Şuanda 183 konuk çevrimiçi
BugünBugün1053
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8777
Bu ayBu ay8777
ToplamToplam10477201
Işıkları söndürün lütfen PDF Yazdır e-Posta


 Şayet çalakalem yazdığım yazıları Ortaokul öğretmenim sevgili hocam Tayfur Bey okuyorsa eminim içinden “ yok canım, ne dersem diyeyim, kırk yıl önceki kompozisyon çala kalemini bugün değiştirmedi. Retorik hak getire, hitabet sıfır. Kulaklarını çeksem eşek kadar adam oldu, bu çocuk adam olmayacak ” dediğini duyar gibiyim.  Sevgili hocam ne diyeyim ki, bizlere gösterdiğin özenin yazı yazma” konusunda ” karşılığını bulamamanın bir gerekçesini bulamam, kendimi “mazur” gösteremem ki. Gözünüzden kaçmayan haylazlıklarımız, karşılığını kulaklarımızı çekmede bulsa da kızarken bile nasıl bir baba, ağabey gibi gülümsediğini hiç unutmadım. O sert görünümünüzün, kaya gibi duruşunuzun altında yatan çocuk yüreğinizden neler geçtiğini nasıl bilmem çocuk denecek yaşımda.  Güzel bir şey anlatırken gözlerinizden taşan gülümseme bir imbat rüzgarı gibi yüzünüzden saçlarınıza doğru yayılır giderdi. Soğuksa havalar ısınır, sıcaksa serinlerdik sizin gülüşlerinizle. Bir gün pansiyonun merdivenlerini üçer beşer atlayarak koşarken size çarpmıştım da ikimizde yuvarlanarak merdivenin dibini boylamıştık. Korkuyla karışık nasıl mahcup olmuştum. O hengâme içinde kendinizi unutup, hemen elimden tutup ayağa kaldırırken “ çocuğum, çocuğum” diye telaşlanmanızı hiç anlayamamıştım. Okkalı bir tokat beklerken beni bağrınıza basıp kucaklayışınız,  yüzünüzde taşıdığınız sert ifadenin içinizdeki reddi miydi? Ben de gülümsemiştim. “Oğlum yaşamın boyunca yüzün hep gülsün” şefkatin karşısında şaşkın şaşkın bakakalmıştım.  İkimizin de üstü başı toz toprak içindeydi. Benim yıl boyu sürekli giydiğimi, kasabanın semt pazarından alınan kadife pantolon ile pazen gömleğimden başka giyecek başka bir giyeceğim yoktu ama sizinde yıl boyu aynı takım elbiseyi giymeniz biz çocukların gözünden kaçmazdı. Sahi sizin maaşınızın sözleşmesiz ortağıydım da değil mi?. Maaşınızı aldığınız gün benim harçlığımı hiç ihmal etmezdiniz. Utangaç davranır çekinirdim de “ aaa, idris sen benim oğlumsun, çocuklar babalarından harçlık alırken çekinir, utanır mı hiç, hem baban seni bana teslim etti. Seni harçlıksız bırakırsam sonra babana ne derim”… Babam öldüğünde aile yakınlarım beni okuldan almaya geldiklerinde sizinle görüşmüşler. Rahmetli anam anlattı. Size “ muallim bey oğlum, babası öldü,  ben kaldım altı çocuk. Bir gelirimiz de yok. Nasıl okutur, nasıl baş ederim bir başıma. Hem aile yakınlarımız da okumasını hiç istemiyorlar. Babası inat etti, oğlumu okutacağım diye de herkesi de karşısına aldı. Ne güzel kuran kursuna gidiyordu, iyi de okuyordu, her Cuma günü ebcede çıkıyordu. Köyde yıllık on altı şinik buğdaya azap verdik. Bir derdimize çare olur”… Elbette beni okuldan alacaklarından haberim vardı, köyün ileri gelenlerinden biriyle anlaşmışlar bile. Yıllık on altı şinik buğday karşılığı sürülerini güdecekmişim. Üstelik aşımı da vereceklermiş… Anamın sizinle görüştüğünden haberim yoktu, bana söylemediler. O gün en yakın arkadaşınız “Deli İbrahim” öğretmenimizle konuşurken moralinizin çok bozuk olduğunu ben de fark etmiştim, “kurşun yemiş gibiyim, bu daha çocuk ” dediğinizi duydum. Gerçekten ilkokulu okurken birinci sınıftan üçüncü sınıfa atlatılmıştım. Akranlarımdan iki yaş erken ortaokula yazılmıştım, o yıl on bir ya da on iki yaşındaydım. O gece mütalaa bitiminde beni odanıza çağırmıştınız. Ben içeri girdiğimde birkaç öğretmenimiz daha vardı, yine neşeli görünüyordunuz. Odanıza girer girmez beni nasıl kucaklamıştınız. O neşeli tavrınızla diğer öğretmenlere “ idris benim oğlum” demiştiniz. Sonra sesinizin tonu değişti. Bir süre suskun kaldınız. Diğer öğretmenlerim yere bakıyordu. Yüzünüzden düşen gözyaşı damlalarını benden gizlemeye çalıştınız. Kendinizi toparlayıp her birisi derslerimize giren öğretmenlerimize derslerimi sordunuz. Kimi şakayla kimi ciddi sınıflarının en çalışkan öğrencisi olduğumu söyledi. “ işte benim oğlum bu” dediniz. Hepiniz benimle geç vakte kadar sohbet ettiniz. Bizim öğrenciliğimizde öğrencilerle öğretmenlerin sohbet etmeleri pek alışılmış bir şey değildi. Mayıs başlarıydı hatırladığım kadar. Her bir öğretmenim seneye daha çok çalışarak girmemi tembih etti. “Deli Neşet” fenden dokuz alırsan döverim dedi, Fransızcacımız Gani Hoca “ söylesene dedi, Fransızcadan dokuz aldığında bu gün nasıl pestilini çıkardım”… Kulağıma eğilerek “ hiçbir dersten dokuz almayacaksın, hepsi on olacak, yoksa…”. Ne güzel şeyler söylemişti öğretmenlerim. Övgüleriyle beni mest etmişlerdi. Ve lakin seneye ben okulda olmayacaktım ki… Köyde sürü peşinde koşacaktım Köyün en zengininin koyunlarına çobandım… Bir yıllık çobanlığımın bedeli de biçilmişti, on altı şinik buğday… Okuyacaktım, o zenginin çobanı olmayacaktım… Çare aileme söylemeden kaçmak, bir yerde iş bulup çalışmak, harçlığımı çıkarıp ailemden para istememek… Hoş ailemden para istesem bir başına altı çocuğa bakmak zorunda olan anam onca yoksulluk içinde bana nereden para verecekti ki… O yıl karnelerimizi aldığımız gün köyün alt başından geçen Ankara-Samsun asfaltından köye çıkamadım, ayaklarım gitmedi. Köyün taş arabasına atladım. Hakki emmim “idris nereye” dedi. “Kaçıyorum” diyemedim, bir arkadaşımın köyüne gittiğimi söyledim. Sungurluyu geçince nerede olduğumu şaşırdım, yol güzergahında kocaman kamyonlar… İnsanlar arı kovanı gibi çoluk çocuk arabalara üzüm taşıyorlar. Şoför mahallinin camını tıklatıp “ burada ineceğim” dedim. Yol kenarında eli belinde dolaşan iri kıyım bir amcaya “ ben çalışayım mı” dedim. Yöresel bir şiveyle “ koş, koş” dedi, “ anana yardım et. Bu kadınlardan hiç biri benim anam değildi ki… İkinci üzüm kasasını ıhlaya tıslaya kamyona taşırken ayağımın asma tefeğine dolaşmasıyla kasa bir yana ben bir yana… Araba… Hastane doktor… Hayal görüyorum… Evdeyim, anam başımda… Köyde arkadaşlarımla çam devrildi oynuyoruz… Gözümü açtığımda bezim evde alışık olmadığım beyaz çarşaflı bir yataktayım. Üstümde pijama var. Pijamayı ortaokula gelince okuduğum yatılı da öğrendim. Birkaç gün sonra çıktım hastaneden. Meğer üzümcü amca beni bağda çalışan kadınlardan birinin çocuğu sanmış… İri kıyım amcam beni bırakmadı, durumu anlamıştı… Badem tarlasında çalışan kadınlara ekmek su taşımaya başladım. Okullar açıldı, işin bitmesine üç dört gün var, bırakamadım işi. Kazandığım parayla bizim kasabanın pazarından kadife pantolonumla pazen yeleğimi aldım. Elbise buydu ve bunun dışında elbise tanımazdım.  Okula birkaç gün geç gittim. Sevgili öğretmenim endişelenmiş, aile yakınlarımın beni okula göndermediklerini düşünmüş. İlk haftanın Cumartesi günü sekiz-on öğretmen köye çıkarma yapmışlar. Nerede olduğuma ilişkin aile yakınlarımı bir güzel sorgudan geçirmişler. Nerede olduğumu bilmediklerini söylemişler. Okula geldiğimde sevgili hocam kaybettiği bir şeyi bulmanın heyecanıyla koşarak gelip beni kucakladı. “Ben varım dedi, biz varız. Bütün öğretmenlerin senin arkanda. Seni kimsenin okuldan almalarına izin vermeyeceğiz”. Ortaokul üçüncü sınıfa geçmiştim. Öğretmenlerim sana çaktırmadan beni sorguya çekerler, derslerim. İhtiyaçlarım konusunda bilgi alırlardı. Diğer öğretmenlerimin derslerim konusunda övgü dolu sözleri karşısında sevgili hocamın mutluluğu görülmeye değerdi. Ramazan ayıydı. O yıl oruç tutmadım. Simit yerken beni yakalayan adı lazım olmayan bir öğretmenim beni Tayfur Hocama şikayet etti. Geçen sene yatılı öğrencilere teravih namazı kıldırırdı, bu yıl niye kıldırmıyorsun, lan, hadi söyle bakiimmm”.. Elini kaldırmasıyla hocamın müdahalesi gecikmedi. “Önce elini indir, sonra seni ilgilendirmez, istiyorsun teravih namazını kendin kıldır”.

Aradan yıllar geçti… Karşılaştığımızda aradan geçen onlarca yıl içinde yaşamıma ilişkin gazetelerden, televizyonlardan, gazetelerden an be an beni izlediğini gördüm. Yine aynı Tayfur Hocamdı, yine ben onun oğluydum. Israrla avukatlık yaptığı İzmire çağırdı beni. Geldiğimi haber verdim. Eşiyle kızına da haber vermiş. İçeri girdiğimde bir genç kız “abi2 diyerek boynuma öyle bir atıldı, öyle bir sarılıyor ki bana şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağım. Yengem daha bir mesafeli ama soğuk değil. Hocam “ tanıştırayım sizi” dedi. “Size daha önce anlattığım oğlum İdris. Kızım (X), ve yengen… Kız kardeşim nasıl dönüp dönüp bir sevecenlikle bakıyor yüzüme, gelip gelip tekrar sarılıyor, yanaklarımı öpüyor… Yengem söze girdi. Tayfurun ilk eşindenmişsin ama bugüne kadar tanışmak nasip olmadı… Hocam nasıl bir kahkaha patlattı, nasıl gülüyor, gözlerinden yaşlar gelmeye başladı gülmekten. Kız kardeşimi dışarı kahvaltılık almaya gönderdi, yalnız kalan yengeme-yoksa üvey anama mı demeliydim- “ hanım dedi, ben senden önce hiç evlenmedim. Sen ilk evliliğimsin. Ancak gerçek babası ben olsaydım İdrisi ancak bu kadar çok severdim. Kızımın, İdrisi abisi bilmesini çok istiyorum, lütfen böyle bilsin. Yengemin dünyada hiçbir kadının sahip olmadığı o şefkat, içtenlik ve sevgi dolu güzel gözleriyle bana nasıl baktığını gördüm. Kalktı sarıldı bana… Kız kardeşim elinde bir paketle geldi, mutfağa yöneldi.   “bunlar kalsın dedi hocam, dışarı çıkalım,  kahvaltıyı açık havada yapalım”. Kız kardeşim itiraz yollu “ baba poğaçalar, börekler çok güzel, çayı hemen getireyim” deyip mutfağa giderken odanın ışıklarını yaktı. Hocam müdahale etti. “ışıkları söndür lütfen, kahvaltıyı da dışarıda yapacağız”… Üvey annemle kız kardeşim hocamın biraz da sertçe çıkışına bir anlam veremediler. Hocam “ Cezaevinde geceli gündüzlü yirmi dört saat hiç sönmeden yanan elektrik lambalarının ışığı insan psikolojisinde iz bırakır, daracık yerlerde yaşamı geçen bir insan kapalı alanlardan ürker, sıkılır, dışarıda bile olsa elektrik lambalarının ışığı göze batan çivi gibi eziyet verir, cezaevi cehennemini çağrıştırır”  dedi. Böylesine izan sahibi bir öğretmenin öğrencisi olmanın verdiği gururun galiba tarifi imkânsızdı.  Hocama baka kalma sırası bendeydi…