Şuanda 337 konuk çevrimiçi
BugünBugün1113
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8837
Bu ayBu ay8837
ToplamToplam10477261
hapishane günlüğü (4) - ve çeliğe su verildi PDF Yazdır e-Posta


Isparta ceza evi, gerçekten de ilginç bir yerdi.  Hemen her koğuşta, idarenin mutlaka bir, yada, birkaç tane ispiyon’u vardı. Başka ceza evlerinde olduğu gibi bunlar, gizli falan da değillerdi. Yerli  mahkumların bir çoğu açıktan ispiyonluk yapıyor ve kimse’de bunlara karşı ciddi bir tavır almıyordu.Bu bakımdan olsa gerek, yerli ve yabancı   mahkumlar birbirlerini pek sevmezdi.

Hapishaneye geldiğimiz ilk günden itibaren, bizimle ilişki kurmak isteyen birçok mahkum oldu. Şu veya bu şekilde bir yolunu bulup bizimle tanışmak istiyorlardı. Bunların bir kısmı, daha önce, başka ceza evlerinde siyasi mahkumlarla bir dönem birlikte olmuş, devrimcilere sempati duyan insanlardı.

Bulunduğumuz koğuşun bitişiğinde bulunan ve mazgal delikleri aracılığı ile ilişki kurabildiğimiz, yanımızdaki koğuştan genç bir arkadaşla bu vesile ile tanıştık. İsmini hatırlayamadığım bu arkadaş, Yılmaz GÜNEY’le aynı hapishanede bulundugunu ve ‘’Güney taraftarı’’ olduğunu söylüyordu.  Kitap okuyamamakta yakınarak bizden kitap istedi. Nikolay Ostrovski’nin’’VE ÇELİGE SU VERİLDİ’’ adlı kitabını, okuyup yeniden iade etmesi şartıyla kendisine verdik.  Ceza evi’ndki bir insanın, iki gün, bilemediniz üç günde okuyabileceği kitap, bir aydan fazla bir zaman geçmesine rağmen iade edilmedi.

Kitap isteyen başka arkadaşlarda vardı, Okuyup okumadıgını, okuduysa kitapı vermesini istediğimiz, ‘’ Güney taraftarı’’ oldugunu söyleyen arkadaş, ‘’ okudum abi, okudum da vermeyi unuttum’’ diye koşar adım gitti ve kitabı iade etti. M.Ali KIRDÖK. Arkadaşa dönerek kitabı nasıl buldugunu sordugu zaman aldıgımız cevap karşısında  ikimizde donmuştuk. ‘’ Çeliğe çok güzel su veriyorlar abi..’’  demez mi...

Bie şey söylemedik elbette, bundan böyle o arkadaşa bir daha kitap da vermedik tabi.

 Ceza evlerinde siyasi tutuklulara yakın olmak, ayrıcalıklı olmak demektir.

İdari personelin, korkudan olsa gerek zorunlu, diğer adli mahkumların ise saygıdan yana, sempatiyle baktıkları ayrıcalıklı bir konumda olmak demektir.

İçerde, yalnız olan mahkum güçsüzdür. Siyasilerle birlikte olmak, güç olmak demektir.

Cezaevlerinde, maddi durumun iyi değil,üstelik de ziyaretçin yoksa, gariban sayılırsın. Genellikle, birilerine sığınarak yaşamak zorunda kalır, ciddiye alınmazsın. Başkalarına hizmet eden, ayak işlerine koşturan meydancı’lık yaparsın. Kişiliğinden taviz vermek zorunda kalırsın.

 Ceza evi yatan devrimcilerin bir çogu tanık olmuştur. Her ceza evinde mutlaka, Deniz GEZMİŞ yada Mahir ÇAYAN’la hapis yatan, onlara dışarda yardım(!) eden , su taşıyan(!) dağda yiyecek götürdüğünü söyleyen birileriyle mutlaka karşılaşmışlardır.

Birçogu iyi niyetli ve devrimcileri sevan sayan insanlar olmalarına karşın, aralarında bazı uyanıklar da mutlaka vardır.

CEZA EVİ’NİN  ‘’SÜLLÜMCÜ’’ VE ‘’AYNACI’’LARI(!)

Isparta Ceza evi benim için, sokaktaki insan tipleriyle ilk karşılaşmam açısından da önemlidir. Sıradan insan tiplerini ben bu ceza evinde tanıdım.

 SÜLLÜMCÜ nedir bilmezdim. Süllümcü’nün, kapı’dan değil, pencereye merdiven dayayarak kimsenin olmadığı  evlere girerek hırsızlık yapan kişi olduğunu ilk defa duyuyordun.

 Mustafa Püsküllü diye bir koğuş arkadaşım vardı, Süllümcü idi. Mehmet Tarım da, süllümcü idi. Mustafa yaşlıydı. M. Tarım, genç ve uzun boyulu bir çocuktu, güzel voleybol oynardı. Bir akşam üzeri, ikinci katta bulunan bir evin penceresine merdiven  dayayıp giriyor. İçerde değerli eşyaları  torbasına doldurup geldiği yoldan gitmeye yöneldiğinde, birde ne görsün, Merdiven yok. Olayın farkına varan mahalleli, M.Tarım içerde evi soyarken, pencereye dayadığı merdiveni çekiyor ve durumu polise bildiriyorlar...

 

Mustafa Püsküllü ve Mehmet Tarım’la birlikte üçüncü bir Süllümcü’den bahsedecegim. Püsküllü ve Tarım’ın bizimle siyasi bir ilişkileri(!) yoktur. Onlar, Isparta ceva evi’nin sümbülcü’leri(!)

Bizimde SÜLLÜMCÜ’müz var.

BİZİM SÜLLÜMCÜ  MİHRAC URAL’DIR...

Haydaaa, Buda nerden çıktı diyenler olabilir. Bekleyin anlatıyorum.

Bundan bir süre önce, Engin ERKİNER, Mihrac Ural’ın, beraberinde, Salih ve Zafer’le  birlikte, Paris’in banliyölerinden 91.Bölge EVRY’de, yaşlı bir kadının evini soyduklarını yazmıştı.  hatırladınız mı? Hatırlamadıysanız, bu site’de Engin’in ilgili yazısını okuyabilirsiniz

 Bu yazıdan sonra, kimi arkadaşlar telefon ederek Engin’i eleştirdiler(!). ‘’ olay’ın anlatımındaki yanlışlıklara dikkat çektiler. Düzeltilmesi gerektiğini ‘’ söylediler. Aslında  haklıydılar. Engin, eleştirileri ciddiye almadı.( zaten hep öyle yapıyor ya...)

Aynı tür bir eleştiriyi bende yaptım. İnat etti, ciddiye almadı. Yanlış yapıyorsun, kulaktan dolma şeyler yazıyorsun(!) üçüncü kişilerin tanıklığı olmadan yazma dedim dinletemedim.

Bu olayın Mihrac’ın kulağına gitmeden düzeltilmesinde(!) fayda var. Mazallah, Mihrac bu yazıyı okumuş olsaydı yanmıştık.. Baksanıza E. Ulaşan’ı nasıl tersledi(!) Adam sinirli, yanlış yapanı acımasızca eleştiriyor. Belge ve deliller sunuyor, el yazılı belgeler sunuyor. Üçüncü kişileri tanık gösteriyor.

Koskoca sekreter yalan söyleyecek değil ya..

Engin’i de, tıpkı E. Ulaşan  gibi,  ‘’ belge ve deliller’’(!) sunarak, ‘’..PİÇ.. MÜPTEZEL,.. 33 senedir arayıp da bulamadığımız şaibeli adam’’ diye ‘’rezil’(!) etmeden imdadına koşayım bari....

 

Bu nedenle, Engin Erkiner’in (sanırım kıskançlığından olacak) çarpıtıp, ters yüz edip, gerçekleri karartmak maksadıyla yazdığı yazıyı düzeltiyor, tarihe not düşüyorum(!) ( bütün notları soytarı düşecek değil, ya bende düşüyorum)

 1.Engin yazısında,  evi soyulan kadının 95 yaşında oldugunu söylüyor .  YALAN. Elinde hiç bir belge yoktur. Belgesiz konuştugu için yalan...  Kadıncagız daha genç ve üstelikte bayağı dinç olup.  85 yaşında  var ya da yoktur.

 2. Kadın’ın, Evi soyulduğu sırada Hastane’de oldugunu söylüyor. Bu da  Yalan. Engin kafadan sallıyor. Hastanede falan değil, yaşlı ve kimsesizler evine kaldırılmıştı. Kimsesizdi ama, arada bir gelip gideni bile vardı.

 3.Engin yazısında, bu eve kapıdan girildiğini yazmaktadır. Doğru değil, YALANDIR.  Kapıdan girildiğini yazarak  eylemi küçültmeye ve sıradan bir eylemmiş gibi göstermeye çalışması onun karakterini yansıtıyor.

 Bu eylem, merkezi bir kararla ve politikleşmiş askeri savaş stratejisi mantığından hareketle, temel kadrolar tarafından ve SÜLLÜMCÜ bir yöntem kullanılarak, hiç bir kayıp vermeden üstlerine dönen gerillalarımız tarafından hayata geçirilmiştir. Bu güne kadar da, kimse tarafından bilinmeyen eylemler olarak örgüt tarihimizdeki  şanlı şerefli yerini almıştır.

Ölü konuşturucusu Erkan gibi, kimsenin bilmediği, tanığı olmayan ve üçüncü şahıslar tarafından duyulmamış da değildir. MK’da Zafer ve Salih, MK sekreteri olarak Mihrac Ural eyleme bizzat eşlik ederek öncü bir rol oynamışlardır. Mihrac Ural bu eylemde (ama, sadece bu eylemde)  erkete olmayıp bizzat yer almıştır.

4.Eylem anında, Mihrac Ural’ın emir ve direktifleri doğrultusunda hareket edilmiş olup, evde bulunan Çok eski ve bayağı ağır bir televizyon,  çatal-kaşık takımı,bir takım antik kahve fincanı vb( kısacası ıvır-zıvır ne varsa) el konulmuştur.

5. Evet doğrudur, eylem sonrası yapılan değerlendirmelerde kimi sorunlar çıkmış olup, özellikle televizyonu kimin alacağı konusunda çıkan soru üzerine toplanan MK herkes için bağlayıcı bir karar alarak televizyon’un kullanım hakkının MK üyesi Zafer yoldaşa ait olduğuna oy birliği ile karar verilmiştir. Engin Erkiner’in çarpıtmaları iyi niyet sınırlarını zorlamaktadır. Bilmeden, kulaktan dolma ve delilsiz konuşan Engin Erkiner susmalıdır. Allah göstermesin, Mihrac Ural bu yazıyı okusaydı da Engine bir iki soru sorsaydı, Mesela, deseydi ki. ‘’ söyle bakalım Engin(cik) efendi. O senin küçük görüp horladığın bu eylemde, eşşek yükü kadar ağır o televizyonu kim taşıdı peki? Cevap ver bakalım? Deseydi ne olacaktı? Ne olacağı var mı, E. Ulaşan(!) gibi olurdu. Kıç üstü oturur ve hastir be soytarı, ben bu seviyeye düşmem der susardı.

Örgüt tarihimizde ilk kez hayata geçirilen ve Süllümcü bir yöntemle gerçekleştirilen bir eylemin iç yüzü budur. Ne dersin Mihrac Ural hadi bakalım buna bir cevap lütfen... yalan mı ..?

 Hep düşünmüşümdür. Bu bizim soytarı aslında uyanık(!) adamdır. Baksanıza, Taa İsparta’dan, 1977 tarihinde, Mustafa Püsküllü’den öğrendiği Süllümcülük yöntemini unutmamış, 1982’de,Paris’lerde pratige dökmüştür. Kimsenin bilmediği eylemler olarak ebede kadar saklayacağını sandığı eylem(!) ayrıntıları, aradan geçen bunca zamana rağmen, hala alay konusu olarak anlatılıyor ama, o kafayı kuma gömmüş bir kere..

 Tekrar konuya dönüyorum.

AYNACI’lıgın ne demek oldugunu, nasıl yapıldıgını’da bilmezdim, ögrendim.  Aynacılık, Süllümcülüğe benzemiyor tabi. Çok daha tehlikeli ve bir o kadar da, cezası ağır bir hırsızlık kolu oluyor.

AYNACI diye adlandırılan hırsızlar genellikle yaz aylarında, haziran, temmuz ve ağustos ayları, Aynacılar için hasat mevsimidir. Karayolları üzeri aynacıların iş sahalarıdır. Aynacılık öyle rast gele yapılan bir iş de değil, incelikleri olan, hesap kitap işini bilenlerin yapabileceği bir meslek koludur.  

Ben, Hayati Taş’ın yalancısıyım.

Hayati Taş’ın meslegi AYNACI’lıktır. Aynacılık eylemi: Karayolları üzerinde, keskin viraj ve virajda takla atabilecek arabanın bir süre sürüklenmesi ve içerdekilerin ölmeyecek şekilde, ama yarı baygın olabilecekleri kadar sürüklenebileceği yerin  tespit edilmesiyle başlıyor.

 

Aynacı’lıkta Yer tespiti çok önemli, sonraki aşama çok basit. Yüzünü güneşe verip bekleyeceksin. Karşıdan gelecek olan minübüs ya da otobüs olursa ne mutlu sana. Karşı yönden gelmekte olan Arabanın, viraja  tam gireceği bir anda, elinde bulunan aynayı şöförün gözüne tutarak, güneş ışınını şoförün gözüne yansıtarak görme yetisini kaybeden şoförün hızla girdigi viraj’dan takla atarak devrilmesiyle birlikte, fırlayıp yerinden kalkacak, yaralı veya yarı baygın yolcuların cüzdan ve degerli eşyalarını alarak tüyeceksin...

Ben bütün bu olanları masal gibi dinlerdim.

 Bir ara,  ‘’ yahu insanlar ölürken sen nasıl onların cüzdanlarını alabiliyorsun?’ diye sordum.

Aynacı Hayati, gayet sakin bir şekilde ‘’ben hiç bir işimde yanlışlık yapmadım, yer tespitini iyi yaparsan kimseye bir şey olmaz, ufak tefek sıyrıklar da... eee o kadarı da olacak elbette’’ dedi. Kaldı ki, Hayati’nin yakalanması bile iyi niyetinden olmuş(!) ‘’Aman kan akmasın’’ düşüncesiyle girdiği son işinde , mevzilendiği virajın keskin olmaması ve arabanın da sadece bir tek  takla(!) atarak durması üzerine, yolcular tarafından derdest edilerek yakalanıyor.

 Ali Demir KASKALAN adına bir yaşlı vardı, hırsızlık konusunda uzmanlaşmış ve belli bir alanda yoğunlaşmış falan değil, ne bulursa ‘’kalk gidelim’’yapan düz hırsızlardan olduğunu söylerdi. Bu yaşlı ihtiyarın özelliği,kendisinden sonra hırsızlığa devan eden aile çevresinin çaldıkları  bazı malları içerde, mahkumlara satardı.

Ali Demir Kaskalan, Hasta bir TV seyircisiydi.  Ne zaman ekranda, mini etekli güzel bir bayan görse, yatmakta oldugu, üst kat ranzadan fırlar ve TV’nin altında durur, program bitinceye kadar kımıldamazdı. Aşagıdan bakarsa, kadının   bacaklarını(!) daha iyi görebileceğini zannederdi. Bu tavrıyla koğuşumuzun alay konusu olur ama aldırış falan da etmezdi.

 

GÖKYÜZÜNDE UÇUŞAN KUŞLAR  YA DA, ‘’CULP’’ NE DEMEK?

 

 

1950'li yılların ''eski tüfek''leri anılarında vardır. Eskide hapishanelerde ''bit yarışması'' yapılırmış. Devir değişti, günümüzde  çok farklı yöntemler uygulanıyor. 

Gökyüzünde uçan kuşun, Ceza evindeki kumarla ne alakası var? Denilebilir. Gözümle görmesem bende inanmazdım ve aynı soruyu sorardım. Ne alaka..?

Isparta ceza evi’nin, iflah olmaz diye görülüp, bir araya getirilen seçme mahkumların sürgün yeri olduğunu daha önce söylemiştim. Bizim kaldığımız 7.  koğuşu da, bu cezaevi’nin, en ilginç tiplerinin bir arada olduğu koğuştu.

Kerim Peşkirci  adında Antalya’lı genç bir koguş arkadaşımız vardı. Küçük yaşlardan beri içeriye girip çıkmaktan sünnet  olmaya fırsatbulamamış, fırlama bir çocuktu. Sünnetsiz oldugu için ceza evinde alay konusu olmasını onuruna yediremediği bir gün, traş oldugu jileti kaptıgı gibi dogru  tuvalete giriyor ve kendi kendisini sünnet ederek, ‘’ ohhh be kurtuldumm işte...’’ diyerek milletin dedikodusundan bu şekilden kurtulduğunu anlatırdı.

 Bir gün, Kerim Peşkirci’yi, Mehmet Tarım’la birlikte pencerenin önünde, ranzalarının üzerine çömelmiş oldukları halde kıprtısız oturduklarını gördüm. Önce dikkatimi çekmedi.

Saatlerce oturmaları ve arada bir yüksek sesle tartışmaları dikkatimi çekti. Yanımda bulunan bir kişiye,’’bunlar ne yapıyor’’ diye sordum. Güldü. ‘’Hiiçç, kumar oynuyorlar’’dedi. Havada dolaşan kuşları sayıyorlarmış. Mehmet sag taraftan gelen kuşları, Kerim’de sol taraftan gelen kuşları tutmuş. Bir saat süre koyuyorlarmış, Bir saat içersinde, Sağtaraftan sol tarafa geçen kuş sayısı, sol taraftan sağ tarafa geçem kuş sayısından fazla olursa Mehmet Tarım kazanıyor, tersi durumunda da Kerim kazanıyormuş. Tabi bu arada yukardan aşağıya doğru süzülüp gelen kuşların, konumu aralarında anlaşmazlığa neden olduğndan, arada bir yaptıkları yüksek sesli tartışma da, bu nedenle çıkıyormuş, kuşun sağdan sola, yada soldan sağa doğu uçmakta olduğu tartışma ve anlaşmazlık nedeni oluyormuş.

 Kumar olayında sadece kuş’lar değil başka türlü araçlarda kullanılırdı.

 

HARF’LEDEN KELİME TÜRETME oyunu bunlardan en meşhur olanıydı. Bu oyunun sonunda mutlaka kavga çıkar ve kabak Engin’in başına patlardı.

Oyun için, önce bir harf seçilirdi. Örneğin ‘’C’’ harfi. ‘’C’’harfinden sırayla kelime türetmek zorundasın. Kelime türetmekten tıkanan kişi oyunu kaybederdi.

Bu oyun genellikle akşam sayımından sonra oynandığı için bazen geç saatlere kadar sürer,hepimizin de dikkatini çekerdi.

 ‘’C’’ harfinin anahtar kelime olduğu bir gün, oyunculardan biri, kelime üretmekten tıkandığı için ‘’CULP’’ dedi. Haydaaa Culp diye bir kelimenin olup olmadığı konusunda şiddetli bir tartışma başladı ve en sonunda ‘’hakem’’e başvurmaya karar verdiler. İstemese de Engin bu oyunun her zaman hakemi olurdu(!). Her iki taraf’da Engini uyandırmaya karar verdiler. Engin, yarı uykulu bir şekilde soruyu anladıktan sonra ne diyecegini şaşırdı. ‘’CULP’’ diye bir kelime var dese olmayacak, yok dese olmayacak. ‘ Biraz durdu ve bu kelimeyi türeten kişiye döndü, ‘’CULP’’ ne demek? Cevap çok basit(!) ‘’ taşı suya atarsın ya.. Taş suya degdiğinde culp diye bir ses çıkarıt ya. İşte o demek...(!)

 

5. bölüm İsparta ceza evi yönetimini ele geçirmemizin serüveni olarak devam edecek.

İletişim adresi.

İ Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir