Şuanda 197 konuk çevrimiçi
BugünBugün1061
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8785
Bu ayBu ay8785
ToplamToplam10477209
Hapishane günlüğü (5): davamız Isparta'da PDF Yazdır e-Posta


Hapishane’de tek başına yaşamak zordur. Hapis’te, ziyaretine gelip gidenin kıt, paran da yoksa eğer, daha bir zordur mahpusluk. Yalnız ve parasız bir mahkum, gariban sayılır hapiste. Garibanlar, ya koğuş meydancısıdırlar (koğuşun, temizlik vb ayak işleriyle uğraşırlar) yada, koğuş ağasının yanında, hapishane terimiyle ‘’çakal’’olurlar. Korumacılık yapar, koğuş ağasının emir eri gibi hareket ederler. Bunları yapmayan, yapmak istemeyen, kişilik sahibi kişiler de  vardır. Bunlar, genellikle devrimci, demokrat eğilimli insanlardır. En azından gazete okurlar, günlük siyasal olayları, televizyon’da da olsa takip eden, yorum yapan konuşan insanlardır.  

Ceza evlerinde, devrimcilere en yakın olan bunlardır. İçeriye giren devrimci(ler)in çevresinde toplanır, birlikte hareket etmeye çalışırlar.

Isparta cezaevinde de aynı şey oldu. Bizlerle birlikte hareket eden, ilk bu kesim oldu. Daha sonra geniş bir şekilde anlatacağım Recep GÜREGEN yoldaş bunlardan en ilerisidir. Coşkun diye başka bir arkadaş vardı, yanlış hatırlamıyorsam hırsızlıktan içerdeydi, Çok yetenekli ve becerikli bir kişiydi. Engin’in yanından ayrılmazdı.

Bunun dışında, örneğin bir pavyon kavgasında, bir kişiyi yaralayarak hapse düşen ve Konya ceza evinde örgütlenen Zafer GÜNDOGDU yine bu tür arkadaşlar içersindedir.

İçerde ya da dışarıda fark etmiyor. Doğu toplumlarının ortak bir özelliği var. Güce tapar. Güç’ün karşısında direnme bilinci zayıftır, gelişmemiştir. Güçlünün himayesinde, o anki gücün içersinde olmayı, kendi güvenlik sorunu olarak algılar.

Hapis’te, bu durum daha da bariz bir şekilde görülür. Siyasi tutukluların varlığı kendi başına bir güçtür. Mahpus adam bunu çok iyi bilir. Siyasi tutuklu tek başına bile olsa onun güç olduğunu, cezaevi idaresi de bilir, mahpus da bilir. Böyle olunca, içerdeki devrimci tutuklunun  çevresine samimi olanlar kadar, samimiyetsizlerde toplanır.

Hapishane yatmış pek çok devrimci mutlaka tanıklık etmiştir. Mahir ÇAYAN’a ekmek taşıyan(!), Deniz GEZMİŞ’le ceza evi arkadaşlığı(!) yaptığını söyleyen insanlarla mutlaka karşılaşmışlardır.

Bu tür insanlar, devrimcilerin duygularından faydalanmak ve içerde, güçlünün yanında olmakla, kendilerini güçlü hissetmek, devrimcilerden faydalanmak  için caba sarf eden sıradan insanlardır.

ESKORT EŞLİĞİNDE MAHKEMEYE GİDİYORUZ..

İstanbul’dan, Isparta Ceza evine getirildikten bir süre sonra, İstanbul 3 no’lu ağır ceza mahkemesi savcılığı tarafından, Engin Erkiner, Ali Sönmez,Muharrem Kaya ve İbrahim Yalçın olarak benim hakkımda İdam istemiyle dava açıldı. Normal bir prosedürdü ve biz bunu bekliyorduk.

1977 kasım-aralık ayı olmalı. Hava soğuktu ve biz Isparta’dan İstanbul’a götürülecektik.

