Şuanda 274 konuk çevrimiçi
BugünBugün3275
DünDün2340
Bu haftaBu hafta7597
Bu ayBu ay7597
ToplamToplam10476021
Ulusal kapitalizmden küresel kapitalizme / 3 PDF Yazdır e-Posta


-DEMOKRASİDEN FAŞİZME-


17. Yüzyılda yaşamış bir gezginin nostaljik notlarını okusaydık galiba şöyle yazmış olacaktı: “Dış görünüşü görkemli derebeyi şatolarının içinde keder ve hüzün vardı, uçsuz bucaksız imparatorluklar kaynayan kazan, imparatorlar sinirli ve gergin, şato malikleri geleceklerinden umutsuz, derebeyleri bütün ihtişamlı görünümlerine karşın tedirgin ve ürkekti”.
Ekonomik yaşama ticaret yollarını tutarak başlayan, önceleri “ zararsız tüccarlar” olarak görülen, bütün sınıfsal inşasını “ para üzerine” kuran, yaşadığı dönemin yaşam tarzına, maddi ve moral değerlerine uygun olmayan bir sınıf çıkıyor tarih sahnesine. Burjuvazi… İmparatorlukları maddi olarak ablukaya alıyor, ticaret alanları, parasal hacimleri genişleyip büyüyor ve fetihçi imparatorluklar, savaş harcamalarının içini boşalttığı hazinelerini bu “ zararsız tüccarlardan” aldıkları borçlarla ayakta tutmaya çalışıyorlar. Toplum para ile tanışıyor, maddi yaşam feodalizmin değişim aracı “takas” a dayalı ekonomik yapısının yerine paraya dayalı ticaret üzerine inşa ediliyor. Hiç zorlanmadan ve hiçbir siyasi müdahale olmadan… İmparatorluklara borç verecek kadar güçlenen bu sınıf kendi değerlerini örerek feodal imparatorluklarda siyasi ve politik bir güçtür artık ve sıra ekonomideki gücünü siyasi iktidara taşımaya gelmiştir. Güçlü Feodal imparatorlukların iktidarını parçalayarak zayıf imparatorlukların çok uluslu yapısından Ulus devletler devşirerek, yıkarak, ıslah ederek “ulus kimliğini” ön plana çıkarıp ortak değerler olarak kabulünü sağlayarak, ekonomik olarak pazarının, siyasi olarak iktidar alanının sınırlarını çiziyordu. Burjuvazi ancak ulusal sınırlarla çevrilmiş bir ülkede iktidar olabilirdi. Burjuvazi egemen bir iktidar için altın anahtarı bulmuştu. Ülke ve Ulus... Bunun için “Ebedi ve ezeli olan, dokunulmaz ve ortak kabul etmez”, ilahi güçleri elinde toplayan imparatorların, kralların, derebeylerin, sultanların imparatorluklarını parçalayarak varlığının temeli olan “ulusun ülkesini” yaratabilirdi. Feodal iktidarları şaşkınlığa uğratan bu istek elbette feodallerden karşılığını bulacaktı ve burjuvazinin bu “haddini bilmez” isteğine gerekli cevabı verecekti. Oysa kale çoktan içten fethedilmişti ve görkemli feodal iktidarların kumdan bir kale gibi dağılması için sert bir rüzgârın esmesi yeterliydi. Yani, şatoların dış görkemli dış görünüşlerinin içindeki huzursuzlukların haklı bir sebebi vardı ve kralların iktidarı “ zararsız tüccarların” eline geçiyordu, malikâneler çöküyor, şövalyeler işsiz kalıyor, derebeyleri kumar masasından “müflis” olarak kalkıyordu. Çürük bir kurt gibi feodalizmin görkemli gövdesini kemirerek gelişen bu sınıf nihayetinde bu görkemli ağacı kökünden devirip kereste deposunda yakacak olarak atacaktı. Ne bin yılların feodal iktidarlarını çöp sepetine atan burjuvazi çok yetenekliydi, ne de içine giren bir çürük kurdun kemirmesiyle alaşağı olan feodal iktidarlar çok acizdi… Tarihin yönü buydu ve hiçbir sınıfın iktidarı ezeli ve ebedi değildi, toplumsal ve tarihsel varoluş koşullarını yitiren, miadını tamamlayan sınıflar iktidarlarını kendi içinden doğan ve kendisinden farklı, başka özelliklere sahip sınıflara bırakmak zorundaydı ve olan da buydu . Nihayet burjuva iktidarları bekleyen kaçınılmaz son da aynıydı ve kapitalizm kendi yarattığı baldırı çıplaklara, işçi sınıfına iktidarı bırakmak zorunda kalacaktı. Avrupa’da “Ulusal kimlikli sert rüzgârlar” esmeye başladı ve burjuva efendiler feodal beylerin yıkık imparatorlukların üzerine “Ulus devletlerini” kondurdular. Feodalizmin toprağa bağlı “ekonomisi” yerini, makinelere bağlı manifaktür /atölye ve giderek büyük ölçekli fabrika üretimine bırakırken, feodalizmin gevşek, dağınık siyasi iktidar yapısı da yerini merkezileşmiş, denetleme yeteneğine sahip burjuva iktidarlara bırakıyordu. Burjuvazi iktidara gelirken kitlesel desteğine muhtaç olduğu halka özgürlük vaat ediyor, köleliğin kaldırılacağını, angaryanın son bulacağını müjdeliyordu. Pazarlarda insanlar köle olarak satılmayacaktı, yalnızca serbestçe oluşturulan pazarlarda ücret karşılığı emeklerini satacaklardı. Dediğinin önemli bir kısmını yaptı da. Kölelik yasaklandı, iktidarların seçimlerle değişmesi, oy kullanma hakkının herkese tanınması, seçme ve seçilme hakkının tanınması gibi toplumsal yaşam genel ve soyut yasalarla güvenceye alındı. Ekonomik alanda, üretimde farklı kapitalist gruplar arasında kıyasıya süren serbest rekabetin karşılığı düşünce alanında liberalizmdi. Ekonomik alanda burjuvazinin kendi değirmenine su taşıyan “ bırakınız yapsınlar” cömertliği politik/siyasi alanda pek karşılığını bulmadı. Bu ekonomik ve politik alanda kıyasıya rekabet burjuva iktidarların meşruiyetinin toplumda genel kabul görmesine hizmet ediyorsa meşru idi, ancak kapitalizme ve burjuva iktidarlara dil uzatmak, sömürüyü gündem yapmak, çalışma koşullarının ağırlığından, ücretlerin düşüklüğünden söz etmek idare edilebilir, hoş görülebilirdi de, bu memnuniyetsizlikleri ete kemiğe büründürmek, örgütlenmek, çalışanların sendikalaşarak işveren karşısında maddi bir güç oluşturmasına yönelik faaliyetler bu hoş görü kapsamının dışında kalıyordu ve burjuvazi açısından “ o kadar da uzun boylu değildi”. Hele maazallah çalışanların ve üretenlerin üretimden gelen güçlerini kullanarak iktidara talip olmaları burjuvazi için uyanıkken korkunç bir kâbus görmek gibi bir şeydi… Laf etmek serbestti, çünkü liberal düşünce esastı, Kapitalizme karşı ekonomik/politik, siyasi faaliyetlere hoş görüyle bakılamazdı, çünkü konulan sınırlar aşılmış olurdu. Bu gün bile hak etmediği bir isimle anılmak istenen liberalizm, dün de gerçekten özgürlükçü değildi, feodalizme ve değerlerine ateş püskürür, burjuvazinin feodalizm karşısındaki “ilericiliğinin” yanında yer alır, burjuva iktidarlara ve kapitalist sömürüye karşı cephe alan devrimcilerin “katledilmelerinin vacip olduğuna” ilişkin fetva verirler. Liberallerde bir samimiyet aranacaksa, samimiyetlerinin sınırı budur. Doğaldır, liberalizmi doğuran burjuvazidir ve liberaller de burjuvazinin ekmeği ile var olmuşlardır ve varlıklarının yolu kapitalizmin kılıcını kuşanmaktır. Riyakâr, sinsi, Korkak ve ikiyüzlüdürler, çünkü mensubu bulundukları sınıfın özelliğini taşırlar. Kapitalizmin, ekonomideki serbest rekabeti ve yönetimdeki “liberal” genişliği ile iktidarının ezeli ve ebedi olduğuna dair gördüğü mest edici düş uzun sürmedi. İçinden çıktığı feodalizme kafa tutan ve onu alt eden burjuvazi, şimdi içinden çıkan ve iktidarına kafa tutan işçi sınıfının cepheden, çok yönlü saldırılarıyla karşı karşıyaydı. Sınıfsız, eşit, ayrıcalıksız bir toplum yaratmanın mümkün olduğuna dair sanat, felsefe, edebiyat, kültür, ahlak alanlarında bu “ başka bir dünyanın” rüzgârları esmeye başlamıştı. Henüz genç sınıf olarak iktidar koltuğuna oturur oturmaz Babeuf adlı bir devrimcinin saldırısına uğramıştı ama Babeuf, Burjuvazinin ilan ettiği adalete uygun olarak derisi yüzülerek bertaraf edilmişti.. Belki sınıfların meydan savaşının simgesiydi Babeuf’la Burjuvazi. Burjuvazi bu savaşın galibiydi ama bu burada bitmezdi. Kapitalizm, “ toplu cinayetler işlemeye teşne, mafyatik bir yapı ” olduğuna ilişkin hazırlanan sınıfsal iddianame ile ilk kez ciddi yargıçların karşısına çıkıyor, günahları ve sevapları ayrı ayrı istif ediliyor ve mahkum oluyordu. Kapitalizmin mahkûmiyetine karar veren Marks ve Engels isimli yargıçların kararını Paris işçileri Paris Komünüyle infaz edecekti. İşçi sınıfının komün deneyimi sınıf mücadelesinin gerçek alfabesiydi ve geleceğe ilişkin derslerle doluydu. Elbette bu kadar genç, bu kadar dinamik kapitalizmin, infazcılarına teslim olması beklenemezdi ama burjuvazinin kronik ve yıkılıp gidinceye kadar sürecek olan ilk ciddi baş ağrısı migreni de başlamıştı. Hakkını teslim edelim. Yine de tarih sahnesine çıkarken getirdiği değerler küçümsenir değerler değildi, ilericiydi ve umut edilirdi ki bir zaman gelip de bizzat burjuvazinin kendisi kendi ilerici değerlerine ihanet etmesindi. Özel mülkiyet üzerine kurulan iktidarların ilericilik enerjisi nereye kadardır, güneşi ne kadar ısıtır, yağmuru ne kadar bereketlidir… Göreceğiz.