerinin kanla bastırıldığı mı yadsınacak, devrimcilerin, ilericilerin sürek avı gibi avlandıkları mı tartışılacak?. Bu dönemlerde ulusçuluk sözüm ona “ dimdik” ayakta idi. Bu dönem iktidar sahipleri arkasındaki emperyalizmin desteği ile iktidar olduklarını ne çabuk unuttular da şimdi ulusçulukları akıllarına geldi acaba. Hayat tarihin gerçek tanığıdır. Gerek AKP iktidarının gerekse AKP öncesi iktidarların hamisi emperyalist/Kapitalizmdir. Emperyalizmin seçerek iktidar yaptığı iktidarların birinin öbüründen daha iyi mi daha kötü mü olduğu abuklukları hedef şaşırtmaya yöneliktir. Kavramlar elbette önemlidir, ancak Emperyalist/Kapitalizmi hedeflemeyen hiçbir siyasal hareketin ilericilik vasfı yoktur. Emek sermaye çelişkisini, bu çelişkinin esas temel gücü işçi sınıfının sosyalizm hedefini saptıran hiçbir kişinin de yakınmaya hakkı yoktur. Antiemperyalist olmak elbette çok önemlidir ancak bu gün yeterli olma özelliğini yitirmiştir. Antiemperyalizm anti Kapitalizmle bütünleştirilmediği sürece boş kalıplarla zaman öldürülecektir ve işçi sınıfının tarihi misyonunun geciktirilmesinin vebalinin altına girilecektir.

İşleyişin toplumsal sonuçlarına, toplumlar ve insan üzerindeki etkilerine ileride değineceğiz. Ancak öncelikle işleyişin değişimindeki ekonomik ve politik sonuçları ortaya konulmalıdır.

Emperyalistlerin aralarındaki rekabeti ikinci planda bırakıp bütünleşmeye yönelmelerinin nedeni de burjuvazinin öznel niyeti olmayıp sermayenin yoğunlaşmasının, bu yoğunlaşmaya uygun pazarlar aranmasının bir sonucudur. 20. Yüzyılın ortalarında gelişen rekabet bütünleşme ikileminin pratikteki görünümü Merkez kapitalist ülkelerde iç pazarın canlandırılması, çalışma koşullarında göreceli iyileştirme, ücretlerde nispi artışlar şeklinde gözlemlenirken, geri bıraktırılmış ülkelerde sömürünün daha da ağırlaştırılması, işsizliğin ve yoksulluğun artması şeklinde tezahür etmektedir. Geri bıraktırılmış ülkelerin bu dönemde,  aşağı yukarı siyasal bağımsızlıklarını ilan etmeleri gerçekte pratikte hiçbir anlam ifade etmemiş, emperyalizm görünürdeki “siyasal bağımsızlığı” sömürünün yeni yöntemlerle ve daha da ağırlaştırılmış olarak sürdürülmesinde bir araç olarak kullanmışlardır. Ülkede açıkça işgalci güçlerin gözle görünür “zor güçleri” yoktur, kitlelerin ülkedeki yabancı güçlere karşı tepkileri pasifize edilmiştir, ancak yabancı zor güçlerin yerini yerli, işbirlikçi siyasal iktidarların zor güçleri almıştır. Her işbirlikçi siyasal iktidar kendi ülkesinde sömürü ve yağmayı emperyalizm adına idame ettiren birer şubedir, siyasal iktidarlar da bağımsız bir ülkenin siyasal iktidarları olmayıp emperyalizmin eyalet valileri görevini üstlenmiştir, daha doğrusu bu koşullarda bu görevi yerine getirmek için iktidar yapılmışlardır. Bu ülkelerdeki iktidarlar hangi görünümde olursa olsunlar, siyasal politik söylemleri ne olursa olsun emperyalist/kapitalizm adına iktidar olmuşlardır ve mevcut düzen içinde “ muhaliflik” de emperyalizme hizmet adına yarışmaktır. İrdelemelerimizi gelecek yazıda sürdüreceğiz.