Şuanda 78 konuk çevrimiçi
BugünBugün1001
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8725
Bu ayBu ay8725
ToplamToplam10477149
Umut veren öyküler PDF Yazdır e-Posta


Aşağıdaki yazı neredeyse 30 yıl önce Fakir Baykurt tarafından ilk öykü kitabımla ilgili olarak yazılmış ve Yazın Dergisi’nin 16. sayısında yayımlanmıştı. Aradan bu kadar uzun zaman geçtiğine göre, kitap hakkında bilgi vermem gerekiyor.

Almanya’ya 1982 sonlarında geldim, kitap 1985 yılında acele olarak bulduğum bir Alman yayınevinde çıktığına göre, demek ki öyküler 1983-84 yıllarında yazılmış. Bu ülkedeki Türklerin hayatını çabuk tanıdım, aksi durumda 1985 ve 1987’de tümüyle Almanya ve az oranda Fransa’daki göçmen işçilerin ve politik mültecilerin hayatlarını konu alan iki öykü kitabı yazamazdım.

Bu çabuk tanımada 1,5 yılda Paris’te yaşadığım ve atölye işgallerinden ev işgallerine kadar uzanan büyük deneyimin önemli payı vardır. Almanya’yı tanımıyordum ama öğrenmenin ilk şartı olan bilmediğimi biliyordum. Dahası, nasıl öğreneceğimi de biliyordum. Almanya’da doğup büyümüş ya da küçük yaşta bu ülkeye gelmiş ikinci kuşakla ilgili hemen her şeyi okudum ve çok sayıda konferansa dinleyici olarak katıldım. Eskiden beri burada bulunanların değil ama Türkiye’den yeni gelen sol insanların yaşadıkları ülkeye olan ilgisizlikleri hayret vericiydi ve benim de bunun nedenleri  üzerinde kafa yormaya niyetim yoktu. İki yıl boyunca kendimi öğrenmeye verdim diyebilirim.

Yazmaya başlamadan önce şu kararı vermiştim: yazdıklarımda ben olmayacağım ya da kendi yaşadıklarımı yazmayacağım. İnsanların yaşadıklarını öykü ve roman adı altında yazmalarına o zaman da sinir olurdum. Piyasa bu tür yapıtlarla doluydu. Türkiye’de görülen işkence, güçbela kaçış, Almanya’da politik mülteci olarak yaşanılan sıkıntılar… Anlatılanlar bire bir yaşanılanlarla aynı… Bunlar anlatılsın, ama bunlara öykü ya da roman adını vermenin ne gereği var!

Bu nedenle ilk kitabın beni çok uğraştıran ilk öyküsünde, Bir İşçinin Dönüşü’nde, Almanya’daki 35 saatlik çalışma haftası grevlerine gönülsüzce katılan, aklı fikri para biriktirip dönmek olan ilgisiz ve çıkarcı bir işçiyi anlatmıştım. Fakir Baykurt’un belirttiği gibi, “negatif bir tip“. Sınıf bilinçli işçi mücadelesini anlatan yapıtların doldurduğu bir ortamda böyle bir tipi anlatmak kolay değildi doğrusu…

Bunun yanında başka öyküler de vardı. Tashih hataları ve kapağıyla çeşitli acemilikler de taşıyan kitap çıkarken endişeliydim diyebilirim. Kötü bir yazar olmadığımı biliyordum ama henüz “kim ne derse desin“ diye düşünecek kadar da kendime güvenim yoktu. Benim için bu işten anlayanların yorumları önemliydi. Fakir Baykurt, Fethi Savaşçı, Şanar Yurdatapan gibi… Edebiyattan anlamayanların tepkisi, solun büyük bölümü böyleydi, beni yermesi ya da göklere çıkarması ilgilendirmiyordu.

Beklediğimden daha olumlu bir değerlendirmeyle karşılaştım diyebilirim.

Fethi Savaşçı ilk kitapta yer alan öykülerdeki tiplemelerin iyi olduğunu belirttikten sonra beni Arapça ve Farsça kelimeleri fazla kullanmakla eleştiriyordu. Bunların yerine öz Türkçelerini kullanmalıydım, aksi durumda yapıtın kalıcılığı olmazdı.

