Şuanda 301 konuk çevrimiçi
BugünBugün2381
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10105
Bu ayBu ay10105
ToplamToplam10478529
bütün bunları gördüm... PDF Yazdır e-Posta


İnsanların kendilerinden beklendiğine inandıkları görevleri,  kazanma tutkusuyla yerine getirerek ömür tükettikleri bir dünyada nasıl birey olunur?

 İnsanların hiçbir şeye gerçek anlamda inanmadıkları, bağlanmadıkları bir dünya nasıl bir dünyadır?

Bir süredir farklı başlıklarla yukarıda  belirtilen çerçevede insanı konu alan makaleler kaleme alındı. Buradan devam ederek günümüz insanının içsel dünyasıyla dışındaki bozulma ve çürümeye karşı duruşunu irdelemeye çalışalım. ...

 İnsan ya da insanlığın, kendisini yeniden üretebilmesinin ön koşulu öncelikle içinde bir karabasan gibi taşıdığı korkularını, düşmanca duygularını, saldırganlığını kabul etmesi ile mümkün oluyor.

 Kendimize ya da çevremize bakalım. Sevgi ve güvenlik arayan insanlarla sarılı olduğumuzu görüyoruz. Kendi gölgesinden korkan insanlarla... Huzursuz , sinirli ve mutsuz insanlarla...

Rekabetçi düzen insanları birbirlerinin düşmanları olmaya zorluyor. Bu bakımdan var olma, nasıl olursa olsun mutlaka var olma kaygısı, bireysel kaygının asıl nedeni haline geliyor.

 Öyleki, insanlık kendisine dayatılan olguları sorgulayamaz, mutlaka sorgulanması gereken akıl süzgeçine geçirebilme yetisinden gün be gün uzaklaştırılarak edilgen olma haline doğru hızla sürükleniyor. Buyuran erke sürekli boyun eğen bir toplum yaratılmak isteniyor. Kapitalizmin yaratmakta olduğu tehlikenin etki alanı sanıldığından da büyük.

İmge toplumu olduk. Dünya Gerçekliğimizi oluşturan merci imge diktatörlüğü yarattı. İmgelere tapar, imgelerle yaşar olduk.

 Günümüzde Yaşamına anlam arayan insanların artışı bu nedenledir. Tabii ki ‘’anlam, yaşam artık anlamını yitirmişse aranır’’.

İnsani bir yaşantıdan uzunca bir süreden beri uzaklaşıldığının bilince çıktığı bir süreç bireyin varolma kaygısının hafiflemesini de beraberinde getirecektir. Farkına varmak, olup bitenin farkında olmak bizce gerçeğe ulaşmanın ilk adımıdır.

Ne yazık ki, insanın insana güveninin kalmadığı dünyada farkında olanlar parmakla sayılacak kadar azaldı.

 ‘’Güven, en çok İnsan kendi yazgısının denetimini yitirdiği zamanlarda, yazgının kaprisli fırtınalarında alabora olduğumuzda aranmaz mı?’’(*)Gülseren Budayıcıoğlu-Madalyonun içi

Elbette, burada kimseye  yaşam reçetesi verme hakkını kendimizde görmüyoruz.  Kişinin öznel olarak kendi ilişkisine kendisinin yönelmesi gerekiyor.

Öz yaşam bilinci yoğunlaşan emek ürünüdür. Sevgisi kirletilen insan özgür yaşama  kolay kazanılamıyor.

O halde,Rekabetçi kapitalist sistemin, insanın en savunmasız olduğu iç yaşamına müdahalesine sessiz mi kalacağız?

Tabii ki hayır.

 Bizce önemli olan, esas olan sistemin bu alanda yarattığı çözülme ve tahribata karşı retçi bir yaklaşım geliştirmektir.

Bu yazının da öncekiler gibi amacı: İnsanın kendi özünden uzaklaşmasına karşı tutum geliştirmektir.

İkili ilişkilerde yaşanan yabancılaşmayı berteraf etmenin yollarını arıyoruz.

 İnsanın kendi kendisine davetidir bu.

Buradan hareketle,İnsani ilişkilerde en büyük çözülme ve tahribat cinsel alanda yaşanmakta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz..

Erkek ya da kadın olsun fark etmiyor. Gündelik yaşamda cinsellik öylesine ucuzlatılmış ki, kullanım değeri taşıyan bozuk paraya dönmüş.  Büyük bir kendinden geçişle bendinden boşalma gözleniyor.

Günümüzde kadın; erkek evreni olarak koşullandırılmış bir toplumsal ilişkiler ağında kendi varlığını yaratma savaşı verir/vermelidir de.  Bu nedenle hep kendi imgesiyle birliktedir.

İmge başlangıçta ortalıkta bulunmayanı canlandırmak için yaratıldı . Süreç içinde imge canlandırdığı nesnenin yerine geçti.

Nihayet İnsan, amaç olmaktan çıkınca, doğal olarak sistemin dayanakları da bir bir çatırdamaya başladı.

 Bu gidişatın geleceği yoktur. 

Diğer yandan;

 Kara dayalı sistem Kadında ve erkekte  gerçek anlamda aşk’ın değil hazzın peşinden gözü kapalı koşturan  arsız bir kesim yarattı.

Erkek şahsında yeni olmayan bu durumun kadını da etkisi altına alışı, bize toplumsal ilişkilerdeki çürümenin geldiği düzeyi gösteriyor.

 Eskiden, gelenekçi toplumsal yapının değer anlayışına göre kocasını aldatan kadının sosyal yaşamdan uzaklaştırılarak toplum dışına itilmesine karşın, günümüzde,‘’bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’’ anlayışı sayesinde geçmişin kadın aleyhine işleyen  tabuları, Karşıt cinsler arasında çarpık tarzda bir ‘’normalleşme’’ye evrildi.

 Bu sürecin kazananı yoktur.

 Erkek için karizma, güç ön plana geçti. Kadın için ‘’güzellik’’ve erkek tarafından beğenilme güdüsü yaşamın asıl gayesi oldu. Kadınlar erkekler kendilerini beğensin istiyor. ‘’Güzelleşme’’ bu anlamda onlar için yaşamın tek gayesidir. Kadın ya da erkek ayırd etmeksizin görsel bir nesneye dönüştürülmüş olduklarının farkında değiller. Eğitimli veya eğitimsiz, aydın ya da cahil hemen, hemen hepsi çoğu zaman bu durumun farkında bile değiller...

Sürekli güncellenmesi gereken insan tipi böyle yaratıldı.

Kimlik ve kişilik; kişinin kendi iradesiyle, kendi kararıyla ne olmak? Kim olmak?  Ve nasıl bir insan olmak istediğini hesaba katmayan bir ideolojiye endekslendi.

Estetik, moda, kozmetik insanlara doğal olmayan, sanal, kompleksli yaşam normları sunuyor.

Estetik cerrahi, erkeğe de kadına da arz talep piyasasının talepleri doğrultusunda müdahalede bulunuyor.

 Ve Bu alanlarda inanılmaz bir dejenerasyon yaşanıyor.

 Kadınlar ‘’kendi bedenine sahip olma hakkını’’ estetik cerrahların insafına terketmiş durumda. İşte böyle  bir pazarlama piyasasında İnsanın nesneleşmesi kaçınılmazdır.

 İçinde yaşanılan Kapitalizmin tehlikesi budur.

Akıl tutulmasıyla önü alınamayan kar hırsı, sonunda kendi kendinden hızla uzaklaşan İnsanın onurunu ayaklar altına aldı.

Bütün bunları gördüm: İnternetli İletişim çağındayız ve hiçbir şey eskisi gibi kapalı kapılar ardında saklı kalmıyor...

Anlaşıldığı gibi mekanik , soğuk ve hiçbir şekilde insani olmayan, insanı aşağı çeken ilişkilerden söz ediyoruz .

 İki insanın yukarıda açımlanan ‘’içerikte’’ ‘’özgür ‘’ ilişki yaşamalarını haklı gösterecek anlayış sistemin anlayışıdır. ‘’Biliyorum ama bu tür ilişkiler beni etkilemez, bende iz bırakmaz’’denerek tehlikenin dışında olduğumuz yanılsamasına kapılabiliriz.

 İster resmi olarak, isterse de ‘’Özgür birliktelik’’ tarzında yaşansın  biribirini yüceltmeyen, geliştirmeyen, değişime değil kullanıma dayanan ilişkidir. Farkında olsa da olmasa da kişiyi kendi özünden uzaklaştırır. Ötekileştirir.

Burada aslında  insan ne tamı tamına kendisi, ne de tamı tamına ötekisidir.

Karşısındaki insanda kendini ‘’yaratmaya’’ çalışan, ne istediği belli olmayan, arayış içindeki kayıp, mutsuz insanın geleceği yoktur.

Ne yazık ki, bu tür ilişki tarzlarını yemek , içmek gibi ‘’doğal’’ kabul edenlerin oldukça fazla olduğu birbir dünyada  yaşıyoruz.

 Dünden bugüne Devrimciliğin özünden uzaklaşmasının özeleştirisi yapılacaksa önce buradan başlamak gerekiyor.

Evet, yeniden hatırlatmakta fayda var:

‘’Devrimci isek sorumluluğumuz var. Hem kendimizden , hem de insanlığın bütünsel gelişiminden sorumluyuz. Sadece tarihe ve güncele damga vuran insan gidişatını görmek, anlamak yetmiyor. Bir yerde bozulma varsa, çürüme varsa, insansızlaşma varsa bu gidişe dur deme cesareti de var demektir.  İşimiz onu ortaya çıkarma, yaygınlaştırmak olmalı. Yoksa kendimize olan saygımızı da bir gün yitiririz.’’

Gerçek devrimci yaşam insanı merkeze alan tek alternatif yaşamdır. Kadına ve erkeğe özlü yaklaşım devrimci yaşama bakışın turnusol kağıdıdır...

Devam edecek