Mahkemede gününden bir gün evvel, Isparta’dan yola çıktık. Dışarda, olağanüstü ve hiç alışık olmadığımız bir güvenlik vardı. Engin, Ali ve benim (Muharrem Kaya o sırada Afyoncezaevinde idi) içersinde bulunduğum cezaevi arabasının önünde ve arkasında en az on tane askeri jemse ve konvoyun en önünde de yolun trafiğe kapanmasını engellemek için bir polis ekibi sürekli siren çalarak ilerliyorduk. Isparta-İstanbul yolu üzerindeki tüm kavşaklara askeri ekipler yerleştirilmişti. Yolda durmak, mola vermek kesinlikle yasaktı. Zorunlu bir ihtiyaç durumunda Isparta-İstanbul arasındaki en yakın bir şehrin garnizon komutanlığına uğruyor, ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra yola çıkıyorduk. Yol üzerinde, hangi il sınırlarına girdiysek, Güvenliğimiz de o il’in garnizon komutanlığı’na devrediliyor, bir önceki askeri konvoy geri dönerken, bizi devralan konvoyla yola devam ediyorduk. İl sınırlarındaki devir-teslim törenlerinde, askerlerin’’ kim bunlar?’’ diye bizi görmek için bulunduğumuz ceza evi arabasına merakla yaklaşıp bizi görmeye çalışmaları ilgiyi daha da arttırıyordu.

Son olarak, İzmit İstanbul il sınırında yapılan devir-teslim töreniyle birlikte, İstanbul alay komutanlığı tarafından Sultan Ahmet’te bulunan İstanbul adliyesinin hücrelerine kapatıldık. İstanbul alay komutanının bizzat eşlik ettiği hücreye yerleştirilmemize rağmen ellerimizdeki kelepçeler çözülmemişti. Sabaha kadar ( mahkeme saatine kadar) Kelepçelerin bileklerimizde kalmasına itiraz etmemize rağmen ‘’emir böyle’’denilerek kelepçelerimiz çıkartılmadı.

24 saattir ellerimiz kelepçede kalmıştı. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, hücrede ellerimizde kelepçe olduğu halde uyuyamamıştık ve o halde mahkemeye çıkartıldık. İlk mahkememizdi. İddianame okunacak ve ilk sorgular yapılacaktı.

Hiç birisi olmadı.

Ağır ceza mahkemesi başkanının sorduğu isim ve dogum tarihi tespitlerinden sonra,  bir gün önceki durumu anlatarak gece bile ellerimizdeki kelepçelerin çıkartılmamasını protesto ederek ifade vermeyeceğimizi söyledik. Vermedik. Mahkeme bir başka güne ertelendi.

Burada ilginç birşey oldu. Daha önce tutulan tutanaklarda Engin’in dogum tarihi yanlış yazılmış. ( 22.07.1950 degil de, kayıtlara 07.22.1950 olarak aktarılmış) Hakim bunu düzeltmek istedi ve Engin Erkiner’e dönerek. ‘’..evladım senin dogum tarihin  07.22.1950 mi’’ dedi. Engin de ‘’ hayır 07.22  diye bir tarih olmadığına göre 22.07..dir ‘’dediği zaman,  mahkeme başkanı bayan hakimin ‘’ hıı elbette ya’’ dediğini hatırlıyorum.

MAHKEME DÖNÜŞÜ  VE MÜDÜR ENVER BOLAT’IN DELLENMESİ...

Beş dakika bile sürmeyen Mahkeme’ye, bir günde getirilmiş, şimdide aynı şekilde, konvoy ve eskort eşliğinde, yüzlerce jandarma tarafından tekrar götürülecektik. Güvenlik sorunu daha da sıklaştırılmış bir halde akşama doğru Isparta ceza evine geldik. Ceza evi kapısından Müdür Enver Bolat, Ceza evi savcısı ve gardiyanlar ‘’tam tekmil’’ bizi bekliyorlardı. Müdür çok sinirliydi. Bizim ifade vermediğimizi duymuş, küplere biniyor. ‘’ Bu kadar asker, bu kadar masraf ve bu kadar zahmet ettik, siz ifade bile vermediniz, bu devlet size bu kadar masraf yapıyor, sadece doğum tarihlerinizi söylemek için mi gittiniz?’’ diye söylenip duruyordu. Aldırmadık...

