Şuanda 449 konuk çevrimiçi
BugünBugün640
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8364
Bu ayBu ay8364
ToplamToplam10476788
Arkadaşım Günay Karaca PDF Yazdır e-Posta


İnternet üzeri süren tartışmalarda, son olarak Günay Karaca ve arkadaşlarının 1979’da  büyük bir operasyonla yakalanmaları üzerine epey tartışma yapılmaktadır. 1974-78 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesinde okul arkadaşım ve yoldaşım olan Günay ile ilgili anılarımı ve değerlendirmelerimi, ilgili olan okuyucularla paylaşmayı tarihe bir not düşmek açısından önemli görmekteyim.

 

Günay 1974 yılında Ön Lisans Yüksek Okulu bilgisayar bölümüne başladı, bir yıl sonra hem bölümünün, hem de okulun birincisi olarak Mühendislik Fakültesine geçmeye hak kazandı. Hepimiz arasında en zeki insan olarak bilinirdi. Okula geldiği zaman benim gibi o da önceden bir THKP-C sempatizanı idi. Günay 12 Mart’tan sonra daha lisede iken Dev-Genç üyesi olması iddiasıyla göz altına alınır ve takiben Mamak cezaevinde 3 ay hapis yatar. Yani daha 16 yaşında siyasi faaliyetlerinden dolayı işkence görmüş bir insandır.

 

Okulda aynı yıl tanıştık. Bir yıl içinde okulda sayısı 15 kişiye ulaşan THKP-C sempatizanı bir grup olmuştuk. Bu grup kendi arasında Mahir Çayan’ın yazılarını okuyor ve eğitim çalışmaları yapıyordu. 1975 sonlarında okulumuza Belma’nın gelmesiyle grubun doğal önderi sayılan 4 arkadaşın insiyatifinde B. ile ilişki geliştirdik ve TDAS’ı, Kesintisizleri birlikte okuduk ve THKP-C HDÖ Acilciler olarak sonradan adlandırılacak olan yapıya katılma kararı aldık. B. İle ilişkilerimizi sonradan diğer arkadaşlara da aktararak hemen tüm arkadaşların Acilci olmasını sağladık. Ancak Örgüt yapısı hakkında hemen hemen (bu 4 arkadaş dışında) kimsenin bilgisi yoktu. Bilinen sadece THKP-C’nin yeniden toparlanması için bir grubun çaba gösterdiği idi ve bu gruba bizlerin de destek vermesi gerektiği konusunda tüm arkadaşlar hem fikirdi. Örgütü daha iyi tanımamız 26 Ocak 1976 Beylerderesi olayının olmasından sonra, İlker, Ziya ve Hasan Yoldaşların şehit düşmesinden sonra oldu. Bu olayın olmasından sonra Belma şehit olan yoldaşların örgüt öncü kadroları olduğunu anlatarak, zamansız gelen bu ölümlerin bizi beklenenden daha erken harekete geçmek zorunda bıraktığını belirterek yukarda saydığım 4 erkek arkadaş ile birlikte iki kız arkadaşın artık okuldan ayrılarak profesyonel devrimci yaşama geçmesini istedi. Biz bu dönemde İstanbul Yüksek Öğrenim Derneğinde çalışıyorduk ve bazı arkadaşlarımız yönetime kadar girmişlerdi. Ancak biz hala örgüt ismimizi gizleyerek THKP-C sempatizanı olarak çeşitli kurumlarda faaliyet yürütüyorduk.

1977 yılının başlarında okulu bırakan bir grup arkadaş olarak direk örgütsel çalışmalara katıldık. Bu grup diğer okullardaki arkadaşlarla ilişkiler geliştirdi. Bazı bölgelere yerleşerek mahalli ve sendikal faaliyetlere katıldı.  İstanbul sorumlusu arkadaşları tanıdı. Bu arada İstanbul Sorumlusu olan Engin Yoldaşı da tanımıştık. Zaman zaman bir araya gelerek örgütsel sorunları değerlendiriyorduk. Ancak illegal bir örgüt olarak birbirini tanıyan insan sayısı mümkün olduğunca asgariye indirilmeye çalışılıyordu. Neyse söylemek istediğim sadece bir gerçeğin altını çizmektir. Bu sürece kadar Günay çalışmaları sadece okulla ve birkaç tanıdığı ile sınırlı sempatizan düzeyinde bir arkadaşımızdı. Bu yüzden örgütün 1977 Ağustosunda maruz kaldığı operasyonda  göz altına alınmayanlardandı. 1977 Ağustos darbesi örgüt tarihimizde bir dönüm noktasıdır aslında. Bir süre önce Yüksel Yoldaş şehit düşmüş, Rıza yoldaş hapishanede, örgütün kurucularından dışarıda kalan tek kişi olarak Engin’de bu operasyonla yakalanınca, örgüt doğal olarak örgütsel deneyimi ve ideolojik politik birikimi daha düşük olan, eylem deneyimi sınırlı kadroların eline kaldı.

 

Daha eski yazılarımda değinmiştim İstanbul’da operasyondan sonra ilişkileri sürdürmeye çalışan Doktor, beni de bulunduğum bölgede ziyaret etti ve gelişmeler hakkında bilgilendirdi. Ben de yakalanmayan birkaç arkadaşla ilişkiye geçerek belirli bir toparlanma yapmaya çalıştım, ancak arandığım için ve illegal bir örgütlenmede darbelerden sonra yeniden ilişkiye geçmenin zorluklarından dolayı bu çalışmalar yavaş yürüyordu.

 

Ağustos darbesinden bir müddet sonra Mihraç birkaç kişiyle gelip İstanbul’da Günay ve A. Özden’in evine yerleşmiş ve buradan örgütsel ilişkileri sürdürmüşlerdir. Bir müddet sonra benimle de ilişkiye geçtiler. Ben o dönem İstanbul örgütü hakkında bildiğim kadar kendisini bilgilendirdim ve tek tek her arkadaşın örgütsel konumunu, eylem deneyimini ve ilişki düzeyini aktardım. Kendisi de dediklerime katıldığını, ancak elde yeterince deneyimli ilişki olmadığı için, sempatizan da olsa çeşitli arkadaşlarla ilişki geliştirdiğini söyledi. Zaten İstanbul’da yaptığı çalışmalar 3-4 ay ile sınırlı kaldı ve başta şubat 78’de A.Fuat, eşi ve benim eşim göz altına alındılar, ben kaçarak bu operasyondan kurtuldum. Mihraç ise gazetelerin yazdığına göre 13 Mart 1978’de yakalandı. Yani İstanbul örgütlenmemizin daha yarısından fazlasını öğrenemeden ele geçti. Benim ilişkilerim daha sonra Hami ve Mete ile sürdü. Ancak HDÖ ayrılığının hemen öncesinde Günay kaldığım eve gelerek kendisinin de bizler gibi Acilciler grubu ile hareket ettiğini ve örgüt tarafından İstanbul sorumlusu olarak atandığını söyledi. Cezaevlerini ziyaret ettiğini, örgütün büyük bir kesiminin THKP/C Acilciler safında kaldığını söyledi.

 

Bir keresinde de H. Yılmaz ile birlikte beni ziyaret ettiler. Sonrasında yine H. Yılmaz beni ziyaret etti. 1979 yılının ekim ayı sonlarına kadar ilişkilerimiz sürdü. Ben Günay’ın böylesi büyük bir sorumluluğa getirilmesini pek uygun görmediğimi kendisi de dahil birkaç arkadaşa söyledim. Ancak bir çok bölgeye gidip gelebilen, cezaevlerinde bulunan yoldaşları ziyaret eden sayılı kişilerden birisi idi.

 

Bu karara karşı olmama karşın ısrarcı olmadım. Nitekim bir müddet sonra H. Yılmaz İstanbul sorumlusu olmuştu. Günay ise daha çok Kayseri bölgesi ile ilgileniyordu. Ancak hala okuluna devam ediyordu. Ve sık sık İstanbula gelmek durumundaydı. Nitekim 1979 Aralık ayındaki büyük operasyonda da okulda sınavlarına girmekteydi.

 

Ben Kasım 1979 yılında Avrupa çıktım, çıkışımdan sadece Günay ve Haydar yoldaşların haberi vardı, nitekim daha sonra Almanya’da Hanna yoldaş ile de bu yoldaşlara bıraktığım adres ile ilişkiye geçtim ve birlikte çalışmaya başladık.

 

Şimdi gelelim operasyona, son günlerde yayınlanan iddianamelerdeki tarihler de,  operasyonun kurgulanması da aldatıcıdır. İddianame okunduğunda hemen bir çok tarihin karıştırıldığı görülüyor. Yine öylesine bir imaj verilmeye çalışılmış ki, sanki herkes bir başkasını ele vermiş gibi bir kurgu yapılmış.

Oysa çok yakın zamanda yüz yüze görüştüğüm Günay’ın ablasının anlatımlarına göre, ilk operasyon Kayseri’de yapılmış tahminen 8 Aralık 79. operasyonun ikinci-üçüncü gününde Polis yanında Erol adlı bir arkadaşı getirerek Günayın Kayseri’deki baba evini basar, yine bir gün sonra Fikri ile gelirler ve Günayın bulunduğu yeri sorarlar. Bu durumdan hemen sonra Günay’ın ablası bir arkadaş aracılığıyla “Kayseri çöktü, tedbirini al” diye bir notu göndermek ister Günay’a. Ancak Günay’ın babası arkadaş zarar görmesin diye bu notu arkadaştan alır ve Günay’a haber salınmasını önler. Tahminen 13-15 Aralık tarihlerinde polis Günay’ın İstanbul Boğaziçi Üniversitesindeki odasını basar ve Günay’ı göz altına alır. Operasyon artık İstanbul’a sıçramıştır. Yine Günay’ın yakalanmasından tahminen iki hafta sonra H. Yılmaz yakalanır ve onun anlatımlarına göre Günay ile göz altında iken yüzleştirilir. Günay kimliğini polisten gizleyen H. Yılmaz’ı tanıdığını söyler. Burada dikkat çekmek istediğim bir şey, Günay 13/15 Aralıkta yakalanıyor ve en az üç hafta göz altında kalıyor. İddia edildiği gibi iki günde mahkemeye çıkarılmıyor. Yakalanan hemen her arkadaş en az iki hafta göz altında kalıyor ve işkence görüyorlar.

 

Gelelim başka bir sorunun cevabına, çözülme var mı? İtiraf var mı? Günay’ın ablası ile sohbetimizde Günay’ın cezaevinden çıktıktan sonra ablasına anlatımlarında kendisinin asla kimseyi bilerek ele vermediğini,  ancak polisin elinde takipten dolayı birçok fotoğraf ve belgelerin olduğunu, kendisinin inkar edilemeyecek kadar açık olan resimlerdeki bazı arkadaşları teşhis ettiğini, bu tür ilişkileri olduğunu kabul ettiğini, örgüt yöneticiliğini ise kabul etmediğini söylemektedir. Bunlar bence en önemli açıklamalardır. Bir kere operasyon izlenme ile gerçekleşiyor. İlk operasyon Kayseri’de başlıyor. İlk yakalananların  sorumlu kesimi dönem dönem Cezaevlerini ziyaret edenler ve özellikle de Niğde cezaevini ziyaret ediyorlar ve takip buradan başlıyor, zaten en kolay izlenmelerde ancak böyle yapılabilir. Çünkü dikkat ediniz, Niğde’yi ziyaret eden hemen herkes bir yerlere sorumlu diye atanmış, kapasite var mı, yok mu bakılmadan. Bakınız Ömer Ödemiş şunu söylüyor, operasyondan 15 gün önce Günay Genel Komite üyeliğinden alınmıştı diyor. Tabii Mihraç’tan aldığı bilgi ile bunu söylüyor.

 

Mihraca sesleniyorum, hani Günay senin en iyi yoldaşındı. O zaman arşivinde bulunan Günay’ın yazılarını yayınlasana, Günay’ın Suriye’den ayrılırken örgüt ile ilişkilerini dondurduğunu senin bile bize önceden anlattığını ne tez unuttun. Şimdi ölü konuşturuculuğunu kim yapıyor okuyucu karar versin. Ha geçerken belirteyim, iddianamede adı Savaş olarak geçen ve bugün Tacettin Sarı olarak bilinen şahıs hakkında neden hiçbir zaman bir aranma durumu olmamış ve bir soruşturma açılmamıştır acaba? Buna bir cevap verebilir misin? Ayrıca Günay da diğer arkadaşlar gibi, Tacettin Sarı’nın örgütten kaçtığını ve cezalandırma kararı alındığını ablasına anlatmış. Sende şimdi unutmuş bile olsan 1981 yılında Almanya’da bu şahsın örgütten biri olmadığını ve Suriye’de resmi polislik yaptığını sohbetlerinde dile getiriyordun. Oysa birçok kişi seni Suriye’ye bu kişinin götürdüğünü iddia ediyor.

 

Günay’ı Suriye’de görenler, onunla tartışanlar hala yaşıyorlar. Onun da Müntecep gibi sana muhalif olduğunu ve senin bu yüzden onu hiç sevmediğini bilenler yaşıyor. Hatta Günay bir sohbetinde ablasına, “beni sınırda geçiren arkadaş beni çok sevdiği için bana kıymadığını bana açıkladı” diyor. Yine Günay 7 ay süren hastanelerdeki ölüm yolculuğunda yaptığı değerlendirmelerinde, Suriye’ye gidip geldikten sonra anladım ki, bu örgüt varlığını 10 yıl dahi sürdüremez, diyor. Kendisinin örgüt ile ilişkilerini dondurduğunu, bir arayış içinde olduğunu ve bir süre süreci izlemekle yetineceğini belirtiyor. Yani Günay Suriye’den Türkiye’ye döndükten sonra artık Acilci değildir. O daha Suriye’de Müntecep ile birlikte davranmaktadır. Bu kesin biliniyor. Sen de bunu çok iyi biliyorsun. Bu açıdan kimse Günay’ın arkasına saklanarak karşısındakine saldırmaya yeltenmemelidir. Eğer önemli bir aksilik olmazsa THKP-C Acilciler dava dosyalarını bulacağız, ifadeleri bulacağız ve ondan sonra kim çözülmüş, kim, teslim olmuş gibi tartışmalara belgeleri ile son vereceğiz.

 

Günay yoldaş’ta benim gibi örgüt içindeki ender Kürt kökenlilerden biriydi. Ailesi uzun yıllar önce Kayseri’ye yerleşen Dersim  kökenli Kürt Alevilerindendir. Babası Derviş Cemal ocağından gelen bir Alevi Pir’i idi. Günay babası tarafından Alevi kurallarına göre el verilerek Pir postuna oturtulmuştu. Yani babasından sonra ailede bu Pirlik görevini sürdürecek kişi olarak belirlenmişti. İyi saz çalardı.

 

O bütün bunları bir yana iterek sosyalizmi seçti.  Hepimiz gibi zaaflı ve yetenekli yönleri vardı. Bu uğurda mücadele etti, bedel ödedi ve amansız bir hastalık yüzünden aramızdan gencecik bir fidanken ayrıldı.

Şimdi devrimciye düşen onu mezarında rahat bırakmaktır. Ama örgüt tarihini aydınlatmak için elbette bütün bir örgüt süreci araştırılmalı, kişiler, rolleri, konumları, faydaları ve zararlarıyla irdelenmelidir. Hiç kimsenin yanına topluma ve bireylere verdikleri zarar kar kalmamalıdır.  Herkes tarihimizde hak ettiği biçimde yer almalıdır. Unutulmaması gereken en önemli şey, bugün geldiğimiz konum, içinde bulunduğumuz koşullar ne kadar farklı da olsa, polisteki duruşumuz, işkencelerde direnmemiz, hatta çözülmemiz, düşmanla işbirliği yapmadığımız sürece, tümümüz bir bedeli ödemiş, kendi şahsi çıkarlarını toplumsal çıkarlar uğruna, ezilenlerin, emekçilerin çıkarları uğruna feda etmiş insanlar olarak anılmayı ve örgütümüzün onurlu tarihi içinde yer almayı hak etmiş bireyleriz. Bu durum objektiftir, birilerinin niyetine ve istemine dayanılarak değiştirilemez.

 

Ben bunun için böylesi bir tartışmanın içine katıldım. Uzun ve zahmetli devrim yolculuğunda, çeşitli gerekçelerle tökezlemiş, olumsuz tutumlar içine girmiş olsalar da, insanlar hala iyi niyetle devrimci yaşamını sürdürüyorsa, hala insanlığın kurtuluşu için olanaklarını seferber edebiliyorsa, ihtiyacı olan insanlar aç yatarken kendisi tok yaşamayı kabul etmiyor ve ekmeğini ihtiyaç sahipleriyle paylaşıyorsa ben her eski yoldaşıma, devrimciye, demokrata sahip çıkarım. Çıkmaya da devam edeceğim. Şunun da bilinmesini isterim ki, insanların kolaycılığa kaçarak, karalamaya karşı, başka bir karalamayla karşı çıkmasını da kabul etmem. Bunun için diyorum ki, birbiri hakkında bu kadar büyük suçlamalar getirenler, buna ben de dahil, tüm tarafların kabul edeceği devrimci örgüt temsilcilerinden oluşan bir komisyon önünde hesaplaşmayı göze almalı ve bu komisyonun vereceği kararı peşinen kabul etmelidir. Bu tartışmamızın son bulmasının, iyi bir sonla noktalanmasının ve gelecek kuşaklara, diğer örgütlere örnek olmasının yegane yolu budur. Yoksa hepimiz her gün yeni bir senaryo üreterek, birbirimize kara çalar, birbirimizi ajan ve hain olarak damgalamaya devam ederiz. Aklıselim artık egemen olmalı ve birbirini tehdit etmeler, birbirleri hakkında fermanlar çıkarmalar son bulmalıdır.

 

Burada bir kez daha sormak isterim Mihrac’a; Yusuf’un öldürülmesini bugün bir kişinin kendi başına aldığı bir karara bağlıyorsun oysa Cephe Dergisinin Kasım 1993 tarihli 66.cı sayısında Bedrettin Mahir adıyla kaleme aldığın “Örgütsel Hukukta Devrimci Tutum ve Devrimci Sol Hadisesi” isimli yazında bak nasıl değerlendiriyorsun: “Tesadüf o ki, kendi örgütündeki her türden değeri çiğneyen, kendi yoldaşlarına karşı en adi davranışı reva gören bu şahıslar (Bedri Yağan Grubunu kastederek),örgütümüzde türeyen Yusuf adlı bir haini parayla satın alıp kışkırtmaları ardından hak ettiği sonuçla karşılaşmasının sorumluları kendileridir”(yani Bedricilerdir) diyorsun ve devam ediyorsun: “sonuçta cezasını çekmekten kurtulamayan provakatörün ardılı olan bir soysuzu Paris’te şu ana kadar koyunlarında örgütümüze karşı beslemeye devam ediyorlar. Yaptığı işler ile tasfiyeci çabaları polisiye tarzda sürdüren Aleattin Özden adlı karanlık bir kişiyi, hala ne amaçla besledikleri belli değildir. Aynı zamana denk düşen bu kesişme örgüt ahlakı taşımayanların yöntemlerinde tüm devrimci güçlere zarar verdiklerini görmekteyiz.”

 

İşte belgesi, Yusuf’u öldürttüğünün itirafı bu yazdıkların. Yine gerekçesini açıklama zahmetine katlanmadan bir zamanlar kendi yanından ayırmadıklarını nasıl da kolayca ajan ilan edebildiğinin de belgesi. Hatırlatayım, belki bir çok okuyucu bilmez Alaattin Özden Günayın ablası ile evli ve 19 yaşında bir oğlu var, 20 yıldır karı koca Kürt Özgürlük hareketine hizmet ediyorlar. Ama Mihrac için kim şimdi hangi örgüt ile çalışırsa çalışsın, bu örgütlerde hangi konumda olursa olsun, eğer kendisini eleştiriyor, işlediği örgütsel suçları deşifre ediyorsa ajandır, haindir hemen cezalandırılmalıdır. Becerebildiklerini cezalandırmış, beceremediklerine ise her türlü karayı çalmaktadır. Ama takke düşmüş, kel görünmüştür. Artık insan kandırma şansı kalmamıştır.

 

Tüm diktatör müsveddeleri gibi yapayalnızdır. Arınmaya ve aklanmaya muhtaçtır. Öz eleştiri verecek kadar bile yürekli değildir. Çünkü örgüt içi şiddet uygulamıştır. Örgüte ve halkına can pahasına hizmet eden yiğit devrimcileri öldürmüştür. İnkar etme şansı yoktur, kabullenmeli ve devrimci hareketten af dilemelidir. Siyasi yaşama devamın yolu buradan geçiyor. Neyse bu tür değerlendirmelerin devam edecektir. Benimkisi insanı kendisi ile yüzleştirme naçizane çabasıdır. Bu çabalarımıza bildikleriyle katkı sunabileceğini bildiğimiz arkadaşların  katkılarını bekliyorum.