Şuanda 30 konuk çevrimiçi
BugünBugün355
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8079
Bu ayBu ay8079
ToplamToplam10476503
biat kültürü ve devrimcilik PDF Yazdır e-Posta


Biat İslam’a özgü bir kavram olarak bilinir. Arapça kökenli bir kelime ve bir kimsenin egemenliğini tanıma anlamına geliyor. Doğu toplumlarından İslamiyet’le birlikte oldukça yaygınlaşır birilerine biat etmek. İslamiyet’in ilk yıllarında Muhammed’in elini tutarak ona inanıldığı ve bağlılık göstermek için yapılan hareketlere biat denilmiş. Sonraları İslam ve Türk kökenli devletlerde halife ya da hükümdarın elini eteğini, tahtının kenarını öpmek suretiyle bağlılık bildirme biçimini almış.

Günümüzde de, gerek İslam kuralları ile yönetilen, gerekse de demokratik cumhuriyet olduğunu iddia eden Türkiye gibi ülkelerde devlet başkanlarına, parti liderlerine sorgusuz sualsiz bağlılık biçimini almış. Bu sınıfsız, sömürüsüz bir dünya isteyen, eşitlik ve kardeşliği şiar edinmiş, cins ayırımına, sınıf ayırımına, ulus ayırımına karşı çıkan sosyalist hareketlerde de aynen devam etmektedir. Lider ölünceye kadar lider kalıyor, yapılan kongreler, toplantılar, konferanslar sonuçları önceden bilinen göstermelik eylemler olmanın ötesine geçmiyor.

Demokrasi bilinci edinmemiş toplumlarda kitleler eğilimlerini lider bildikleri bireyler aracılığıyla yansıtırlar. Günümüzde tüm sınıflı toplumlarda liderler sultasına rastlanmasına karşın, lidere tapınma derecesine varan davranışları özellikle doğu toplumlarında gözlemlemekteyiz. Batıda son yıllarda en azından bir kişinin en fazla üst üste iki defa başbakan veya başkan olarak seçilmesi genel geçer bir kural haline gelmişken, doğu toplumlarında lider hala ölünceye kadar liderdir ve hatta liderlik babadan oğla kadar geçmektedir. Bu sosyalist hareket olma iddiasındaki örgütlerde de geçerlidir. Böylesi bir örgütsel yapılanmada bireyin kişiliğinin gelişmesi hemen hemen olanaksızdır. Örgütlenmede lider ve etrafında da ona biat eden küçük bir grup bulunur. İşin geri kalan kısmı teferruattır. Lider ve avenesi dışındakilerin piyon olmaktan öte bir rolleri bulunmamaktadır.

Böylesi örgütlenmelerin ise kitleselleşmesi ve iktidar alternatifi haline gelmesi fazla olanaklı değildir. İktidar olanlar da ancak uluslar arası egemen güçler müsaade ettikleri sürece iktidarda kalabilirler.

Şimdi böylesi toplumsal bir zeminde şekillenen sol örgütlerde de, bir birey kazara lider olmaya görsün, onun liderliğine hiçbir kongre, konferans son veremez, o birey ancak öldüğünde liderlikten ayrılır. Onun önderliğini sorgulayanlar ne yapılır, edilir söz konusu örgütten uzaklaştırılır. Ya lider tarafından fiziki olarak ortadan kaldırılır, ya da asılsız suçlamalarla gözden düşürülerek susmaları sağlanır.

Türkiye devrimci hareketinde yer alan tüm örgütlenmelerde durum aşağı yukarı aynıdır. Hemen hemen hiçbir örgüt liderine rağmen, liderini dışlayarak örgütsel varlığı sürdürememiştir. Bu biat kültüründen kaynaklanıyor. Biat kültüründe birey önderine koşulsuz bağlıdır, sorgulayamaz, eleştiremez. Eleştirenler, sorgulayanlar örgütsel yapının dışına atılır, sembolik olarak imha edilir. Türkiye’de Demirel 35 yıl bu ülkeyi yönetebildi ise, bu ondan yetenekli insan olmadığı anlamına mı geliyor? Hayır, sorun toplumsal olarak biat etmeye yatkın bir toplum olmamızdan kaynaklanıyor. İtiraz ancak yeni yeni oluşabilmekte, eğitim seviyesinin yükselmesi, iletişimin yaygınlaşması bireyi sorgulayan düzeyine çıkarıyor ve artık kendini yenileyemeyenler, çağa uyduramayanlar, liderlik koltuklarında rahat edemiyorlar. Çağa ayak uyduramayanlar, lider müsveddesi olmanın ötesine geçemiyorlar. İktidar amaçlı politik örgütlenme olma iddiası ile yola çıkılırken, zaman içinde bu amaçtan sapan örgütlenmelerde parçalanma, dağılma kaçınılmaz hale geliyor. Marjinal küçük yapılar kendi içinde de bölünerek, minyatür örgütlere dönüşüyor ve bu minyatür örgütlerin sözde önderleri ise önderliğini sürdürebilmek için elindeki yapıyı da dağıtarak etrafındaki biat eden birkaç kişi dışında kimseyi bırakmayarak, ölünceye kadar liderliğini sağlama(!) almış oluyor. Örgüt tasfiye edildiği için artık büyük önderi eleştirecek kimse kalmamıştır ve o artık krallığını yaşayabilecek ortama kavuşmuştur. Oysa çağ değişmiştir ve iletişim çağında bu tip psikopat, hastalıklı bireylerin kitlesiz örgütlere önder olmaları bile olanaksız hale gelmiştir. Bilinçlenen birey önder geçinen hastalıklı kişinin aslında hiçbir olağanüstü özelliğe sahip olmadığını anlıyor. Soru sormaya başlıyor, uğruna ölümlere gittiği davasının küçük çevre çıkarları için nasıl satıldığını, nasıl peşkeş çekildiğini görüyor ve lidercikleri yalnızlaştırmada tereddüt etmiyor. Birçok sol örgütte olduğu gibi THKP-C Acilciler örgütünde de 1982’den başlayarak 1988’de son bulan böylesi bir süreç yaşanmış ve bu 6 yıllık süreç içinde yüzlerce kişi Mihraç’ı yalnız bırakarak örgüt saflarını terk etmiştir. Aslında bu terk ediş 1979 Acil-HDÖ ayrılığı ile başlamış ve bugüne kadar gelmiştir. 79 ayrılığında ne kadar ideolojik ayrılık dense de, güven sorunu, insanların birbirine güvenmemesi daha belirleyici olmuştur. Hücre tipi, dar örgütlenme temelinde örgütlenen Acilciler’de yaşanan ayrılıklara baktığınızda, birbirini biraz daha fazla tanıyanlar, ortak tutum alabiliyor, bazı bölgeler bir tarafta, bazıları öte tarafta yer alabiliyor. Hatta cezaevlerinde bile aynı cezaevlerinde kalanlar birlikte tutum alıyorlar. Tabii insanların politik seviyeleri de bu ayrılıklarda rol alıyor. Ancak belirleyici olan ahbap çavuş ilişkileri, vb nedenler denilebilir. Mihraç’a karşı en belirgin tutum 1988 yılında alınan Avrupa ağırlıklı kitlesel boyutlu ayrılık tutumudur. İstenilseydi diğer Türkiye’li örgütler gibi davranılabilir ve ikinci bir örgüt ilan edilebilirdi. Ancak bu tür talepler olmasına karşın, genel eğilim var olan örgütlere bir örgüt daha eklemenin anlamlı olmayacağına karar verilmiştir. Daha sonra bu arkadaşların her biri kendisine bağımsız bir yol çizerek değişik çevrelerde yer aldılar. Bir kısmı politik yaşamdan çekildi. Ancak Mihraç ise bu ayrılıktan sonra yeniden Suriye’ye çekilerek saltanatını yaşamaya başladı. Örgütü tasfiye ederek etrafına bir iki müridini alarak ticarete atıldı. Gerçek olan budur. Dışındaki iddialar cila yapmaktır. Bu süreçte geçmişte kendisinin vurucu gücü, ekonomik gücü olmuş Yusuf ve Sami’de fiziki olarak tasfiye edilince nispeten rahat bir ortamda Turistik tesislere yerleşilmiş ve bu güne kadar gelinmiştir. Yine her yerde elinin altında olan Salih ve Zafer’de onu şu veya bu nedenlerle yalnız bırakınca Avrupa’daki varlığı da son bulmuştur.

Mihraç hemen her kendini savunma yazısında Avrupa’da Türkiye’de, Suriye’de hatta Libya’da zindanlarda yattığını, işkenceler gördüğünü, eşsiz direnişler sergilediğini söyler, ancak düşünmez ki, birileri bir gün sorar? Sen bu söz konusu göz altılarda, tutuklanmalarda, ne ile suçlandın, hangi suçlardan dolayı hapislerde yattın hakkında açılmış bu davaların iddianameleri yok mu? Siyasi suçlu olarak yargılanıp hapis yattı isen açıkla bakalım, Suriye’de hangi siyasi eyleminden dolayı hapis yattın? Libya’da ne için gözaltına alındın? Bunları açıla ki, insanlar da senin eşsiz direnişlerini örnek alsınlar. Öyle işkembeden atmakla olmuyor. İnsanlar düşünüyor ve soru sorabiliyor. Artık bu topraklarda sosyalistler biat etmeye, kölece bağlılığa karşı çıkıyor. Artık insanlar, hayatlarında hiç emek vermeden, hiçbir işte çalışmadan zengin olmanın eğer yaratılmış bir birikim yoksa olanaklı olmayacağını biliyorlar. Bu birikim THKP/C Acilciler militanlarının alın teridir. İş gücüdür, emeğidir. İnsan bir durumu açıklamaya çalışırken kendisi ile çelişmemelidir. Ancak sen her yazıda bir başka hatanın içine düşüyorsun. Engin Erkiner bir taraftan sana göre Özel Harp Dairesi mensubudur. Bir taraftan yeteneksiz, hayatta hiçbir şey başarmamış sıradan bir taksi şoförüdür. Sence hangisi doğru? Bence hiç biri doğru değil ve bunu sen de biliyorsun. Engin Erkiner eski bir örgüt lideri olarak bugün kendi emeği ile geçinen ve yarattığı olanaklarla da devrimci harekete ideolojik, politik katkı sağlayan örnek devrimcilerden biridir. Bir iddiada bulunuyorsan tutarlı olacaksın, alan araştırması yapacaksın, eleştirdiğin, suçladığın insanın yaşam biçimini öğreneceksin, işkembeden atmayacaksın. Şimdi de Engin’in İlker Akmanları ihbar ederek öldürttüğünü, bacısı ile evli iken onu terk ederek sokakta bıraktığını yazacak kadar bayağılaşıyorsun. Böyle bir iddiada bulunmak çamur atayım izi kalır mantığıdır.  

Seni eleştirenler senin hangi yerde, hangi koşullarda, hangi ilişkiler içinde yaşadığını az çok biliyorlar. Ancak sen birçok isim ile yazılar kaleme alarak, mesnetsiz suçlamalarla insanları töhmet altında bırakmayı amaçlayan bilgi kirliliğine yol açmak istiyorsun. Ancak eleştirdiğin demeyeceğim çünkü eleştirmiyorsun, suçladığın, kara çalmaya çalıştığın insanların son 23 yılda ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını, hangi politik örgütlülükler içinde bulunduklarını dahi bilmeden yel değirmenlerine saldırır gibi saldırıyorsun. Saldıracağın hedefi önce bil, yerini, konumunu öğren, kiminle uğraşmak istediğine karar ver ondan sonra saldırıya geç, yoksa nereye tosladığını bilemeden, bir köşeye yığılıp kalırsın sonra, kalbinin çok zayıf olduğunu biliyorum, yaşayacağın şokların etkisiyle bir krize kurban gidersin. Artık topluma mal olmuş insanlarla uğraşmayı bırak ve ömrünün geri kalan kısmında kendinle hesaplaş, arınmaya çalış. Seni samimi olarak uyarmaya çalışıyorum. Varsa yüreğinde insani bir kırıntı bunu diriltmeye çalış ve dönüp geriye objektif bir gözle bakmaya çalış. Eminim, arınırsan kendinle hesaplaşabilirsin. Tersi biraz daha batağa götürür.

Bence senin ile tartışma, seni yazma, artık anlamını yitiriyor. Yeterince tanındığını biliyorum. Görüyorum. Ben başından beri bu konuda yazmamak için kendimi çok dizginledim. Ancak sınırları çok zorladın. Türkiye’de devrim yapmak diye bir amacının olmadığını biliyorum. 20 yıl sustuktan sonra yeniden siyasete bir iki sayı çıkardığın bir dergi, aile çevrenle kurdurduğun bir dernek ile yeniden siyasete soyunur gibi görünmenin altında ne yattığını epey merak ettim. Hele senin bu Kürt sever incilerin beni epey düşündürdü. Biliyorum ki, ve eminim muhataplarında çok iyi biliyorlar ki, senin Kürt halkının özgürlüğü için en ufak bir girişimin olmamıştır ve olamaz da. Bu bulunduğun ülkenin vatandaşı olarak ve bu ülkenin iktidarına yakın durarak yapılabilecek bir iş değildir.

Biat kültürüne rest çekmiş sıradan bir birey olarak soruyorum? Madem Kürt halkını ve ulusal önderi Abdullah Öcalan’ı bu kadar seviyorsun, bu kadar sahip çıkıyorsun. Maiyetinde olduğunu iddia ettiğin insanlardan bir ikisini yakınındaki Kandil dağlarına göndersene, bir iki kişiyi gerilla saflarında savaştırsana. Bunu yapabilir misin? Yapamazsın, çünkü elinde bu bir iki kişi bile yok, bir iki kırıntı önüne fırlattığın Ömer Ödemiş gibi ayyaşların da böyle yürekleri hiç yok, ancak işkembeyi kübra’dan  atmayı bilirsiniz. Oysa bugüne kadar gerek tek tek birey düzeyinde, gerekse de küçük gruplar halinde onlarca Türkiyeli solcu Kürdistan dağlarında gerilla saflarında zulme karşı savaştılar, savaşıyorlar, şehit düşüyorlar. Onlarca Türk devrimcisi Kürt kurumlarında gönüllü olarak çalışıyor, emek veriyor. Ama hiç biri senin gibi Abdullah Öcalana yakınlığı ile, Kürt özgürlük Hareketi önder kadroları ile arkadaş olma ile övünmüyor. Ki bu insanların bir çoğu ismini andığımız insanlarla aynı sahalarda mücadele içinde olmuşlar.

Ama biliyorum ki, klasik doğu toplumuna hayran biri olarak sen biat ettirmeyi sevdiğin kadar biat etmeyi de iyi bilirsin. Bu biat sayesinde hala sığınabilecek bir yer bulabilmektesin. Bilinir ki, insanların kendisine biat etmesini isteyenler, kendileri de bir başkalarına, kendisinden güçlülere biat etmeye hazırdırlar. Bu biat kültürü devrimci hareketlerin saflarından sökülüp atılmadan, hak edenin, bilenin, öncülük ettiği hareketler oluşturulmadan Türkiye’de başarılı bir sosyalist hareketi oluşturmak ve kitlelere mal etmek olanaklı değildir.