Bundan sonra bir kez daha aynı şekilde İstanbul’a götürülmemize rağmen cezaevindeki baskıları gerekçe göstererek yine ifade vermedik.

MAHKEMEMİZ, ISPARTA AĞIR CEZA’YA KALDIRILIYOR.

Isparta’da bulunduğumuz süre içersinde, gerek yerel basında, gerekse de ulusal basında sık sık hakkımızda yazılar çıkıyordu. Özellikle Isparta yerel gazeteleri,’’ Acilci  komünistler içerde şöyle, yada böyle yaptılar’’ cinsinden yazılar yazıp tekrar tekrar resimlerimizi basıyordu. Bu durum Ceza evini olduğu kadar kamu oyunu da mutlaka etkilemiş olmalı ki, Güvenlik sorunu bahane edilerek , davamızın İstanbul’dan Isparta’ya kaldırılmasına neden oldu.

İstanbul Sağmalcılar Cezaevi’nden, Engin tarafından yazılan ve ‘’ceza evinden nasıl kaçabileceğimize ilişkin bir mektubun, dışarıda, Avukat Cemil ORKUNOĞLU’nun evinde, yastığının altında bulunmuş olması, bu davanın İstanbul’dan Ispartaya kaldırılmasında etkili olmuştur. Cemil Orkunoğlu, kendisine verilen bir mektubu ilgili yerlere vermeyerek 2 ay gibi uzun bir süre evinde tutmuş ve sonuçta da yakalatmıştı.

Davamızın Isparta agır ceza mahkemesine devredilmesinden kısa zaman sonra, Sagmalcıla’da bulunan bayan arkadaşlarımız Belma GÜRDİL ve Hilal ORKUNOGLU, Mihrac Ural ile birlikte Isparta’ya getirildiler. Muharrem Kaya Afyon’da,  biz hepimiz Isparta’daydık.

CEZA EVİ KOMÜNÜ VE MAHİR ÇAYAN’A EKMEK TAŞIYAN(!) ‘’OĞLANCI’’ DAYI..

İstanbul’dan 25 kişi gelmiştik. Bir süre gelenlerin çoğu  tahliye oldu. Sayımız, 7-8 kişiye kadar düşmüş olmasına karşın, psikolojik üstünlüğümüz çok artmıştı.

Bu dönem ECEVİT hükümetinin Adalet Bakanı Mehmet CAN, yeni bir kararname çıkartarak, ceza evi temsilcilik sistemi’ni yürürlüğe koymuştu. Buna göre, her ceza evi’nde, mahkumlar tarafından, kendi içlerinde bir temsilci seçilecek ve idare ile ilişkiler, seçilmiş temsilci aracılığıyla yürütülecekti. Isparta cezaevi temsilcisi ben olmuştum.

Temsilci olmamla birlikte, ceza evi içersinin kontrolü yavaş yavaş bizlerin denetimine girmeye başladı.

O güne kadar ceza evi idaresine çalışan, çay ocağı, kantin ve berber hane’ye, neredeyse zorla el koyduk. Yeni bir sistem getirdik. Çay ocağı, kantin ve berber hane’de çalışanları tamamen değiştirip, eskide, buralarda çalışmış olan kim varsa hepsini ‘’muhbirler koğuşu’’ olarak adlandırdığımız bir koğuşa kapattık. Yerlerine, bizim belirlediğimiz mahkum ve tutuklulardan yeni insanlar koyduk.

Bu iş yerlerinin günlük hasılatları, her akşam kasa kapatıldıktan sonra bize getiriliyor ve bana teslim ediliyordu. Ceza evindeki tüm koğuşların mümessillerini de değiştirmiş, onların yerlerine de bizim belirlediğimiz insanları yerleştirmiştik.

Bütün koğuş temsilcilerini bizim koğuşta toplayarak, her koğuşta, kimin ziyaretçisi gelmiyor, kimin maddi durumu iyi değil,kimin neye ihtiyacı varsa belirlenerek bize liste halinde verilmesini istedik.

Cezaevinde ne kadar ziyaretçisi gelmeyen. Maddi durumu iyi olmayan varsa listesini çıkarttık.  Bu kişilerin, haftalık zorunlu ihtiyaçları bizim tarafımızdan karşılanmaya başlandı.

Her akşam bana devredilen, çay ocağı, kantin ve berber hane’nin gelirlerini bir deftere yazıyor, haftalık gelir belirlendikten sonra, hafta sonları, ihtiyaçları daha önce tespit edilmiş  mahkumların, zorunlu ihtiyaçları bu gelirlerden  karşılanmaya başlandı.

Tüm ceza evi, neredeyse tek bir komün hayatı yaşamaya başlamıştı. Başka bir ceza evinde, bu güne kadar böyle bir uygulama oldu mu? Bilmiyorum. Ben bu güne kadar duymadım. Sanırım bu bir ilk oluyordu. Bütün mahkumlar  hallerinden memnundu

Koğuşlar arası yer değiştirmeler benim iznimle oluyor, kimse benden habersiz koğuş değiştirmiyordu. Her hafta tüm koğuş temsilcileriyle ortak toplantılar yaparak, sorunlarımızı görüşüyor bir sonraki haftaya ilişkin doğabilecek sorunların neler olabileceğini ve nasıl bir tavır takınacağımızı bile tespit ediyor,hazırlıklı davranıyorduk.

Mahkumlar içersinde yaşlı bir amca vardı, bize ‘’yeğenlerim’’ der, bizde kendisine ‘’amca’’ yada ‘’dayı’’ diye hitap ederdik. Yanılmıyorsam Sivas’lı bir alevi idi. Mahir ÇAYAN’a su ve ekmek taşıdığını söylerdi. Yalan söylediğini bildiğimiz halde anlattıklarını dinler, yalan söylediğini yüzüne vurmazdık. Yaşlı olduğu için alınsın istemez, idare ederdik.

Bir gün bana geldi ve ‘’karşı koğuşta genç bir delikanlı’’ nın adını söyleyerek, kendi koğuşlarına ‘’meydancı’’olarak vermemi istedi. Hiçbir sakınca görmedim ve bahsi geçen delikanlının bulunduğu  koğuş temsilcisine, ‘’o gencin karşı koğuşa gönderilmesini’’ söyledim. Koğuş mümessilinin memnun olmadığı her halinden belli oluyordu ama, nedenini de sormadım.

Birkaç gün geçti geçmedi, aynı koğuş mümessili bana geldi, yüzü kireç gibi bembeyazdı. Ne olduğunu sordum ve aldığım cevap karşısında şok oldum.

’Mahir ÇAYAN’a ekmek taşıyordum  yeğenlerim’’ diye bizim çevremizde dolaşan ve ‘’dayı’’ diye koruyup kolladığımız yaşlı amca, koğuşuna aldığı genç delikanlıyı her akşam taciz ediyor, cinsel ilişki’ye zorluyormuş

İnanamadım. Çocuğu çağırdık dinledik, doğruydu. Derhal, Recep GÜREGEN’in de içersinde yer aldığı bir mahkeme(!) kurduk.  Ali SÖNMEZ de savcı(!) olarak bu mahkeme heyeti içersinde yer aldı.

