Şuanda 110 konuk çevrimiçi
BugünBugün406
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8130
Bu ayBu ay8130
ToplamToplam10476554
Bu bana yeter! PDF Yazdır e-Posta


2008 yılı Ekim ayında Nebil’in fotografını almak üzere gittiğim Antakya’da Nebil’in ablasının “O’nu bulun” talebi üzerine yıllar önce bir dönem aynı sıraları paylaştığımız, aynı siyasi yapılanma içinde bulunduğumuz Nebil’i bulmak için M.Yavuz’u arayarak neler yapabileceğimizin çabası içine girdik.

Uzun yıllardır görüşüp haberleşemediğim Yavuz’la ilişkimiz 5 – 6 ay kadar önce yeniden kurulmuştu.

Aradan yıllar geçmiş herkes kendi yaşamını şu ya da bu şekilde şekillendirmişti.

Geçmişte denenmiş arkadaşlığımız,  yaşanmış dostluklarımız ve zor günlerimiz olmuştu.

Birbirimizi yeterince tanıyorduk.

Bu geçmiş üzerinde Nebil’i bulmak için ilk aklıma gelen kişi elbette M.Yavuz’dan başka kimse olamazdı.

Birçok yönden farklılıklarımız olsa da bu karar her yönden doğru bir karardı.

Nitekim önce Nebil için yapılan Anıt, daha sonra adına kurulan blog ve arama çalışmalarındaki çabası bunun kanıtıdır.

Hasan Balcıoğlu’nun katılımı ve ortaya koyduğu üstün çaba sonunda Nebil’in akıbetini ve yattığı yeri bulmasıyla NEBİL VARLIĞI yaşanmakta olan polemikte önem kazandı.

 

Bu nokta, kimi yaşanmış gerçeklerin gün yüzüne çıkması için bir kırılma noktası olmuştur.

 

Bu süreçte Hasan Balcıoğlu’nun Nebil’i kullandırtmama çabasında benim Nebil’den yana aldığım tavır M.Yavuz ile ilişkilerimizin sönümlenmesine neden olmuştur.

 

Yavuz ile bu noktaya gelinceye kadar olan yazışmalarımız, gerek karşılıklı telefon, gerek yüz yüze yaptığımız konuşmalarımızda, hem fikir olduğumuz ortadayken, yaşanan bu kopuş benim için şaşırtıcı olmuştu.

 

Uzun bir süre aramızdaki ilişki sağırlar diyalogu şeklinde devam etti.

 

Ta ki Mehmet YAVUZ’un ANILARIN GÖR DEDİĞİ başlıklı yazısını okuyuncaya kadar.

 

 

Yazı, herkesin bir geçmişi olduğundan, özel anıların ortak yaşanılanlardan ötürü kişiselliği aşarak bağlayıcı olduğunu söyleyerek başlıyor.

Ve kişisel anılar, özlemlerin baskısı altında “yorumlanırsa” geçmişin deforme etmiş olursunuz, diye devam ediyor.

Tarafımdan yazılan kişisel anılara müdahale etme gereğinden bahsediyor.

 

Burada hemen şunu söylemeliyim.

Nebil’in bana anlattıklarını olduğu gibi aktarmaya çalıştım.

Anlatıklarımda kesinlikle bana ait bir “yorum” yoktur.

Nebil blogunda Nebil’i arama çalışmalarına polemik yaratarak etki etmek istemediğimden Güney bölgesinden gelen pusula… ve Adana olayında isim vb. avcılarda dükkan yada avcı dükkanı ya da Ümraniye’deki ev derken ayraç içinde kendi yorum ve anlatımım olmuştur.

Daha sonraki açık isimleri vermemdeki neden ise Nebil’in Antakya ya getirilmesindeki siyasi çıkarlara fırsat vermemek için yine Nebil’in bana anlattıkları adına konuşmam gereğidir. Nebil’in bana anlattıkları olmasaydı, böyle bir girişimim olmazdı.

Nebil’in anlattıklarını nereye koymam gerekiyor.

Hiç anlatmamış gibi davranmam söz konusu olabilir mi?

Bunun aksi bir biçimde davranabilir miydim?

Böyle bir davranış Nebil’e en büyük ihanet olmaz mıydı?

 

Nebil’in bana anlattıklarını algılamamda da bir öznellik yoktur.

Çünkü net ve yoruma yer vermeyecek bir şekilde anlatmıştır.

Konu Mihrac idi. Yaptıklarıydı.

Bu arada hemen şunu belirteyim;

Konuşmamız Mihrac’ın söylediği gibi 15 dakika ya da M.Yavuz’un tabiri ile (“Mihrac’ın adamı Tacettin’le yoğun görüşmeler yaparken o telaş anında kısa aralıklarla görüştüğü Erkan’a..”) kısa aralıklarla değil 3.5- 4 saat kadar görüştük.

Bu arda 2 defa görüş kabininden çıktım.

Birinde Ziya Erdönmez kabine girdi, diğerinde Tacettin girdi.

Her ikisinin de içeride kaldıkları süre 1 dakika dahi sürmedi.

Nebil, dışarıdaki Tacettin’le karşılaşmamızı anlatmam üzerine, Tacettin’in orada olduğunu benden öğrendi. Görüşme talebi de Tacettin’den geldi.

Tutuklu ve mahkûmlar tarafından birisi kabine girerek Tacettin’in görüşme isteğini Nebil’e söylemesi üzerine ben kabinden çıktım, içeriye Tacettin girdi ve söylediğim gibi çok kısa bir görüşme oldu.

M.Yavuz’un söylediği gibi “Tacettin’le yoğun görüşmeler” olmadı.

 

Yavuz! Nebil’in blogunda Tacettin’in anlatımını sen yazdın.

Tacettin içeri girip benim alehimde  Nebil’e konuşmuş.

Ama Nebil buna rağmen, Mihrac hakkında konuşmaya devam ettiği gibi, Filistinlilerle gelecek görüşmede kaçacaklarını anlattı.

Beni her iki Filistinli ile de tanıştırdı.

Kaçamadığı takdirde neler yapılması gerektiğini de söyledi.

O güne kadar yaptığı firar girişimlerini de anlattı.

İçeride üzerinde silah yakalattığını da anlattı.

Tünelin yakalanmasını, annesinin ziyaretinde dış nizamiyeye kadar gittiğini, göreve gelen bir gardiyan tarafından tanınıp düdükle diğer gardiyanları ve jandarmaları ikazı üzerine yakalandığını da anlattı.

ABD olayını hiç duymamıştım ve bilmiyordum.

Nebil anlattı, kendisini öven birisi olmadığını sende bilirsin.

O halde bu olayı ben nasıl ve nereden bilebilirdim.

Ne yazık ki bu anlattıkları gerçektir.

Tüm bunları bu gün değil o günlerde anlattığımı da biliyorsun.

Ona verilmiş sözüm var.

Yeri ve zamanı geldiğinde anlatacağım.

 

Ben hiçbir şekilde anlattıklarımda eklemelere ve yoruma yer vermedim.

Anlattıklarımda tek kelime yorum ve ekleme yoktur.

 

Ama bu demek değildir ki benim tüm bu gelişmeler hakkında bir yorumum yoktur.

Benimde bir yorumumun olması gayet doğaldır.

Fakat tüm gelişmelere karşın neden yazdığımı her defasında anlatmaya çalıştım.

Sataşmalar, hakaretler, çarpıtmalar karşısında da bırakında bende bir şeyler söyleyeyim.

Tüm bu hakaretler, çarpıtmalara karşın sesimi çıkartmamalı mıydım?

Mihrac’la yaptığım telefon konuşmasında pusulaları gönderen kişinin kendisinin olduğunu yüzüne karşı söylediğim halde ertesi günü hiç söylemediğim şeyleri yazması karşısında sesimi çıkarmamalı mıydım?

 

Ben hiçbir şekilde YORUM yapmadım.

 

Oysa M.Yavuz’un yazdığı  yazıya baktığımda baştan aşağıya yorum görüyorum.

Olaylara yorum katan ben değilim.

Düşünce eksersizi yapan ben değilim.

Yapılan yorumlarda algoritma biçimi yanlışlar taşımasına ve sorulardaki tutarsızlıklara karşın…

 

Ki pekâlâ bende şu soruları ve daha nice benzerlerini sorabilirdim;

 

Nebil her şeye rağmen, neden Mihrac’la birlikte tavır almadı?

Niğde cezaevinden kaçtıktan sonra Konya’da Mihrac’ı ziyaret ettiyse, neden Filistinden döndükten sonra (ki Mihrac’ın Ağustos 1980 de Adana’dan kaçtığı güne kadar 8 ay gibi bir süre geçmiştir) Mihrac’ı hiç ziyaret etmedi. Neden?

 

Sorma gereğini görmüyorum.

Çünkü bir tarafta, Nebil gözlerimin içine baka baka, tüm samimiyetiyle, yüzüme anlattıkları duruyorken öte taraftan bu ve benzeri nice soruları sormayı Nebil’e inanmamakla bir tutarım.

Sorma gereği duymuyorum.

Çünkü Nebil’e inanıyorum.

 

 

Her şey Yavuz’un yorumu ve Yavuz’a aittir.

Benim için bağlayıcılığı yoktur.

 

 

Ancak yazıda anlatılanlarda salt YORUM değil maddi hatalar da var.

 

1-Ben Ankara’ya valiz dolusu dinamit götürmedim.

 

2-Söz konusu motosiklet 3 gün bizde kaldı.

Riski göze alamayan Mihrac’ın isteği üzerine Fuat ile birlikte motoru Orhanlı mahallesinin üst tarafında, eski Antakya sokaklarında bir evin önüne terk ettik. (Bu evin daha sonra kime ait olduğu Fuat ile Mihrac arasındaki bir konuşmada geçti. İlgili kişilere anımsatılır.)

 

M.Yavuz’un bahsettiği Fişleme yapılan motosiklet, M. Büyükaşık’ın parası ile alınıp yapılanmaya verdiği motosiklettir.

 

Ayrıca;

Motosiklet olayı spontane bir olay değildir.

Olaydan 5-6 gün önce ulaşım için bir motosiklet kaldırılması konuşulmuştur.

Yani kişisel bir heyecanla çocuksu işler sonucu olmamıştır.

Olay planlanarak yapılmamış olmasına karşın ortaya çıkan bir fırsatın değerlendirilmesidir.

 

 

Daha öncede belirtmiştim;

Nebil ile birçok şey konuştuk.

Her defasında anlattıklarımda eksik vardır fazla yoktur, dedim.

Nitekim Yavuz kendisine anlattığım,  bir kısım cümleleri yazmış.

Yapılanma ve bu tür olaylarla hiç ilgisi olamayan birisinin adının gıyabındaki bir konuşmada geçmesi nedeniyle M.Yavuz tarafından açık açık yazılmasını anlayamadım.

 

 

Burada benim için önemli olan, Yavuz’un benim bu güne kadar söylediklerimin yalan olmadığını ifade etmesidir.

Yavuz, Nebil ile ziyaretim sırasında konuşulanları,  anlattıklarını kabul ediyor.

Bu bana yeter