Şuanda 199 konuk çevrimiçi
BugünBugün3232
DünDün2340
Bu haftaBu hafta7554
Bu ayBu ay7554
ToplamToplam10475978
Düş ve gerçek / 2 PDF Yazdır e-Posta


Gel, seninle kırk yıl geriye gidelim. Demir tavında dövülür, söz de zamanında söylenir. Söylenmeli, yaşananlar bir insanın yaşamının olağan, normal yaşamı değil ki… Kan ve ateş hattında, sessizce, vakur, onurlu insanların, yaşamı yeniden yaratanların destansı trajedisi… Normal bir ülkede yaşamıyorsun ve kırk yıl önce üstlendiğin yaşamın insanlaşmasındaki üstlendiğin, bunun için yaşamını ortaya koyduğun görevinin üstüne düşenini yerine getiremedin, bu gün bu görevi üstlenen, bayrağı devralan devrimcilere borcun var. Bilmeliler ve anlamalılar ki, engel sadece mücadele ettiğin güçler değil, keşke temizlenmesi gereken taşlar sadece bunlardan, gözle görülür olanlardan ibaret olsaydı, işimiz mutlak daha kolay olurdu… Biz bu taşları temizler, toprağı cennet bahçesi yapardık. Lakin sınıf mücadelesinin tarihi boyunca devrimciler bu güçlerin gizli ittifakı, keskin görünümlü içlerine sızan, görevleri hayatın her alanında sınıf mücadelesini dumura uğratan “Truva atlarının” hedefi olmuşlardır. Bunlar, evrimcilerin yıpratılması, kitleler nezdinde itibar kaybına uğratılması, devrimcilere kitlelerin güveninin sarsılması ve sınıf mücadelesinin sekteye uğratılması için açık kimlikli sınıf düşmanlarından aldığı talimatı öylesine profesyonelce yerine getirmişler, öylesine etkili olmuşlardır ki devrimci hareketin yenilgiye uğramasında başat bir rol oynamışlardır. Hala öyle değil mi, hala sınıf bilincinden ve örgütlenme pratiğinin deney ve tecrübesinden habersiz devrimciler arasında cirit atıp hüküm sürmüyorlar mı?...Susmak, bu soysuzların, yarasaların gece karanlığında hüküm sürmesine katkı sağlamak olmayacak mıdır. Kimseyle kişisel bir alış verişimiz, kimseye kişisel bir düşmanlığımız yoktur, kimse buradan böyle bir sonuç çıkarmamalıdır. Belki de yaşamın dayatmaları sonucu, belki gerçeğin kırbacının kanatırcasına yüzümde şaklaması sonucu bugün, geçmişin grupçu tavrına sahip değilim. Ancak itiraf da edilmelidir ki, biz devrimci ruhu o mensubu olduğumuz devrimci gruplarda kazandık, aynı zamanda ihanetleri de bu grupların içindeki “Truva atlarının” sinsi kurnazlıklarında yaşadık… Karşı devrim ne kadar acımasız, ne kadar saldırgan olursa olsun bizim sadece öfkemizi biledi, hayallerimizin ufkunu açtı, bu gün bile şikâyetçi değilim. Sınıf mücadelesinde şikayetin, mızmızlanmanın yerinin olmadığını hayat öğretti… Ancak, dengesizliğimiz ve tecrübesizliğimiz nedeniyle iç yüzlerini göremediğimiz, niyetlerini anlayamadığımız “dost, arkadaş, yoldaş” diye bağrımıza bastığımız bu ihanet şebeke, karşı devrimin gizli görevlilerinin saldırılarından ağır biçimde yaralandık… Yenilgimizin ardından gelen karşı devrimin saldırılarında işkenceci başlarının, gözlerimizde hüzün bulutları, alnımızda üzüntü kırışıklıkları yaratmaya güçleri yetmedi ama bunlar içimizi kanatmayı başardı… Belki de sınıflar savaşının en acımasız savaş olduğunu bunları yaşayarak mı öğrenecektik… Belki de bu gün grupçu tavra sahip olmadığımın, devrimci mücadelenin en esaslı unsurunun samimiyet olduğunu görmemiz için aşağılık yaratıkların zamirlerini öğrenmemiz gerekiyordu.
Yüzümüzde gençlik sivilcelerinin yeni yeni uç verdiği, henüz yirmili yaşlara basmadan “ bu çorbada tuzumuzun olmasını” isteyen bizdik. Zapt edilmez bir ruhsal coşkuyla aldık devrimci saflarda yerimizi. “ Kullanıldılar” zevzekliğinin de yeri yok. Ne yaptıysak bilerek isteyerek yaptık. Muhtemelen devrimcilerin “ kullanıldığına” ilişkin gazel okumayı marifet sayan zevzekler, delikanlı gözlerimizdeki pırıltıyı göremeyecek kadar ruhsuz ve kördüler. Eline diken battığında hastane kapılarını yol edenlerin ölüme gülerek gidenlerin şarkılarını nasıl anlayabilirler ki… O içtenliği, o fedai ruhların içinden hangi ırmakların aktığını nereden bileceklerdi ki… Onlar düzenin “akıllıları” idi, bizler mahallenin delisi… Derler ki bir “akıllı” bir delinin anladığını anlamaz, çünkü küçüktürler ve küçüklük anlamaya engeldir, bir “akıllı” bir delinin gördüğünü de göremez,” çünkü görmek ayağa kalkmaktır… Ayağa kalkmak yerine efendilerinin önünde ceketlerinin düğmelerini iliklemeyi akıllılık sayarlar… Haziran gecelerinde kuşatılmış gecekondusunda, tüm ailesinin öldürülmesi korkusu yaşayan, korkusu çocuklarının göz bebeklerine yansıyan bir annenin, babanın” geldik, buradayız, korkmayın” diyen, çocukların ruhlarına işleyen o güven verici devrimci nakış neden dokunmuştur, ipliği ne renktir?. Kim bilebilir bunu, kim anlayabilir kendilerini pusuların kucağına atarak o aileyi ölümün elinden çekip alan bir ruhun asaletini… Hiç tevazu göstermeyeceğim, devrimciler… Yalnızca devrimciler… Çaresizliği yaşamın haritasından ilelebet silmek kimin idealidir, kimler bunun hayalini kurar, kimler bunun hayaliyle yatar kalkar, kimler bu uğurda gencecik yaşlarında ölüme “ hoş geldin, sefa geldin” diyebilir. Devrimciler, yalnızca devrimciler… Bizi biz yapan ideallerimizdi, hayallerimizdi… Bugünden yarına bir şey de beklemedik, bedelinin ağırlığını peşinen kabul ettik… Bütün meşakkatlere vakurla, böbürlenmeden, afra tafra etmeden katlanabilirdik… Yaşamımızın en güzel, en naif ve en kırılgan yanıydı ve gözümüz gibi koruduk bu imrenilesi yanımızı. Yaşamı zehir zıkkım eden bütün devlere saldıracak, ejderhaların bütün kollarını kesecektik ve farkındaydık ki, bizler bir avuç gökyüzü fedaisiydik. Farkındaydık ki bizler bir avuç fillere meydan okuyan delikanlılardık… Lakin, dost arkadaş bildiklerimizin beklenmedik ihanetleriyle yaralanan yürek… Kırk yıldır kanar da kanar…
Dedikodu ve pespayeliğin ucuz pazarından doldurmadık filelerimizi, hayata ve insana ilişkin bir kaygılarımız, umutlarımız, sevinçlerimiz vardı, huzursuzduk geleceğe kuramama endişesinden ve hayat düşmanlarının namlularına meydan okumanın onurunu, kıvancını yaşıyorduk… Avdık, avcıların namlularına göğsümüzü germenin huzuru içindeydik… Ya bizi en incitici yerimizden vurmayı başaran ihanet şebekeleri… Yaşamlarınıza anlam katacak bir an’ınız olmuş mudur ki… “Başaramadık”ın huzursuzluğunu, “ hesapsız kitapsız savaştık” ın iç huzurunu satılık kişiliğinizde boşa arayacaksınız…
Efendilerinizin tezgâhlarında dokunmuştu kumaşınız ve iyi eğitmiştiniz maharetliydiniz de bir av köpeği kadar… İyi koku alırdı burnunuz ve avınızın en ölümcül yerine saplamanız için hançerinizi bir katil kadar da soğukkanlıydınız… Onurumuz her şeyimizdi ve hedefinizde onurumuz vardı… Buyruk beklerdiniz malum merkezlerinizden… “Apar Cooo”… Dişlerinizi şahdamarımıza geçirip kanımızla beslendiniz… Yani hak ettiniz doğrusu efendilerinizin en içten aferinlerini… Soy soy, boy hiyerarşik yapınız vardı… Özellikle o yalamalarınız… Sizin ağzınıza bakan… Sizin efendilerinizin ağzına baktıklarınız gibi… Sizin efendilerinizin buyruğu karşısında boynunuzun kıldan ince olduğu gibi de inceydi boyunları sizin emirleriniz karşısında… Lağımlardan temin ettikleriniz silahlarla vurmaya kalkıştınız… Şimdi neredesiniz sahi… Buradaki efendileriniz boku çukura gömer gibi gömdüler mi sizi lağıma… Mesela daha selamet bulduğunuz yerlerde geçiminizi kimler sağlıyor… Hizmetlerinde kusur etmediğiniz efendileriniz esaslı uşaklarına “ bizim için çok insan ısırdı, şu köpeğe ölmeyecek kadar yal verin” dediyse bunda sizin suçunuz yok ki… Köpeğe insan muamelesi yapmayan efendilerinizin de suçu yok… Köpekler var oldukça sahipleri de olacaktır, sahipleri oldukça köpekliği mertebe sayan iki ayaklı yaratıklar var olacaktır. Ya da hala yanı başımızda yaşayan köpekleri sizden daha mı şanslı sayıyorsunuz… Yok, biz yadırgamıyoruz sizleri, sizi besleyen bu düzen var oldukça çeşitli kılıklarda, çeşitli isimlerle hep var olacaksınız. Zaten bütün korkunuz da buydu değil mi, size yal verecek efendilerinizin defteri dürülürse sizin de ekmeğiniz kesilecekti… Naneyi sezdiniz…
Kırk yıl önce bir devrimcinin anlık bir davranışı, hüznü, kederi, bir ahı bütün çıplaklığı, bütün canlılığı ile hala belleğimdedir de bu türlerin ne bok olduklarını anlamaya çalışmaktan yoruldum artık ve açıkçası da beni ilgilendirmiyor. Yine karşı karşıya geleceğiz… Henüz ölmedik, ideallerimiz öylesine pırıl pırıl, öylesine göz alıcı ki… Arkamızdan kızlı, erkekli yeni milyonlar yetişti, mücadeleyi devraldılar… Bu kez o sinsice tuzaklarınızla kalbimize sapladığınız hançerinizi nerenize sokacağımızın bilinciyle, deney ve tecrübesiyle… Gün ola, harman ola…