Yargılama sonunda bizim ihtiyar dayı’ya 30 falaka cezası verilmişti. Müşahadiye koğuşunda götürülerek verilen ceza uygulanırken, Mihrac Ural koşarak geldi ve ‘’adamı öldürüyorlar’’dedi. Koşarak müşahadiye’ye gittiğimiz de, gerçekten de, 30 değil belki de 300 falaka yemiş bir adamla karşılaştık... Muhbirler koğuşuna gönderdiğimiz ihtiyar dayı’ya ayrıca, 3 ay’da zaruri ihtiyaçları dışında ranzasında inmeme ve oturma cezasını uygulamaya koyduk.

MUHBİRLER KOGUŞU

Ceza evi içersinde yönetim tamamen elimize geçmişti. Bu durumu içersine sindiremeyen ve yer yer güç gösterisi yapmaya yeltenerek provakatif davranan Musa başgardiyan’a dışarda iyi bir ders(!) verilmediği taktirde ilerde sorun çıkabilirdi. Bu sorunu da hallettik. İstanbul’da beraber geldiğimiz proleter davasından Ömer ÜLGENCİ arkadaş, bu sırada tahliye oldu. Sorunun çözümümü Ömer’e havale ettik. ‘’kısa zamanda hallederim, siz rahatınıza bakın’’ diye tahliye olan Ömer, verdiği sözü gerçekten de kısa zamanda yerine getirdi.

Başgardiyan Musa, evinde falakaya çekilmiş ve on gün iş göremez raporu almıştı.

Bütün gardiyanlar korku içersindeydi. Haberi tüm ceza evine yaydık. Gardiyanlarla dalga geçmeye başladık. ‘’Musa başgardiyana selam söyleyin geçmiş olsun’’ diyorduk.

Gardiyanlar arasındaki ilişkiler de çözülmeye başlamıştı. Birbirlerini bize şikayet ediyorlar, hangi gardiyan ne tür bir hata yaparsa anında haber alıyorduk. İçeriye uyuşturucu ve kesici alet getiren ve satan gardiyanları bu şekilde tespit ettik ve Kapı altı denilen bölümden, koğuşların bulunduğu tarafa geçmelerini yasakladık.

Çocuk mahkumlara karşı kötü davranan, çocukları ceza evinde angarya çalıştıran ve kendi işlerini bu çocuklara zorla, döverek yaptıran gardiyanları sert bir şekilde uyararak ‘’bir daha asla’’ diye söz aldık.

Koğuşlarda tespit edilen tüm muhbirleri aynı koğuşa toplayarak dışarıya çıkmalarını ve mahkumlar içersine karışmalarını yasakladık.

Bu konuda, haksızlıklar da yapmadık değil. Yaptık. Örneğin, Benim hemşehrimi de Muhbir olmadığı halde, ‘’muhbirler koguşuna gönderdik’’ Cinayetten yatan ve on yılını devirmiş, kendince ‘’delikanlı’’geçinen bir mahkuma yapılacak en ağır hakaret muhbirler koğuşuna gönderilmek olmalı.

Muhbirler koğuşua gönderilecek olanları, koguş mümessilleri ile birlikte tespit ettik. Sıra, karşı koguşta kalmakta olan hemşehrimin koguşuna gelince, ben Hemşehrim Memet’in de muhbirler’e gönderilmesini önerdim. Koğuş temsilcileri, ‘’yazıktır. O muhbir degil’’ dediler. Ben ısrar ettim. ‘’Ne fark eder faşist’’ dedim. Hemşerim Memet, koğuşundan alınırken bas bas bagırıyor. ‘’ hemşerimmm beni öldürün ama oraya göndermeyin’’ diyordu. Koğuştan dışarıya çıkmadım. Karşı karşıya gelmekten utandım. Bize karşı çok dürüst davranmıştı. Her gün çayını içtik, hürmetten başka bir kötülüğünü görmemiştik. Diğer arkadaşlar tanımıyorlardı ama, M.Ali Kırdök ile ben tanıyordum. Adamcağız, muhbirler koğuşuna gidinceye kadar bağırdı durdu. M. Ali ile ben ikimizde yazık oldu diye hayıflandık ama yapacak bir şey de yoktu. Şimdi olsa, öyle davranmazdım.

UYUZ İLACINDAN İÇKİ, KARPUZ’DAN RAKI,

ZEYTİN TANESİ SAPINDAN CİGARALIK...

Isparta ceza evi’nde her gün yeni bir olay var. Sabah ve akşam sayımlarında, gardiyanlarla beraber ben de bulunuyorum. Beni almadan ne gardiyanlar sayım yapıyor, nede mahkumlar sayım veriyorlar. Ziyaret günleri içinde, bir arkadaşımızın getirilen yiyecekleri denetlemesi gerektiğine karar verdik. Gardiyanlar tarafından getirilen uyuşturucuyu büyük oranda engellememize rağmen, ziyaretçiler tarafından getirilen yiyeceklerin içeriye alınmasıyla birlikte yeni bir sorun çıkmıştı. Uyuşturucu ve alkol, ziyaretçiler tarafından içeriye sokuluyordu. Recep GÜREGEN yoldaşı bunun için görevlendirdik. Ziyaret günleri içeriye sokulan eşyaları kontrol edecekti.

Recep yoldaş bir gün, içeriye verilmek istenen bir karpuzdan şüpheleniyor. Karpuzun içersinde suyun çalkalandığını hissediyor. Kontrol edilince anlaşılıyor ki, karpuza iğne ile rakı şırınga(!) edilmiş. Ziyaret saati geciktiği için içersine şırınga ile rakı enjekte edilen karpuz sulanmış olduğundan mesele de anlaşılmış oluyor...

Yine bir gün, dikkatimizi çeken bir olay oldu. Ceza evi doktoru koğuşumuza geldi, sohbet sırasında ‘’arkadaşlar içerde kuduz salgını var,kendinize dikkat edin’’ dedi. Şaşırmıştık, ‘’hayır biz böyle duymadık’’dedik. Doktor ısrarla olur mu dedi, içerde herkes kaşınıyor ve ben günlerce uyuz ilacı yazmaktan yoruldum dedi. Şüphelenmiştik. İçeriyi bir kontrol ettik ki, ne görelim herkes uyuz ilacı içiyor.

Uyanık(!) mahkumlardan biri, uyuz ilacı prospektüsünü okuyor ve ne görsün, ilacın karışımının büyük bir bölümü alkol’den oluşuyor., Bunun üzerine doktora çıktığı bir gün ,’’uyuz oldum, kaşınıyorum’’ diye, reçetesine uyuz ilacı yazdırıyor ve gelen ilacı  bir  bardağa doldurduktan sonra içersine limon vs. Sıkmak suretiyle ‘’terbiye’’ ederek içiyor. Arkasından tüm ceza evi, hurraaa doktora gidiyorlar ve uyuz oldum, ilaç.. Genç ve tecrübesiz doktor’un yazmak istememesine rağmen ‘’tehdit’’le yazdığı bile olmuş. Buraya da el attık ve 15 günde bir defa, ceza evine gelen doktorun yanında bulunmaya başladım,‘’ uyuzum’’ diye doktorun kapısına dayananları, böylece oradan da uzaklaştırmış olduk.

Bütün yollar tıkanmıştı. Buna rağmen pes etmediler ve başka yöntemler aramaya başladılar. Buldular da,  ziyaretçilerinden zeytin tanesi ısmarlayan kimi mahkumlar,  zeytin tanesinin üstündeki sapları teker teker ayıklayarak güneşte kurutuyorlar ve  sigara tütününe karıştırarak sarıp içiyorlardı. Cigaralık niyetine içtikleri zeytin tanesi saplarıyla, ‘’kafa’’larını bulup bulmadıklarını bilmiyorum ama o niyetle içtikleri için bulduklarını söylüyorlardı(!)...

(6.bölüm, Adalet Bakanı Mehmet CAN’ı tehdit ediyoruz. Müdür,Savcılar ve gardiyanlara sürgünle  devam edecek)

İleti adresi.

İ Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir