Şuanda 118 konuk çevrimiçi
BugünBugün1636
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9360
Bu ayBu ay9360
ToplamToplam10477784
Yeni sömürgeciliğin değişkenleri - 12 PDF Yazdır e-Posta


Kapitalizmin yeni sömürgecilik ilişkilerinin gözlemlenen değişimine paralel olarak politik ve siyasal değişim de birlikte gelişti. Bir başka deyişle ekonomik sömürüdeki değişimin uyulama pratiğini siyasi/ politik değişim belirledi, birbirinin içinden çıktı, birbirini etkiledi. Değişimin diyalektiğinin sınıflar mücadelesine yansıyan sebep/sonuç ilişkilerini bu çerçevede değerlendirmek ve anlamak için“ne yapmalı” sorusuna bu ilişkiler bağlamında yanıt aramak “doğru yerden başlamanın” da ilk koşuludur. Tarih nasıl ki insanlığın önüne ancak çözebileceği, çözmek için gerekli maddi koşulların oluştuğu sorunları koyarsa ve insanlık önce sorunun kaynağının doğru tespiti ile çözüm için doğru mücadele araçlarını seçebilirse, sınıf mücadelesinin pratiği de ancak mevcut durumun sınıfsal içeriğini doğru kavramakla, emperyalist/kapitalist sistemin işleyişinin ortaya çıkardığı çelişkileri doğru değerlendirmekle gelişir, doğru mücadele pratiğini yaşama geçirir.  Gelinen noktada ülkemiz ve dünya işçi sınıfının gerek fiili yenilgisinin ve uzun yıllar kendini toparlayamamasının, ayağa kalkamamasının,  gerekse ideolojik/politik ve pratik gerilemesinin nedenleri üzerinde üretilen düşünce pratiklerinin, sorunun nedenleri üzerinde düşünmek yerine ortaya çıkan sonuçların “trajik” dökümleriyle yetindikleri, bunu alışkanlık haline getirdikleri “sınıf mücadelesi” yerine “yenilgiye ağıt” tiradına dönüştürdükleri görülmektedir. Daha “ciddi olma” iddiasındakiler ise meseleyi “işçi sınıfın nicel varlığını” sorgulamaya kadar götürmektedirler. “Bol döküm” istatistiklere başvurarak klasik işçi sınıfının yerini teknolojik gelişmenin sonucu ortaya çıkan çeşitli iş güçlerinin ve özellikle bilişim sektörünün geliştirdiği teknik elemanların aldığını, ücretlerin yükseldiğini, sınıfsal çelişkilerin azaldığını, giderek ortadan kalkacağını ve kendilerince artık Marksın tarif ettiği işçi sınıfının ortadan kalktığı sonucuna kadar vardırmaktadırlar. Sanki Marks kapitalizmin bir doğma, ayet olduğunu ve değişmezliğini, gelişmezliğini söyledi… Oysa tam tersine bu cenahın bu gün kem küm ederek çarpıttığı konuları Marks iki yüz yıl önce, kapitalizmin gelişmesine uygun olarak üretici güçlerin niteliklerinin de gelişeceğini bütün açıklığı ve anlaşılırlığı ile analiz etmiş, söylemiştir. Olan şey sadece şudur: Kapitalizmin gelişimine paralel olarak üretici güçlerin nitelikleri artmaktadır. Üstelik kapitalizm doğası gereği gelişiminin belli dönemlerinde yanında tuttuğu sınıfları kendi yörüngesinden fırlatmış ve işçi sınıfının müttefikleri arasına sokmuştur. Üstelik çarpıtmayı yapanlar neyi çarpıtacaklarını ve çarpıtma yöntemlerini de iyi bilmektedirler. Çarpıttıkları şey şudur: Teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı yeni işgücü kesitlerinin toplumun ortalama kesimine göre daha iyi ücret almaları, daha kolay iş bulmalarından hareketle bu kesiti toplumsallaştırma kurnazlığının üstüne yatmışlardır. Oysa bu kesim bulundukları alanda iş güçlerini, teknolojik bilgi ve deneyimlerini kapitalist üretim için yani kapitalizm için kullanmaktadırlar. Bu olgunun sürgit devam edeceğini söylemek kapitalizmden bi- haber olmaktır. Bu alandaki iş gücünün doyuma ulaşması ile bu kesitte yer alan “nitelikli elemanlar” yarının işsizleri ya da dar gelirlileri arasına katılacaktır. İşin daha vahimi kapitalizmin temel çelişkisi toplumda üretici güçlerin bir kesiminin diğer kesimine göre daha iyi koşullarda çalışması, daha iyi ücret alması kapitalizmin çelişkilerinin yumuşadığının, giderek ortadan kalktığının bir işareti, göstergesi değildir. Kapitalizmin onu yok edecek olan toplumsal çelişkisi üretici güçlerin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki uzlaşmaz çelişkidir.  Teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı nitelikli işgüçleri kapitalizmin bu çelişkisini mi ortadan kaldırıyorlar da sınıfsal çelişki sınıfsal uzlaşmaya doğru gidiyor?. Burjuvazi sizin hatırınıza üretim araçlarının özel mülkiyetini bankalar, borsalar, fabrikalar, enerji ve maden sektörleri, gıda ve giyim endüstrileri… Tüm toplumsalsal zenginlikler topluma devretti de bizim mi haberimiz olmadı yoksa… oysa yaşanan, hakikatin örtülmeye çalışılan yüzü, inadına her gün, adım başı, an be an söylenenlerin tersini ispatlamaktadır.  Burjuvazi toplumsal alanda toplumun belli kesimlerini sistem dışına iterek yalnızlaşmıştır, müttefikleri kalmamıştır, ittifaklarını yok etmiştir. Küresel kapitalizmin toplumsal/Kitlesel desteğinin maddi temeli ortadan kalkmıştır. Bu durum işçi sınıfının mücadele alanını genişlettiği gibi toplumsal tabanını da zenginleştirmiştir. Gelinen noktada kapitalizmin durumu hiç de “kapitalizmin gizli kalemlerinin” yaymaya çalıştığı umutsuzluğun değil, tersine sosyalizmin kaçınılmazlığının göstergesidir. Şimdi bu yazının ilk sayısından buraya kadar söylenenlerle “görünen” arasında bir çelişki yok mudur?. Madem emperyalist kapitalizmin kitlesel desteği kalmamıştır, sistemin iktidarları toplumdan kopmuştur, buna rağmen küresel kapitalizmin yer kürede iktidar olması nasıl açıklanacaktır?. Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz açıklama da budur… İstatistiki bilgilerle aramızın hiç de iyi olmamasına karşın yer kürenin yüzde yirmisini resmen açlar ordusu oluştururken, yerkürenin toplum nüfusunun yalnızca yüzde sekizi, yüzde seksen beşin payına sahiptir. Bu glir dağılımının açıklaması küresel kapitalizmin gizlenemeyen yüzünden birisidir. İkincisi küresel kapitalizm sadece yokluğun yoksulluğun sebebi değildir, aynı zamanda yaşam alanları kapitalizmin kar hırsı uğruna infilak etmek üzeredir. Atmosfer, kapitalizmin dizginlenemeyen kar hırsı uğruna zehirli gazlara doyum noktasına gelmiştir, ekolojik yaşam tehlike sinyalleri vermekte, bir çok canlı türü ortadan kalkmaktadır. İklim değişimliğinin sonucu olarak tarım alanları ve su kaynakları yok olma eşiğindedir ve insanlığın bir bütün olarak sadece elli yıl sonra biyolojik varlığını koruyamaz duruma düşebileceği ciddi bilim insanlarının sık sık yaptıkları uyarılardır. Her ne kadar kapitalistler arası yer küre savaşlarının mevcut durumda koşulları yoksa da bölgesel savaşlar birinci ve ikinci paylaşım savaşlarını aratmayacak yoğunlukta sürdürülmektedir. Savaşların mali ve insani yıkıcılığı kapitalist merkezlerden bağımlı ülkelere ihraç edilmiştir. Paylaşım savaşları “küresel kapitalizmin sömürüyü düzenleme” savaşları olarak sürdürülmektedir. Yeniden aynı soru sorulmalıdır?. Küresel kapitalizme karşı ülkesel ve küresel başkaldırının, küresel kapitalizmin iktidarlarının toplumlarda hala vücut bulmasına son vermenin imkanı yok mudur?.

Şeylerin değişimi, değiştiricilerin değişim bilincinin ve değişmesi gerekenin nasıl değiştirileceğinin ortaya çıkması ile başlar. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız “şey” elbette kapitalizmdir ve değiştirici maddi güç –ama asla başka bir güç olmayıp- işçi sınıfıdır.  Değişim bilinci işçi sınıfının ideolojik bilinci, bilimsel sosyalizm bilincidir. Değiştirici aygıt/araç ise sınıf partisidir. Öncelikle değişim bilincinin ortaya çıkması kendiliğinden gelişecek bir süreç olmayıp, değişime bilinçli müdahalenin araçlarının yaratılması ile başlar. Bu araç değişim bilincini kavramış ve neyi nasıl değiştireceğini bilen nicelik olarak sayısal varlığı ile değil niteliği ile ölçülen deyim yerindeyse bir “bur avuç” devrimcinin oluşturduğu öncü güçtür. Topluma değişim bilincini taşıyacak, onları bu değişim bilinci etrafında örgütleyecek olan bu güçtür. “Şeylerin” değişimi için bütün koşullar hazır olsa bile-ki küresel kapitalizm tartışmasız bu değişimin maddi koşullarını tam olarak içinde taşımaktadır- değiştirici faktör yaratılmadan değişimin kendiliğinden gerçekleşmesi, değişimi bilinmeyen bir zamana havale etmek demek olacaktır. Yani değişim için bu gün devrimcilerin bütün görevi “insana bağlı” gereklerin yerine getirilmesidir. Adı edilen öncü güç yaratılmadan sisteme karşı kendiliğinden gelişen çeşitli toplumsal tepkiler hangi boyutta hoşnutsuzluğa, memnuniyetsizliğe dönüşürse dönüşsün sistemin kendisi tarafından eritilecektir, ikna edilecektir, etkisi dağıtılacaktır. Burjuvazi, “yönetme” deneyimiyle benzer toplumsal hoşnutsuzlukların kitlesel tepkilere dönüşmesinin önü almaya çalışacaktır. Burjuvazinin bu önlemlerinin sertliği küçük burjuva aydınlarda “demokrasinin ve insan haklarının” ihlali gibi mızmızlanmalara yol açsa da devrimcilerin tavrı bu olamaz. Küçük burjuva aydının dünyasında “bilincin aynası” ışıldamaz, sınıf mücadelesinin acımasızlığı ona göre değildir. Devrimciler ise şöyle düşünür: “İşçi sınıfının iktidar mücadelesinde burjuva iktidarların siyasal tecridi ve devrimci hareketin kitleselleşmesi için yığınlar sokakta ve bizim ilerimizdeler. Öncü olması gereken bizler artçı konuma düştük”. Kitlelere öncülük edecek yetenekte bir örgütlenme yaratamadığımız sürece devrimci hareketin lokomotifleri olması gereken bizler hareketsiz vagonlara dönüşeceğiz ve kendimizi çürümeye terk edeceğiz.” Bu gerçeğin kabullenilmesi ne yapılması gerektiğinin de bilince yansıması olacaktır. Elbette yenile yenile öğreneceğiz, ancak yenilgiyi de kutsayacak, kutsallaştıracak da Mevlana dervişleri değiliz. Sınıf mücadelesinin gereklerini kavramak, harekete geçmek için hiçbir şey için geç kalınmamıştır, ancak aynı aymazlığın sürmesi geç kalınmayacağının garantisi de değildir. Bu yaklaşımın “Gezi” direnişine bir gönderme olduğunu söylemenin abartı olmayacağını düşünüyorum.

Bu bilincin, sınıf ve değişim bilincinin kitlelerin saflarında ortaya çıkmasının engellenmesi, geciktirilmesi için de burjuvazinin karşı ataklarını, önlemlerini geliştireceği elbette sürpriz olmayacaktır. Burjuvazi, kitlesel eylemlere zor araçlarıyla doğrudan müdahale etmeden önce kitle pasifikasyon araçlarını kullanır. “İkna, telkin ve korku”. En etkini olan kitle iletişim araçları, görsel ve yazılı medyada konuşlandırdıkları maskeli maskesiz çığırtkanları ikna ve telkin yöntemiyle bilinç saptırmasını yönlendirmeye çalışırlar. Dahası bu kesimlerin güya çoğu da ilericidir ve hatta yerine göre sosyalisttirler bile… Sosyalizm adına kestikleri ahkâmla aslında sosyalizmden nefretlerini gizlemeye çalışırlar. Bu kesimlere küfür ve hakaretin yerinin olmadığını düşünüyoruz. Küfür ve hakaret etmeye bile değmeyen bu kesimlerin şahıslarıyla devrimcilerin bir alış verişi olamaz. Devrimcilerin görevi yapmaları gerekeni gerektiği gibi yapmaktır. Zira enerjimizi ve gücümüz sonsuz olmayıp var olan enerjimizi ve gücümüzü belki de bizi bilerek tahrik edenlere karşı boşa kullanamayız, zaaflarımıza yenilmemeliyiz. Yapılması gereken şey kitleler nezdinde bu unsurların sınıf düşmanı yüzlerinin açığa çıkarılmasıdır, siyasal kimliklerinin ortaya dökülmesi, kitlesel tecritlerinin sağlanmasıdır.

 Aslında bu kesimlerin sözüm ona sınıf mücadelesi adına ne söylediklerinin önemi olmayabilir ancak neyi söylemek istedikleri konusunda devrimciler iyi düşünmek zorundadırlar. Asıl söylemek istedikleri ise açıktır: Artık sosyalizm, sınıfsız toplum için mücadele etmek gereksizdir… Bunları elbette “Allah söyletmiyor” ama Kapitalizmin “Allahlarının” da önlerine attıkları yemin cazibesine dayanamıyorlar galiba… “Entelektüel namusun” da her şeyin parayla ölçüldüğü kapitalizmin pazarında kendisine bir yer bulması şaşılacak bir şey olmasa gerek.