Ben de yazarken kalemden çıkan kelimenin daha Türkçesini düşünmekten nefret ederim. Yaşam gibi az çok yerleşmiş bazı kelimelere bile ısınamamıştım. Benzeri diğer kelimeleri hepten yapay buluyordum. Türkçede çok sayıda Fransızca kelime de vardı: tren, virgül, kompartıman, külot, pantalon gibi… Kimse bunlara bir şey demiyordu ama Arapça ya da Farsça kökenli kelimelerin dili bozduğunu düşünüyordu.

Sonraki yıllarda Orhan Pamuk’un kitaplarında Arapça ya da Farsça kökenli kelimeleri bol miktarda kullandığını görünce bu konuda rahatladım. Demek ki, okunuyordu.

Edebiyattan anlayanların ilk kitaba yönelik değerlendirmeleri olumlu olunca iki yıl sonra ikinci öykü kitabını yayınladım. Ardından yine ikişer yıl arayla iki romanı…

İlk ve ikinci öykü kitapları birleştirilerek ve ikincisinin adıyla, “Taşınamayan Özgürlük“, Türkiye’de de yayınlandı. Romanlar zaten ülkedeki yayınevlerinde çıkmıştı.

İlk roman, “Yolun Sonu“ iki baskı yaptı ve bu kadar ilgiyi doğrusu beklemiyordum. O zamanın prestijli dergilerinden 2000’e Doğru’da iyi bir değerlendirme yazısı çıkmıştı. Talat Halman’ın yaptığı değerlendirmeyi ise doğrusu fazla övücü bulmuştum.

1990’lı yılların ortalarında hem edebiyatla hem de sosyal içerikli kitaplar hazırlamakla uğraşırken, yapılan bir değerlendirmeyi haklı buldum: “hem edebiyatta hem de toplumsal incelemeleri içeren kitaplarda iyi olabilmek için büyük birikim gerekir. Buna sahip olmadan iki alanda birden iyi olamazsın. Enerjini bölmek yerine tümüyle ikinci alanda yoğunlaşsan daha iyi olur.“

Öyle de yaptım ve aradan geçen yaklaşık 20 yılda o büyük birikimi sağladım sanıyorum. Öğrenme açlığım hiç bitmeyecek ama iyi bir düzeye geldiğimi hissediyorum.

Bakalım artık…

E.E.

 

 

 

 

 

Umut Veren Öyküler

 

                                                                Fakir Baykurt

 

   Engin Erkiner’in ilk kitabı “Bir İşçinin Dönüşü“nden söz ederken, hem çekingen, hem de mutluyum. Biliriz ki birçok ilk kitap birer “hiç“tir. Bunların çok azı, olgunluk döneminde yazılmış olanlar kadar etkilidir. Yazılar, övgüler sadece gönül almak içindir. Elimdeki kitapta ise son derece soylu özellikler görüyorum. Sanki yıllarca öykü yazmış, gazeteciliğe ya da eleştirmenliğe kaymamış, yazının bu en zor dalı öyküde kalarak küçük oylumlar içinde hem kendisiyle, hem sözcüklerle boğuşmayı seçmiş güçlü bir yazar karşısında olduğumuzu düşünüyorum. Çekingenliğim, Erkiner’in gençliğinden geliyor. Öyle gençler gördük ki, ilk oklarını atıp kaldılar. Ya hiçbir şey olmadılar, ya da dergiciliğe, gazeteciliğe geçerek çekilip gittiler öykü alanından. Acaba bu da onlardan mı olacak? Onlardan olacaksa bunca umut niye? Niçin hattâ bu yazı?

 

   Kitaptaki öyküleri ele alarak bu duygularımın gerekçesini belirtmem gerekiyor. Öykülerin sekizi de Almanya’daki emekçilerimiz üstüne. Türkiye’den bir buçuk milyon insan çeyrek yüzyıldır, karasabandan, kağnıdan kalkarak, şıkır şıkır işleyen fabrikalara geçti. Dar zamanda hızlı otoyollardan akarak mini bilgisayarlar çağına atladılar. Şimdi onlar çok boyutlu bocalamalarla ayakta durmaya, var kalmaya çabalıyorlar. Kabullenmedikleri bambaşka değerler ve değersizlikler içerisinde kendilerini korumaya çalışıyorlar. Ataları dedeleri bol güneşli kırlarda, ak karla kaplı yaya yolculuklarda, dayanışmalı, saygılı rahatlık ve rahatsızlıklarda yaşamışlardı. Kendilerinin çocukluğu, gençliği, hattâ evlilikleri aynı koşullarda geçmişti. Birden işte fabrika, işte grev, işte işçi sınıfının uluslararası dayanışması denildi onlara. Kendilerinden tam bir katılma istenildi. Bu arada katilmanın da ilerisinde büyük adımlar atabilmişler gibi, bol yumruklu, savsözlü öyküler romanlar, tiyatrolar yazıldı haklarında. Engin Erkiner, Alman sendikasının kararlaştırdığı, ama sonu uzlaşmayla biten bir grevi alıyor. Greve katılmak isteyen işçilerin arasında grev mrev düşünmeyip, hemşerilerinden ayrı, bir telörgünün deliğinden sızarak, çifte ücretle çalışmayı seçen, kendi deyişiyle “eli çalışmaya mahkûm“ Mehmet’i karşımıza çıkarıyor. Yurda dönmeden bir kamyon daha alması gerekiyor onun. Öncü işçiler dışlıyorlar onu. Onların ki ekmeden biçmeye kalkma tavrı oluyor. Yaşamında o ne yoksunluklar çekti! Artık bir daha çekmesin. Kalan yıllarını rahat geçirsin. Çocukları da rahat yaşasınlar. Bu “tek başına kurtuluş“ düşleri içindeki tipi seçip, şişirmesiz bir öykü çıkaran yazarın okurları aldatmayan, düş gücüne yaslanıp “olumlu kişi“ler anlatmaya yeltenmeyen, daha başka bir deyişle, olumsuz tipi anlatmanın zorluklarına katlanan, böylece daha çok umut veren yazarı ilk anda kutlamak istiyor insan. Öykünün kusurlarını araştırma gereği duymuyoruz hiç. Hattâ yazı makinesiyle dizilmiş, bir sürü yazım ve dil yanlışı içeren, çok kırmızı kapaklı kitabı ilk ele alışta duyduğumuz güvensizlik birden uçup gidiyor. Mehmet, “Eh bir kamyon eksik oluversin! Ben dönüyorum! Almanya sizin olsun!“ deyip dönüyor yurda. Aklınca mutlu olacak. Ötekiler grevi sürdürüyor. Onların çoğu kalacak belki. Kolay mı dönmek?

 

   Bunun kadar etkili, aynı zamanda öğretici bir öykü de “Kimsenin Katılmadığı Yürüyüş“tür. Irkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı düzenlenmiştir bu yürüyüş. Tutucu hükümetin çıkardığı “Zimmerman Yasası“na karşı bir ses çıkmalıdır. Ama hani nerde katılması gerekenler? Erkekler kahvede kağıt oynuyor, kadınlar pencere perdelerinin arasından bakıp çekiliyorlar. Köln Radyosu’nda bir bayan öğretmen konuşuyor. Konu biçki dikiş kurslarıdır. Kölece bir ortamda sessizliği seçen emekçiler. Yürüyüş gerekli. Acaba niçin katılmıyorlar? Koca bir kitle bu derece bilinçsiz mi? Yoksa şimdiye kadar yapılan öncü çalışmalarda derecesiz yanlışlar yapıldı da ondan mı geri çekiliyorlar? Uzun yıllar o kadar çok hızlı  devrimcilerimiz oldu ki! İnsanı ciddi olarak düşünmeye çağıran bir öykü…

 

   Erkiner’in öyküleri Almanya’daki işçi sınıfı öyküleri hem de. Sadece soyut olarak işçiyi almıyor ele. Onları öteki aile bireyleriyle, toplumsal ve fiziksel çevreleriyle bir arada anlatıyor. Ele aldığı kişiler, durumlar ve sorunlar oldukça somut…

 

   En çok üzerinde durduğu konulardan biri de ikinci kuşak kızları. Bu konuda üç öyküsü var.

 

   Kenan, Nurten’i iğfal etmiş. Önce seviyordu belki. Sonra caymış. Bir yandan da övünürmüş şurda burda. “Temizle namusunu!“ diyor ana babası. Kız ne yapsın? Ona göre çözüm Kenan’ı öldürmektir. Çıkıyor evden. Tramvay’da hem gidiyor, hem de öyküyü anlatıyor. Kızını “cesur“ bilirdi babası. İnsanlar, böyle düşünülen bir “tarih“ içinde yaşıyorlar.

 

    Erkiner’in öyküleri bir bakıma bugünlerin bir tarihidir, evet! İşte Kuran kursuna katılmaya ve kapalı gezmeye zorlanan bir başka kız. Taşıta biniyor, boynu, göğsü, kolu kalın kalın giysilerle kapalı. Terliyor. Sadece o değil, başka kızlar da böyle baskı altında. Bunlardan biri çıtlatıyor: “Evde böyle giyinirsin, taşıta binince üstündekileri atarsın! Rahat rahat gezer dolaşırsın. Kursa varırken yeniden giyinirsin…“ Almanda namus önemli değildir. Ama bir Türk kızı namusunu korumalıdır. Ana babayı, ağabeyi rahatlatıcı en iyi çare budur. 38 numara pabuç giymiş 41 numara ayak gibi sıkıntılı bir yaşam. Bir geçiş döneminin sıkıntılarıdır bunlar…

 

   Meral, Türk ve İtalyan arkadaşlarıyla bir yaş gününe katılmış. Babasını, ağabeyini almış bir telâş. “Bir şey yapmadık! Telâşlanacak ne var?“ diyor. Ama kim dinler? Evet şimdi yok, hep böyle başlar, sonra birden bire rezillikler kaplayıverir dünyayı. Nasıl temizleriz pisliği? Namus elden gidince sonra nasıl geri gelir? Onun için yükle kızı otomobile. Televizyonu da yükle. Güya bozulmuş. Onartmaya gidiyorlar. Münih’ten öteye, daha doğrusu yurda uzanan hızlı otoyola düşüyorlar.

 

   Birbirinden çarpıcı yaşam kesitleri koyuyor önümüze yazar. Bunlar içinde “Çocuk“ adlı öykü hem gereğinden çok uzun, hem de başı sonu ilgisiz ayrıntılar içeriyor. Gerçekte güzel olan öz, son derece başarısız yazılmış. Yazar bana bir ara düşkırıklığı yaşattı. Ama usta işi “Hemşeri“ öyküsü, yiten umutlarımı geri getirdi. “Çocuk“ta ana baba çalıştığı için, Almanlar tarafindan bakılan bebeğin sonradan hem de mahkeme kararıyla Almanlara geçişi anlatılıyor. “Hemşeri“ ise, izne giderken otomobili bozulan, onarım için bir hemşeri arayan Samsunlu Recep’in öyküsüdür. Herkes gazlamış gidiyor. Yitirilecek saniye yok. En az bir düzine Samsunlu var otoyolda. Kimi görüyor durmuyor, kimi görmezlikten geliyor. Almanya koşullarında tümü de hayırsız olmus hemşerilerin. Avrupa yeyip bitirmiştir kimliklerini. Birden ama bir otomobil durur. O da yurda gitmektedir. Samsunlu değildir. Kendisi gibi Dormund’ludur. Plâkaları aynıdır. Yeni hemşeridir o… Ortalık aydınlanıverir. Çevreyle birlikte, geç ve güç de olsa, bilinç de değişmektedir.

 

   Böyle akı karası dengeli kesitleri, başarılı öykü yapıları içinde veren yazarın yeni yapıtlarını okuyabilecek miyiz? Kendisi yurtta Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni bitirmiş. Farankfurt’ta yaşıyor. Birkaç kez görüştük rastlantıyla. Duisburg’da yaptığımız Edebiyat Akşamları’na katıldı birkaç kez. Birkaç kez de söz alıp konuştu. Edebiyatı hafife almayışı, iyi okumuş, iyi hazırlanmış olmasından geliyor. Bunun kanıtı, yazdıklarının bir bölümü şimdiye kadar yazılmış konular olsa bile, bunları yazılmamış açılarla ele almasından belli. Kitabın dizgisini kendisi yapmış. Dizgi yanlışları, tıpkı yazım ve anlatım yanlışçıkları gibi kendisinindir. Gönül bunların hiç olmamasını diliyor. Avrupa’da yazılarımız yanlışsız çıkmalı artık. Dili, yazarlığa sıvanan, sıvanmayan herkes doğru kullanabilmeli. Bunları önemli sayıyorum. Çünkü öykülerin hem içerikleri, hem de dil ve anlatım gücü yönünden okura verdiği umut hayli yüksektir. Bir ilk kitapta bulunabilecek umuttan da fazla hattâ… Bu kadar güzel ilk öyküleri bize veren Engin Erkiner, bir gün öyküyü bırakırsa diye korkuyorum. Onun yurtta, ya da yurt dışında emekçileri anlatmayı başarıyla sürdürmesini diliyorum.

 

   Bu yazım bir eleştiri yazısı olmaktan çok, bir selâmlama yazısıdır. Selâmlıyor ve  devamını diliyorum.

 

 

 Yazın, Sayı 16, 1985