Şuanda 245 konuk çevrimiçi
BugünBugün1079
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8803
Bu ayBu ay8803
ToplamToplam10477227
Hapishane Günlüğü (3) PDF Yazdır e-Posta


(Eskişehir ve Isparta ceza evleri)

1977 yılı eylül ayının son haftasında, Sağmalcılar’dan yola çıktığımız zaman, nereye gittiğimizi bilmiyorduk. 50 kişilik siyasi tutuklu koğuşu 25’er kişilik iki ayrı gruba ayrılmış ve  iki ceza evi arabasına doldurulmuştuk.

 İlk defa sürgüne gidiyordum ve ilk kez İstanbul dışında başka bir ceza evi görecektim. Kolay değildi elbette, eşim Paşabahçe, Çiğdem ilkokulunda öğretmendi. Oğlum Ulaş, yeni doğmuştu ve ben yakalandığımda henüz 7 günlüktü. Ziyaretime nasıl geleceklerdi?

 Yol boyunca, ceza evi arabası içersinde, Türkiye’deki siyasal gelişmeleri konuşuyoruz, güvenliğimizle ilgili askerler bizi dinliyorlar.

 1977 yılı Türkiyesinin tepeden tırnaga tam bir kriz içersinde oldugu tespiti herkes tarafından kabul görüyor.. Ekonomisinden siyasetine varıncaya kadar yarının ne olacagı konusunda kimsenin kesin bir şey söyleme şansı hemen hemen yok.

 Ordu ile hükümet,  Hükümet ile  cumhurbaşkanlıgı arasındaki sürtüşme kapalı kapılar arkasında değil, açıktan yapılıyor.

.Örnegin, Ordu komutanı olan Ali Fethi Esener, Demirel hükümeti tarafından KKK  (kara kuvvetleri komutanı) olarak atanmak istenmesine ragmen, Cumhurbaşkanı olan Fahri KORUTÜRK’e bunu kabul ettiremediğinden bahsediyoruz. Korutürk’ün,  komutanlık sırasının Ali Fethi Esener’in değil, Birinci ordu komutanı olan Adnan ERSÖZ’de oldugunu ileri sürerek  Demirel’in istemini reddetmiş olmasının nedenlerini konuşuyor, bunun ne anlama geldiğinden bahsediyoruz. Ayni şekilde, Demirel hükümetinin de, Adnan ERSÖZ kararnamesini  cumhurbaşkanlıgına göndermemesinin doguracagı sorunların nereya varacagı konusunda yorumlar yapıyoruz.

30 agustos geldiğinde, hem Ersöz ve hemde Ali Fethi Esener emekli edilmişlerdi.  12 eylül mimarı Kenan EVREN’in, bu fırsattan faydalanarak, Eğe ordu komutanlıgından KKKomutanlıgına atanmasının  ne anlam ifade ettiğini bulmaya çalışıyoruz. Kenan Evren’in siyasi kişiliğinin CHP egilimli oldugunu söyleyen arkadaşlarımız, bunun iyiye işaret oldugu konusunda yorumlar yapıyorlar.

 ( Kenan Evren’in kara kuvvetleri komutanı oldugu haberini 26 agustos 77 tarihinde, istanbul ağır ceza mahkemesi nöbetci hakimliğine çıkarak tutuklandıgımız gün bizi getiren polislerden ögrendik)

1977 yılı,  agustos ay başında, İst. Üniversitesi İktisat fakültesi mezunları cemiyetinde ‘’ gelişmekte olan ülkelerde demokrasi sorunları’’ konulu bir panel de konuşan CARTER’in danışmanı Prof. ROSTOW,

 ‘’... Türk demokrarisi ilerde çok ciddi olagan üstü durumlarla, hatta ciddi tehlikelerle karşı karşıya gelecektir’’ diyor. (Agustos77 cumhuriyet gazetesi)

Dikkat ettiniz mi? gelebilir demiyor, Gelecektir diyor. Carter’in danışmanı prof. Rostow’un bu sözünün,  12 eylül’e ğiden askerlerin ayak sesleri oldugunu o zaman farkedemedik.

 Sagmalcılar’dan yola çıkan 25 kişilik grup içersinde, Haydar Yılmaz ve Muharrem Kaya dışında, biz hepimiz aynı arabadayız. ( Haydar ve Muharrem’in Afyon kapalı ceza evine götürüldüğünü daha sonra ögrendik) Yanımızdakilerin büyük bölümü, 1 Mayıs 77 katliamı sırasında sokakta rast gele toplanarak getirilmiş ve ‘’katliama sebep olanlar’’ olarak yargılanan devrimci arkadaşlar. Hiç birisinin de mitinge katılma dışında, çıkan olaylarla alakası yok.

 Bunlardan başka, bizimle aynı dönem başlayan TKP-ML TİKKO operasyonunda ( Kadıköy’de, Cemil Oka’nın öldürüldüğü operasyon) yakalanan Mehmet Ali KIRDÖK, Rızgari davasından tutuklu Maşuk diye bir kürt arkadaş, ve DS davasından Ali  SARIÖZLÜ, DY davasından DERYA ve Adanalı TEVFİK, ayrıca Prolater davasından,tecrübeli bir arkadaş olan Ömer ÜLGENCİ var.

 ‘’EVET BEYLER, YOLCULUK BURAYA KADAR..’’

 Yol boyunca süren tartışma ve değerlendirme devam ederken, arabanın durduğunu fark etmedik bile.  Ceza evi arabasının kapısını açan,  jandarmalar arasındaki güvenlik komutanının.’’ Evet beyler yolculuk buraya kadar’’  dediği ana kadar nereye geldiğimizi bilmiyorduk.

 

Arabadan teker teker indik. Gardiyanlar, ceza evi infaz savcısı ve müdür bizi bekliyorlardı. Ceza evi müdürü olduğunu daha sonra söyleyen şahsın, ‘’Eskişehir ceza evi’ne hoş geldiniz arkadaşlar’’ diyerek bizleri güler yüzle karşılamasına rağmen,

Bizim oraya getirilmemizden hiçte memnun olmadıkları anlaşılıyordu. Ama gel gör ki, itiraz edecek durumda da değillerdi. Bakanlık emriydi.

Cezaevi müdürü’nün, usulen de olsa, ‘ geçmiş olsun arkadaşlar hoş geldiniz’ diye karşılamasına bakılırsa, herşeye ragmen bizimle iyi geçinmek istedigi anlaşılıyordu. Halbuki başka türlü davranmalarıda zaten mümkün degildi. Siyasi tutukluların adli tutuklularadan farklı bir özelligi vardı ve bu, tüm ceza evi yöneticileri ve gardiyanlar tarafından bilirlerdi. Siyasi tutuklular, her gittikleri şehirde, onlara sempati duyan taraftarlarınca  ziyaret edilir, her türlü ihtiyaçları karşılanırdı. Ayrıca, içerde kötü muameleye tabi olurlarsa bunu yapan yönetici olsun, gardiyan olsun mutlaka karşılıgını dışarda görürdü. Bunu bildikleri için, siyasilerin yüzüne karşı çok iyi davranmalarına ragmen , tüm haklarını kısıtlamaya çalışanları da  çok olmuştur.

 Eskişehire gelişimizi, saatin geçmiş olması bahanesiyle, o geceyi müşahadiye’de geçirip, ertesi gün normal koguşlarımıza verilecegimizi söyleyen müdür, sabah olur olmaz, koguşlarda yeni bir düzenleme yaptıracagını, rahat etmemiz için elinden gelen kolaylıgı saglayacagını söyledi.

 Kabul etmek zorundaydık. Geceyi müşahadiyede geçirmeye razı olduk. Bizim geldigimizi duyan adli tutuklu ve hükümlüler küçük kagıtlara yazdıkları hoş geldiniz geçmiş olsun mesajlarıyla birlikte bir demlik çay gönderiyorlardı. Gelen mesajlar ve ısmarlanan çayların fazlalıgından, bu ceza evi’nin iyi bir yer olmadıgı ve adli mahkumlara çok kötü muamele yapıldıgı anlaşılıyordu. Ceza evleri’nde   genellikle bir kural vardır. Adli mahkumların bulundugu cezaevlerinde, idarenin koydugu kurallar geçer, siyasi tutukluların bulundugu ceza evlerinde ise tersi olur. Bu nedenle adli mahkumlar siyasilerin bulundugu cezaevlerinde rahat ederler .

 

Eskişehire geldigimiz gece sabaha kadar uyumadık. Sabahın erken saatlerine kadar türkü ve marşlar söyledik. Bizim  neşeli tavrımız tüm ceza evini sarmış olmalı ki,  diger koguşlardan da toplu bir şekilde bize eşlik edildigini duyduk.

 Yönetim bu durum karşısında sabah erkenden adalet bakanlıgını arayarak bizim orada bulunmamızın sakıncalı oldugunu, ceza evinin yeteri kadar güvenlikli bulunmadıgını, bu bakımdan bizlerin daha emniyetli bir cezaevine nakledilmemizin emniyet açısından uygun olacagını rapor ederek, Isparta’ya naklimize karar verilmiş.

 Eskişehir Kapalı ceza evi’nden, koguşlara verilmeden iki gün kaldıgımız mişahadiye’den üçüncü günün sabahı, ‘’ eşyalarımızın hazırlanması istendi ve Bakanlık emri ile İsparta’ya sevk  edilecegimiz bildirildi.

 Eskişehir’e geldiğimiz saat’ten itibaren, ceza evi’nde başlayan telaş ve adli tutuklu ve hükümlülerde görülen kıprdanmalar, yöneticileri telaşlandırmıştı. Söylenen marş ve şarkılardan, yöneticilerin  tedirgin oldukalaeını anlamıştık ama iş işten geçmişti...

İspartaya dogru yola çıktık.

ISPARTA CEZA EVİ..

 1977 yılı eylül ayının son haftalarına dogru geldiğimiz ve bir seneye yakın bir süre kaldıgımız bu ceza evi’nin ilginç bir özelliği vardı.

Siyasi mahkum görmemişler ve siyasi sözcügünden de, son derece rahatsız oluyorlardı.

Burası, başka  ceza evlerine oranla çok daha disiplinli bir yerdi. Türkiye’nin diğer ceza evlerinde ‘’iflah olmaz’’ gözüyle bakılan tutuklu ve mahkumlar seçilerek bu ceza evine getirildiginden bahsediliyordu.

Baş gardiyan’ından ser gardiyanına, Müdür’ünden infaz savcısına kadar tüm personel sag görüşlü yada apolitik, ceza evi persoleli, birbirine karşı, emir  eri mantıgıyla hareket ediyorlardı.

Sabah ve akşam sayımları, askeri ceza evlerinde oldugu gibi, tam bir tören kıtası denetler gibi yapılıyordu.

 

Gardiyanlara  ‘’Baş efendi’’, müdüre, ‘’müdür bey’’ demek zorunlu idi. Baş efendi diye hitap edilmeyen bir gardiyandan hakaret ve dayak yemek, neredeyse kural haline getirilmişti.

Uslanmaz diye buraya getirilen adli tutuklu ve hükümlüler, kurallara sıkı sıkıya uyuyor, uymayanlar ve uymama eğilimi taşıyacagından şüphe edilenler hakkında derhal cezai işlem yapılıyordu. Disiplin ve hücre cezası, yada müşahadiye’de tecrit edilmesi heran mümkün olan mahkumlar tamamen sindirilmişti. Sıkı bir denetim ve katı  kuralların egemen kılındıgı bir yerdi.

 ‘’BUNLAR NE LAN, BUNLAR...’’

 Ceza evi’nin kapısından içeriye adımımızı atar atmaz, karşımızda, eli sopalı gardiyanlarla karşılaştık. Başların’da, sanki bir nazi subayı edasıyla duran ve adını daha sonra ögrendiğimiz müdür, Enver BOLAT ve baş gardiyan MUSA vardı.

Eşyalarımızın bir odaya konulması, aranadıktan sonra, herkesin kendi eşyasını alması istendi. Çantalarımız sere serpe ortalıga saçılarak aranmaya başlandı. Sagmalcılar ceza evinde koguşun kalabalık olması nedeniyle, karışmaması için, özellikle terliklerin üzerine, her örgüt kendi örgüt adını yazmıştı, Terlikler üzerinde, DS, Dev-yol, Acil, TİKKO, Rızgari gibi yazılar vardı.

Baş gardiyen Musa, tekmeyle terliklere vurarak ‘’ bunlar ne lan bunlar’’ diye basbas bagırmaya başladı ve ‘’bu ceza evinde siyasi miyasi yoktur,siyasilik yapanları hücreden çıkartmam, yasaktır’’ diye göz dagı vermeye çalışıyordu. Tek sıra halinde dizilmiş ve bizi çembere almış  gardiyanlar, coplarını sallayıp, dişlerini sıkarak ‘’görürsünüz’’ dercesine tehditkar bakışlarla tetikte bekliyorlardı.

Ciddi bir tepki göstermedik. İstenileni yaparak, biran önce içeriye girmeyi ve içerinin havasını ögrenmek istiyorduk

Dogruca koguşlara verilecegimizi düşünürken tam tersi oldu. Hep beraber müşahadiye denilen, üç katlı hücrelerden oluşan bir bölümde, birer hücre aralıklarda, teker teker hücrelere konularak kapılarımızı kilitlediler.

Demir parmaklıklı hücre’lere konulmamızdan bir süre sonra, Ceza evi infaz savcısı, müdür ve gardiyanlar topluca bulundugumuz yere gelerek, uymamız gereken kuralları bir kez daha anlatarak göz dagı vermeye devam ettiler. Ceza evi infaz savcısı ‘’her ceza evi’nin kendine göre bir rajonu var, bu ceza evinin de bir rajonu var ve sizler bu rajona uymak zorundasınız’’ diyordu

 SİLAH SESLERİYLE UYANIYORUZ..

 Müşahadiye olarak adlandırılan tecrit’te geçeirdiğimiz ilk gecenin sabahını hiç unutamam. Sabah saat 06 dolaylarında büyük bir gürültüyle uyandıgımızı hatırlıyorum. Arka arkaya patlayan silah(!) sesleri ve’’ yandım anam’’ naralarıyla yataklarımızdan fırladık. ilk aklıma gelen jandarma  baskınıydı. Yataktan fırlamamla birlikte, silah sesleriyle ve   ‘’aliiimmm aliiimmm’’ diye bagıran bir hanım çıglıgı, ortalıgı doldurmuştu.  şaşkınlıgım daha da arttı. Ortada, ne jandarma vardı ne kadın. Kısa süre sonra, yataklarından fırlayan diger arkadaşların kahkahaları arasında olayın iç yüzü anlaşılmıştı.

Tam bir curcuna...

 Meger, idarenin genel hoparlöründen, gardiyanların söylediğine  göre, ‘’mahkumları eglendirmek’’ için kaset çalıyorlarmış. Sabahın kör karanlıgında, avaz avaz bagıran bir cırlak ses ve ne idüğü belirsiz bir saz eşliğinde, sevgilisini görmeye gelen Ali’nin, durumu anlayan kız babası tarafından kıçından vurulması ve kızcagızın’da yaralanan Ali’si nin arkasında bagırmasıyla başlayan, sözüm ona hüzünlü bir aşk öyküsü dinliyoruz.

 Müşahadiye’de, üçüncü katta, en son hücrede yatmakta olan Rızgari örgütü davasından tutuklu Maşuk, bas bas bagırmaya başladı, ‘’Arkadaşlar çabuk kalkın,   Ali’yi vurdular..’’ Ben böyle bir türküyü ilk kez dinliyordum.  Maşuk daha önce biliyormuş. Sabahın erken saatinde güler misin aglar mısın?

Bütün israr ve ricalarımıza ragmen, Müşahadiye’de kaldıgımız hemen hergün bu ve benzeri müzik eşliğinde erken saatlerde uyandırıldık. Bir nevi işkence idi. Halbuki, müşahadiye koguşunda, İstanbul’dan gelen bizlerden başka kimse yoktu. Bu gürültü, bizim rahatsız edilmemiz  ve birbirimizle konuşmamızı engellemek  için yapılıyordu.

Her türlü tedbirlerine rağmen biz, yine de kendi aramızda konuşuyor ve koguşlara verildiğimiz  zaman nasıl davranacagımızı kararlaştırıyorduk.

 SAYIM NİZAMINA GEÇİNİZ...!

 İsparta ceza evine gelişimiz üzerinde üş hafta geçmişti. Tecrit bitmiş koguşlara verilmiştik. Herbirimizi, ikişer kişilik guruplara ayırarak ayrı ayrı koguşlara verdiler. Ben, TİKKO davasından yargılanan M.Ali Kırdök’le birlikte aynı koguşa verildim.

Yeni koguşumuz, tecrit’e göre daha rahattı. En azından havalandırmaya çıkıyor,volta atıyor ve başka insanlarla yüz yüze konuşabiliyor, gün yüzü görüyor, istediğimiz an çay içebiliyorduk.

 Bir kaç parça eşyamız vardı. İstanbul’dan yola çıkmadan önce tüm giyeceklerimiz karışmış, bir çoguda zaten kaybolmuştu. Bulabildiklerimizle yetinmiştik.

Yeni koguşumuzda bizi,‘’hoş geldiniz, geçmiş olsun yegenlerim’’diye ilk karşılayan, orta boylu,bizden yaşlı oldugunu tahmin ederek ‘’amca’’diye hitap ettiğimiz Mehmet isminde, Maraşlı bir mahkum oldu.

 Hoşbeş’den sonra Maraşlı Mehmet’in bize sordugu ilk soru,’’hangi örgüttesiniz yegenlerim, Acilcil mi Tikko’cu mu?’’ Birimizin Acilci, birimizin de tikko’cu oldugunu söyledik. Adı geçen dönemde Acil ve TİKKO isimleri kamuoyunda en fazla duyulan isimlerdi. Sanıyorum Bizim Maraşlı Mehmet’de bundan etkilenerek bu iki ismi söylemişti.

Akşam olmuş, havalandırma kapanmış herkes koguşlarına çekilmişti. Hoperlörden, başgardiyan Musa’nın sesi duyuldu.

 ‘’Dikkat, Dikkat, bütün mahkumların dikkatine, sayım başlamıştır sayım nizamına geçiniz’’

 Koguşta  bir telaş başladı. Herkes kendi yatagının üzerinde, Namaz kılar gibi oturarak ellerini dizlerinin üzerine bitişik bir biçimde koyarak  beklemeye başladı.

 

M.Ali ve ben, birbirimize bakıyorduk. Ne yapacaktık? Hiç konuşmadan gözgöze bakışarak anlaşmıştık. Böyle durmayacak, rahat oturacaktık. Öyle da yaptık.

En önde Musa başgardiyan olmak üzere, tüm gardiyanlar koguşa girmişlerdi. Baş gardiyan Musa, ilk baştaki mahkuma, başla işareti yaptı. Mahkum, başı dik bir şekilde biiir diye başladı ve kafasını sert bir şekilde sagındaki makhuma çevirdi. Bir işaretini alan diğer mahkum da aynı şekilde, ikiii diyerek üçüncüye döndü. Ben, yedinci sırada, M. Ali,  dokuzuncu sıradaydık. Altııı diye bana dönen mahkuma hiç bakmadan yavaş bir sesle yedi dedim. ‘’Olmadıııı, tekrar baştan’’diyen Musa başgardiyanın talimatıyla sayım yeniden, baştan başladı ve aynı şekilde sıra bana geldiğinde kımıldamadan yedi dedim.

Bütün gardiyanlar önüme gelmiş, Musa gardiyanın vereceği talimatı bekliyorlardı. Mahkumlar da aynı şekilde ‘’ne olacak’’ dercesine, kuşkulu gözlerle olacakları beklemeye başladılar. Musa baş gardiyan bir an ne söyleyecegini şaşırmış bir şekilde ‘’Sayım almıyoruz’’ diye sert bir şekilde dışarı çıktı, arkasından da gardiyanlar çıktılar. Koguşta çıt çıkmıyordu. Herkes sayımdan sonra, gardiyanların beni alıp hücreye kapatacaklarını söylemeye başladı. M. Ali ile ben,  ‘’böyle bir sayım vermeyecegimizi, kimsenin de böyle vermemesi’’ gerektiği konusunda konuşmaya başladık. Kimse yorum yapmıyor ama, koydugumuz tavırdan da memnun olduklarını belli ediyorlardı.

Sabah ögrendik ki, tüm koguşlarda bulunan diğer arkadaşlarımız da, aynı şekilde davranmışlar, bizim yaptıgımızı yapmışlar ve hiç bir koguşta sayım alınmamış.

 Devam eden günlerde de aynı şeyi yaptık. Bizim bu tavrımızı gören kimi mahkumlarda ilk dçnem,ses çıkartmasalar bile, oturuş biçimlerini degiştirmeye, egri büğrü oturarak sayım verneye başladılar. Sayım disiplini laçkalaşmaya başlamıştı. Bir süre sonra da tamamen kaldırıldı ve isteyen istediği yerde dolaşıp otururken, içeriye giren bir gardiyan tarafından sessiz sedasız sayılır olduk.

 BAŞBUĞ HAYRANI, MARAŞL’I MEHMET HEMŞEHRİM.

Koguşa ilk girdiğimiz gün, ‘’hoş geldiniz geçmiş olsun’’diye bizi karşılayan Mehmet ile hemşeri olmam, bize olan ilgisini dahada arttırmıştı. Her akşam sayım sonrası bizi misafir ediyor ve sohbet etmek istiyordu. Cinayetten müebbete mahkumdu.  On senedir hapiste yatıyordu. O bize, ‘’yegenlerim’’ bizde ona, ‘’abi’’ diye hitap ediyorduk. Bir gün, her zamanki gibi sohbet ettiğimiz bir an, eski fotograflarını göstermeye başladı. Maraş ceza evin’de çekilmiş bir resmini gördüğümüz zaman M. Ali ile ben birbirimze baka kaldık. Hemşerim Memet’in bıyıkları aşagıya dogru sarkık, başucunda Akpaslan Türkeş’in büyük boy bir resmi ve Mehmet bu resmi eliyle, kurt işareti yaparak gösterir haldeydi. İçimden ‘’eyvah’’ dediğimi hatırlıyorum.

İlk aklıma gelen şey, ‘’biz bu dostlugu nasıl bozacagız’’oldu.

Üstüne üstlük, abi diye hitap ettiğimiz Mehmet’in yaşı’da bizden küçük çıkmaz mı(!) Tam bir komedi...

 M.Ali Kırdök ve ben günlerce bu konuyu konuştuk. Bu adamla ilişkimizi nesıl kesecegiz? Adam bizden ayrılmak istemiyor. Soguk davranıyoruz olmuyor, bir bahane uydurarak ısmarladıgı çayı içmiyoruz olmuyor. Koguş içersinde ve havalandırmada görmemezlikten geliyor,mümkün oldugunca uzak durmaya çalışıyoruz olmuyor, olmuyorr..

 4.bölüm, İsparta ceza evi anılarıyla devam edecek.

( Ve çeliğe su verildi...)

 İletişim adresi;

İ Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir