Şuanda 56 konuk çevrimiçi
BugünBugün373
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8097
Bu ayBu ay8097
ToplamToplam10476521
1974'ten 80'lere doğru Acilciler (7) PDF Yazdır e-Posta


 1977 yılı ilk yarısında, İstanbul örgütü çalışmalarını sürdürüken, Antakya’dan İstanbul’a, askeri eylemlerde yer almak için Ali Sönmez ve Nebil Rahuma yoldaşların dışında bir kişi daha geldi. Mihrac Ural tarafında ‘profesyonel militan’ olarak, eylemlerde şoför’lük yapması için gönderilen bu kişi, ZÜHTÜ kod adlı ALİ ÖLÇER’dir.

Ali Ölçer,nam-ı değer ‘’Zühtü’’nün kim oldugunu,  Nebil ve Ali de bilmediklerinden, kendileriyle beraber, Cihangir’deki örgüt evinde beraber kalmalarında sakınca görülmemişti.Çok fazla degil, kısa  sürede ,  Mihrac Ural’ın, ‘’frofesyonel miltanı’’(!) Ali ölçer’i tanımayan kalmadı. Mihrac’ın; ‘’Antakya örgütü; İstanbul’a, İstanbul’daki taraftarları egitmek, onlara, askeri eylemleri belletmek için kadro gönderdi’’ diye bahsettigi bu adamın kim oldugu(!) anlaşılmıştı. Bizlere, askeri eylemleri belletmek için gönderilen ‘profesyonel kadro’’ Ali Ölçer,hastalık  derecesinde bir HIRSIZ’ mış meger(!)

Ali ölçer, cihangir’de örgüt evinde, Nebil Rahuma ve Ali Sönmez’le birlikte kalırken, kimsenin evde olmadıgı bir gün, evin alt katında bulunan Albay emeklisi bir şahsın evine giriyor,evde bulunan değerli eşyaları  toplarken(!) içeriye giren albay emeklisi ev sahibi  tarafından yakalanıyor. Albay, yukarda kalan kişilerin( Nebil ve Ali’nin) ögrenci olduklarını zannederek polisi çagırmıyor.  Ali Ölçer’in kulagından tutarak kapıya dayanıyor. Kapıyı açan Nebil’e, ‘’ evladım, arkadaşınız evime  girip hırsızlık yapıyordu yakaladım, sizler ögrenci gençlersiniz yazık degilmi, böyle şeyler size yakışmaz. Herhangi birşeye ihtiyacınız varsa bana söyleyin’’diyor ve Ali Ölçer’i Nebil’lere teslim edip gidiyor. Nebil ve Ali bu olay üzerine Ali Ölçeri evden atıyorlar. Bu olaydan sonra Ali Ölçer, Haydar Yılmaz’ın, partizan ve halkın kurtuluşu taraftarlarıyla birlikte kaldıgı, Beşiktaş’daki ögrenci evine geçici olarak geldi . Ali Ölçer,hastalık derecesinde hırsız. Hırsızlık yapmadan duramıyor. Haydar Yılmaz’ın evinde de böş durmadı.(!) HK’ den bir ögrenci arkadaşın cebinden para çalmaya başladı. Bu olay birkaç defa tekrarlandıgı için  arkadaş dayanamıyor ve çekinerek de olsa Haydar Yılmaz’a bu olayı anlatıyor. Haydar Yılmaz, önce inanmıyor. Bu durumu kendisine söyleyen arkadaşa çok kızıyor.’’ Hayır benim yoldaşım böyle şey yapmaz’’diyor. Bir kaç gün sonra eve geldiğim zaman, Haydar bu olayı bana anlattı. İnanmadık tabi, yinede, Engine anlatmaya karar verdik.  Engin; Ali ve Nebil’e soruyor, derken herşey açıga çıktı ve Ali ölçer İstanbul’dan uzaklaştırıldı.

Ali Ölçer’in bundan sonraki hikayesi’de karışık. Önce İzmir’e gidiyor, İzmir’de, Devrimci-Yol (DY) cularla birlikte, onların ögrenci yurtlarında kalıyor, orada’da kim oldugu anlaşılıyor ve  memleketi Antakya’ya dönüyor. Dolaştıgı her yerde, ‘’ ben acilciyim, banka soygunlarına karıştım’’ vs diye hava attıgı için de aranmaktadır(!) Antakya’da abi’leri tarafından polise götürülen Ali Ölçer’i ciddiye almayan polisler, serbest bırakıyorlar ve askere gönderiliyor. Ali Ölçer, Nam-ı değer Zühtü, askerden sonra Hollanda’ya gidiyor ve Samandag Ziraat bankası soygun’undan aldıgı parayı örgüte vermeyen Adnan Demir ile iş yapmaya başlıyor.  Uzun sürmüyor ve  Hollanda’da, mafia’lar arası çatışmada vurularak öldürülüyor.  Ali Ölçer’in kardeşi, şimdi Adnan Demir’in şofürlügünü yapmaktadır.

Evet, Mihrac Ural’ın İstanbul’a gönderdigi ‘’profesyonel kadro’’(!) Ali Ölçer budur.. Ali Ölçer, İstanbul’da hiç bir eylemde yer almamıştır.

 

SELİMİYE AK BANK ŞUBESİ KAMULAŞTIRMA EYLEMİ...

1976 tarihinde, İstanbul Paşabahçe’de oturuyordum. Tekel içki fabrikasından emekli ev sahibim, koyu bir Erbakan’cıydı. Eşimin Paşabahçe Çigdem ilk okulunda ögretmen olması nedeniyle evini zorluk çıkartmadan  kiraya vermesine rağmen, benim ögrenci olmam nedeniyle ’komünist’ olabilecegimi, düşünerek(!) benden kuşku(!) duydugu açık seçik belli oluyordu. Ne zaman okul’dan eve gelsem, bir bahaneyle evin önünde durur, göz ucuyla elimdeki gazetelere bakar, hangi gazeteyi okudugumu merak ederdi.

Cumhuriyet gazetesini görülmeyen bir yere, Tercüman gazetesini de elime alır görebilecegi şekilde sallaya sallaya eve girerdim. İki katlı evin üst katında, iki kızı ve hanımı ile birlikte kendisi oturur, ‘’günah’’ oldugu gerekçesiyle evine tv almazdı. Bu bakımdan, Tv haberlerini bizim evde seyretmeyi alışkanlık haline getirmişti. MSP(Milli Selamet Partisi) genel Başkanı Erbakan’ın konuşmalarıın oldugu her akşam, kızları ve hanımıyla eve gelir,bir yandan, Erbakan’ın konuşmalarını dinler, öte taraftan da, bana propaganda(!)  yapardı. Seçimlerde oy’umu  kime verecegimi sormayı da ihmal etmezdi tabi( !) Evdeki kitaplara göz ucuyla ve bana hissttirmeden bakar ve laf arasında ‘’İbrahim efendi oğlum, bunlar komünist kitapları degilmi ? diye sorar, verecegim cevabı can kulagıyla dinlerdi.. ‘’Okul’da komünist(!) hocaların, ödev olarak bunları verdiklerini ve mecburen almak zorunda kaldıgımı  söyler, bir süre için rahatlatırdım. Zaman içersinde, kimseyle hiçbir siyasi bağımın olmadıgına inanmış olacak ki,  evde olmadıgımız zamanlar, zorunlu olmadıkca dışarıya çıkmalarına müsade etmedigi ve çarşaf giymelerini zorunlu kıldıgı yetişkin kızlarını, sırf ‘’allah için yardım’’ diye, temizlik yapmaları, varsa bulaşıkları  yıkamaları  için eve göndermeye başladı. Her seferinde ‘’neden rahatsız oluyorsunuz’’ dememe ragmen, ‘’ayrımız gayrımız mı var, kızlar evde boş oturuyor, hoca hanım yorgun oluyor, allah için yardım sevaptır’’ der, sesimi çıkartamazdım. Rahatsız olmama karşın, yeni bir ev buluncaya kadar mecburen katlanmam gerekiyordu. Evin yedek anahtarı kendisindeydi ve bir kaç kere anahtarımı kaybettigimi bahane ederek istememe ragmen, mutlaka kendisinde yedek bir anahtar bırakıyordu.

1977  yılının mart ayı sonlarıydı, Engin Erkiner eve geldi  ve güvenilir bir şoföre ihtiyac oldugunu, böyle bir kişi tanıyıp tanımadıgımı sordu. Tanıdıgımı söyledim. O sırada evimde misafir olarak kalan sempatizan bir hemşehrim (K.Y.) bulunuyordu. İyi araba kullandıgını bildigim için kendisine danışmadan olumlu cevap vermiştim. Örgütün paraya ihtiyacı oldugunu ve bu nedenle Selimiye Ak Bank şubesinin kamulaştırılacagını söyledi.

3 nisan 1977 tarihinde gerçekleştirilen bu eylemden bir gün önce, gece yarısına dogru, Engin’le beraber Selimiye’ye giderek, sabah kamulaştırılacak olan Banka şubesi önünde bulunan telefon kulubesinde, telefon kablosunu bıçakla keserek, eylem anında dışardan olayı gören, yada eylem sonrası buradan polise telefon edilerek yardım istenmesini engellemek için tedbir almış olduk. Engin’de bu arada alarm kablosunu keserek iptal etmişti. 

SABAHA KADAR PARA SAYIYORUM(!)

3 Nisan 1977 ögleye dogru, Haydar Yılmaz ve Ali Sönmez, Selimiye Ak bank şubesinden el konulan para ve eylemde kullanılan silahlarla birlikte eve geldiler. Bir gün önce, Engin Erkiner tarafından uyarıldıgım için haberliydim ve heyecanla evde bekliyordum.  Paranın ne kadar oldugunu merak ediyorduk. Oda’ya geçtik ve torbayı açarak paraları saymaya başladık. İlk başta Haydar oturuyordu. Haydar, saydıgı parayı Ali Sönmez’e , Ali’de bana veriyordu. Sonunda 900 bin lira olarak saydıgımız para ve silahları tesli alarak, yatagın altına koyduktan sonra hep birlikte evde ayrıldık. Ben okul’a, Haydar ve Ali’de evlerine gitmişlerdi.

Akşam erkenden eve döndüm. Haberleri dinlemek istiyordum. Kamulaştırma eyleminin nasıl anlatılacagını merak ediyordum. Haberleri dinlemeye başladıgım zaman şok oldum. Selimiye ak bank şubesinden alınan paranın 300 bin lira civarında oldugu söyleniyordu. Oysa, bana teslim edilen para 900 bin liraydı. Yerimden kalktım paraları aldım ve odaya geçip tüm paraları önüme koydum ve saymaya başladım. Evet, bendeki para, 300 bin kusurdü. Gece yarısına dogru, tüm kanallardan haber dinliyor bir yandan da defalarca paraları sayıyordum. Bana teslim edilen para ile elimdeki para arasında tamı tamına üç katı bir eksiklik vardı. Sabaha kadar en az 20 defa para saydım. Gözüme uyku girmiyordu. Sabah ilk işim dogru Beşiktaş’a giderek Haydar Yılmaz’ı bulmak oldu. Durumu anlattım. Haydar’da durumun farkındaymış, haberlerde aynı şeyleri kendiside duymuş ve o da şaşırmış.

Aslında, bu tür eylemlerde sonra, genellikle el konulan paraları, az degil, daha fazla gösterirler. Banka çalışanları yada müdürler, bu tür eylemlerden sonra kendi açıklarını da alınan paraların üzerine ekleyerek açıklarını kapatırlar. Bizdeki durum, bunun tam tersiydi. Banka yetkilileri alınan parayı, bizim saydıgımız para’dan üç kat daha eksik  gösteriyorlardı(!)

 Bir süre sonra, yaptıgımız yanlişlıgın(!) farkına vardık. Haydar, paraları sayıp Ali’ye verirken, Ali’de, Haydardan aldıgı parayı,  yeni baştan sayacagına , devraldıgının üstüne katlayarak devam edip bana veriyor, aynı şeyi ben de tekrarladığım için, 300 bin lira ediyor 900 bin lira(!) Yanlışlık ortaya çıktıktan sonra derin bir nefes alarak rahatlıyorum.

NİÇİN SOSYALİST OLUNUR...?                 

74- 80 devrimci kabarış döneminin nedenleri arasında, bir degil, birden fazla unsurun bulundugu bilinmektedir. Mahir Çayanlar’dan Deniz ve İbo’lara duyulan hayranlıgın, kabarışa olan etkisi biliniyor.

Kırdan Kent’e  göçün, kent varoşlarında öfkeye dönüştügü de biliniyor.

Fabrika işçilerinin, tekelleşen ekonomik yapı altında, her geçen gün artan alım güçlerindeki düşüşün, hayatı, işçiler için çekilmez kılan sıkıntıları da  bilinmektedir.

Bütün bunların ötesinde, Deniz, Mahir ve İ.Kaypakkaya’lar tarafından başlatılan, ceberrut devlete karşı başkaldırının yarattıgı sempati ve kişinin kendisine olan güvenin etkisi de önemli bir rol oynamıştır.

Kişinin, beğenmediği düzene başkaldırısında alternatifi tek’ti. Alternatifin tek adı, Sosyalizmdi. Kişi bu nedenle sosyalistim diyebiliyordu. Sosyalizmin ne oldugunu bilmese bile, sosyalist oldugunu söyleyebliyordu.

Sosyalist olmak kişilik bulmak demekti. İnsiyatifi elinden alınmış bireyin, ayrıcalık kazanmak istemesi,en azından bunu arzu etmesi kadar dogal ne olabilirki? Ayrıcalıklı olmak güvenle dogrudan ilişkilidir.

Sosyalizm kişiyi ayrıcalıklı kılıyor, başkalaştırıyordu. Yalçın Küçük’ün çok yerinde bir degerlendirmesini burada tekrarlamak gerekiyor. Yalçın hoca; ‘’ eskide genç kızlar devrimcilere aşık olurlardı, 12 eylül’le birlikte Mafia babalarına aşık olmaya, onlarla gözükmeye özen gösteriyorlar’’ derken, tam da bu noktaya  işaret ettigini düşünüyorum.

Eylül öncesi dönemde, bugün yoktu,gelecek vardı. İdealizm esastı, insanlar, günlük hedefler için degil, gelecek güzel günlerin hayaliyle yaşıyorlardı.

Eylül sonrası yaşananlar, bunu, tam zıddına dönüştürdü. Gelecek degil, günü kurtarak önemli olmaya başladı. Gün’ün bile, gelecek kadar uzak oldugunu düşünenler, an’ların peşine düştüler. Başkalaşmak isteyen birey için güven önemlidir. Sosyalist olmak demek, başkalaşmaya özen duymak demekti. Ayrıcalıklı olmaya özlemdi. Kişiler ayrıcalıklı olmak istiyorlardı ve bu nedenle de sosyalist olduklarını dillendiriyorlardı.

Günü degil, gelecegi kazanmak için hayatlarını seve seve ortaya koyan insanların, birbirlerine karşı güvensizliklerinden söz etmek zordur. 30 sene sonra geriye dönüp bakan insanların ‘’ biz ne safmışız’’ diye hayıflanması bu bakımdan dogru olmasa gerek. ‘’ biz ne safmışız’’ diye hayıflanan devrimcilerin, aslında ‘’ne sıkı idealistlermişiz’’ demelerinin daha dogru olacagına  inanıyorum.

Aradan bunca yıl geçmesine ragmen, o dönemin olanca samimiyeti içersinde, devrimciliginden kuşku duymadıgımız kimi ahlaksızların ( Mihrac Ural örneğinde oldugu gibi) içimizde olabilecegini elbette düşünemezdik. Düşünmek şöyle dursun, aklımızın ucundan bile geçiremezdik. Kuşku duymaz, güven duyardık.

Milyonlarca lira para’yı günlerce yanında taşıyıp evinde muhafaza ederken, ayagında dogru dürüst giyebilecegi bir pantolonu olmayan dürüst militanlarımız vardı. Bunlar azınlık degil ezici çogunluktataydı.

Üzerinde taşıdıgı, evinde muhafaza ettiği ve devrimin bütcesi olarak bildigi bu paradan, sırtına, giyebilecegi bir gömlek almayı bile aklına getirmeyen bu militanların, ‘’yoldaş’’bildikleri insanlardan kuşku duyması beklenebilir mi? Beklenemez elbet. Yıllar sonra, içlerinde ortaya çıkan Mihrac Ural gibi ahlaksızların yaptıklarını duyupta ‘’biz ne safmışız’’ diye iç geçirmeleri elbette dogru degildir.

 

‘’POLİTİK VE ASKERİ LİDERLİGİN BİRLİGİ’’

Mahir Çayan, ‘’silahlı mücadeleyi temel alan örgütlerde, politik ve askeri liderliğin birliği ilkesi temeldir’’ der.Özü sözü bir olan devrimci örgütlerde, masa başı devrimciligini yadsır. Silahlı mücadele örgütü yöneticilerini, hem siyasi, hem de silahlı eylem yöneticileri olarak tanımlar.  Bu tespit, 50 senelik kulagı üzerine yatmış olan devrimci hareketin mücadele ve çalışma anlayışına karşı bir tepkinin ürünüdür.

THKP-C savunucusu tüm gruplar( buna bizde dahiliz)  Mahir’in bu tespitini, olması gerektiği gibi kavradıgımız söylenemez.

Örgütsel yapımız, kuruluşundan kısa bir süre sonra agır darbeler aldı. kurucu ve yönetici yoldaşlarının bir çogunu mücadelenin başlangıç aşamadında kaybetti.

Malatya Beylerderesi’nde, İlker Akman ve Hasan Basri Temizalp yoldaşların imha edilmesi, yönetim kademesinde yaratılan ciddi bir boşluktu.

Bundan bir sene sonra, Trabzon’da Yüksel Eriş, Ankara’da Ömür Karamaollaoglu’nun ölümleri,yönetim kademesindeki boşlugu daha da artırdı.  Tam da bu dönemde ortaya çıkan, Devrim Savaçcıları ayrılıgı ile  militan kadro örgütlenmesinde zaaflar ortaya çıktı.

Aynı şekilde, Ankara’da Rıza Salman, İstanbul’da Engin Erkiner’in de, yakalanması ile kurucu ve yönetici kadroları tamamen etkisizleştirilmiş bir durumdaydık.

Türkiye solunda, hiçbir örgüt bu durumda yoluna devam edemezdi. Bunun örnekleri bulunuyor. Devrim Savaşcıları,daha sonra, Kasabalılar grubu, THKP-C sempatizanları, Koordinasyon, Eylem Birligi vb gibi örgütler, ciddi birer polis operasyonu sonrasında bir daha ayaga kalkamayacak şekilde yok olmuşlardır.

Acilciler örgütümüzün kuruldugu günden itibaren, peryodik aralıklarla, en üst düzeyde yedigi darbelere karşın ne eylemlerinde nede örgütlenme faaaliyetlerinde ciddi bir zaaf yaşanmamıştır. Kısa sürede yaralarını sarmasını bilerek  mücadelesine devam etmiştir.

THKP-C ACİLCİLER’in bu özelligi, onun teorik tespitlerinden gelmektedir. ‘’Türkiye devriminin acil sorunları’’(TDAS) dönemin özgüllügü içersinde, eleştirilmesine karşın, dikkatle okunan, sempatiyle yaklaşılan ve kararlı devrimcilerin dikkatinden kaçmayan güçlü teorik tespitleriyle, tek başına örgütleyici bir konumdaydı. Hiçbir militanımızın bulunmadıgı bölgelerde, TDAS okuyarak kendilerini Acilci olarak tanımlayan devrimci grupların ortaya çıkarak örgütümüzle ilşki kurmaya çalıştıklarını görüyorduk. Yenilen ağır darbelere karşın, ülkenin her köşesinde Acilciler örgütlenmesi bulunuyordu, ülkenin bir çok köşesinde yeni ilişkiler kuruluyordu. Başta yönetim kademesi olmak üzere, temel kadrolarda verilen kayıplar,pratik yönümüzü zayıflatıyor olmasına karşın, teorik yönümüzün,kendi emsallerimiz içersinde çok güçlü oldugunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Politik ve askeri liderligin birligi ilkesini, olması gerektiği gibi kavrayabilseydik, yönetici kadroların mümkün oldugunca korunmaları gerektigi sorununda, daha dikkatli olabilseydik, kimbilir bugünkü sorunlarımızın büyük bir bölümünü belkide hiç konuşmamış olacaktık.

Çok iyi hatırlıyorum. 1977 tarihinde, İstanbul’da, askeri eylemlerin hızla arttıgı bir dönemde, örgütümüzün her eyleminde, illa İstanbul sorumlusu olarak Engin Erkiner’in de, eylemde yer alması gerektiği konusu defalarca gündeme gelmiştir. Teori ve pratik anlamda, tecrübeli yöneticilerin, tüm eylemlerde sürgit yer alması, bir yerden sonra, bunların mutlaka mücadele dışına düşecegi gerçegi öngörülemedi.

(devam edecek)