Şuanda 245 konuk çevrimiçi
BugünBugün1079
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8803
Bu ayBu ay8803
ToplamToplam10477227
hapishane günlüğü (7): isyan ve sürgün PDF Yazdır e-Posta


 

 

(firar girişimi, isyan ve Amasya ceza evine sürgün)

 

Isparta ceza evi serüvenimizin sonuna yaklaştığımızı elbette bilmiyorduk. Engin, Ali, Ben, ve Mihrac aynı koğuşta birlikte kalıyoruz.  

Kısa bir süre önce Recep Güregen, bir mahkeme dönüşünde (mahkemede örgüt bayrağı açtığı için) içeri alınmayıp sürgüne gönderildiği için bizimle birlikte değildi.  

Yanımızda, adli davalardan, hırsızlıktan cinayete kadar mahkum olmuş değişik davalardan hükümlü ve tutuklularda var. Gündüzleri voleybol oynuyor, akşamları kitap okuyor televizyon seyrediyoruz. Mihrac Ural’ı ilk defa bu ceza evinde tanıdım. Belma ve Hilal’le birlikte İstanbul’dan gelmişti.

Nasıl yakalandıgını anlattı, yarım daktilo sayfası bir polis ifadesi gösterdi ve hiçbir şey konuşmadım(!) dedi. Bize gösterdiği polis ifadesi gerçektende temizdi(!) Ne Samsun, nede Bursa’dan bahsediliyordu. Buraların ismi bile geçmiyordu. Ankara’daki takip ve fotoğraflarının çekildiğinden bile bahsetmedi. Söylediği tek bir söz vardı. ‘’olan oldu, geçmişi boş verip işimize bakalım’’ diyordu.

Nebil Rahuma’nın nasıl yakalandığı konusu gündeme bile gelmedi. Nebil’in yakalanma operasyonu ile Mihrac’ın yakalandığı operasyon arasında bir bağ olabileceği düşünülmedi bile. Nebil Rahuma’nın, Mihrac Ural pusu’suna düşerek özellikle yakalatılmış olması, aklımızın ucunda bile geçmedi.

Mihrac’tan 2-3 gün sonra yakalanan, Nebil operasyonunun, Mihrac operasyonu ile ilişkisini bilmiyor,  birbirinden bağımsız operasyonlar olduğunu sanıyorduk.  

Öte yandan, Mihrac Ural, bugün yazıp çizdiği  senaryoların hiç birisinden o zaman bahsetmemiştir.

Ankara-İstanbul arasında 21 gün dolaştırıldığını, işkence’de her tarafının param parça edildiği konusunda kesinlikte tek kelime bahsetmedi.

Samsun ve Bursa operasyonları ile Mihrac Ural’ın yakalandığı operasyon arasında da bir bağ kurulmadı. Anakara’da, yakalanmasından bir kaç gün önce, Samsun ve Bursa’da olduğundan kesinlikle haberimiz yoktu. Operasyon öncesi buralara gittigi konusunu kesinlikle açmadı.

Şimdi yazıyor, ‘’Bursa’da, Eşber’le  resimlerimizi çekmişler, şube’de gösterdiler’’diyor. O zaman bunlar söylenmedi. Bunlardan bir tanesinden haberimiz olsaydı eğer, Mihrac Ural’ın hesabı bu güne kalmaz, taa o zaman dürülmüş olurdu.

Bazıları soruyor, ‘’bu adam nasıl bu hale geldi’’ diyorlar. Sorunun cevabı çok basit aslında. Mihrac Ural, bu örgüt içersinde ciddiye alınmadığı için bu hale geldi. Ciddiye alınmış olsaydı, bugün bu örgüt tarihinde adı bile anılmayacak kadar sıradan bir isim olurdu.

Bu soytarı, yakalandıktan kısa bir süre sonra yanımıza getirildiğinde, Engin’in dediği gibi gerçektende domuz gibiydi. Vücudunda tek bir işkence izi yoktu.

İçerde, her akşam televizyon başına geçerek, klasik Türk filmi seyreden, seyrederken heyecanlanan, yastık-yorgan yumruklayan  ve film bittiğinde de kan-ter içinde kalan bir adam düşünün. Bu adam, Mihrac Ural’dır işte.

Çoğumuzun gençlik dönemlerinde seyrettiği, Ediz Hun-Hülya Koçyiğit filmleri vardır ya hani, Sokakta şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya çalışan, güzel ama kör bir kızın, aniden karşısına çıkan zengin ve hovarda oğlan’la arasında geçen gönül macerası... bir süre sonra, kızın gözü ameliyatla açılırda oğlan ortadan kaybolur, kız peşine düşer arar ya.. Bu sahneler, Mihrac’ın kan-ter içersinde kaldığı ve yastığı yerlere fırlatarak bas bas bağırdığı sahnelerdir. Koguş içersinde, sıradan bir mahkumun bile ‘’n’oluyoruz abicim alt tarafı bir filim bee, heyecanlanma gözünü seveyim’’ diye sakinleştirmeye çalıştığı bir adamdır Mihrac Ural... 

Tv’de ne zaman bir türk filmi oynayacak olsa, bu adamın yaptıgı hokkabazlıklardan dolayı, utancımdan yerin dibine girmişimdir. Ve kaç sefer, Engin’in kulağına eğilerek ‘’ yahu bu adam ne yapıyor, astı astarı bir film, bu kadar kendini yırtması da ne demek oluyor’’ demişimdir. Kendisini filmin akışına öyle bir kaptırırdık ki, bütün koğuş sakinleri, filme değil de, Mihrac’ın hokkabazlıklarına bakardı.

FİRAR GİRİŞİMİ.

Firar; içerdeki adamın düşüdür, rüyasıdır. Siyasi bir tutuklu için firar, devrimci bir eylem olup dışardaki mücadeleye kavuşmak için her an başvurulması gereken bir tutkudur. Aş gibi, ekmek ve su gibidir. Mahpusun, Olmazsa olmazıdır.

Firar; en az, on kere başvurduğum ve her seferinde de başarısız oldugum, aklımın bir köşesinde saklı tuttugum, beceremesem bile, her teşebbüs edişimde heyecanını yaşadıgım eylem...

Isparta ceza evinde teşebbüs ettiğimiz firar girişimini, ilk ciddi girişimimizdir.

Daha önce anlattığım gibi, ceza evi içersinde tüm kontrol bizdeydi. Özellikle Çay ocağına yerleştirdiğimiz tutuklu arkadaşlar, son derece güvenilir ve cezası ağır olan arkadaşlardı. Bizden önce, buralarda çalışan mahkum ve tutuklular, cezası az olan kişilerden seçilmişti. Agır cezalı olanların buralarda çalıştırılması kesinlikle yasaktı. Biz bunun tam tersini yapmıştık.

Firar eylemi, esasen, Engin Erkiner ve Ali Sönmez’in kaçırılması için organize edildi.

Mihrac kaçmayacaktı. Benim tahliye durumum söz konusuydu. Öyle ki, İsparta agır ceza mahkemesi hakim ve savcıları bile, avukatlarımıza ‘’ ibrahim’e söyleyin siyasi savunma yapmasın’’ diye bize haber gönderiyorlardı. Hakkımda ciddi hiçbir delil yoktu. Yargılandığım banka eyleminde, banka çalışanlarından 25 kişi içersinde beni teşhis eden sadece iki kişiydi ve bunların ifadeleri bile birbirini yalanlıyordu. Tanıklardan bir tanesi, benim kasa’dan parayı alan kişi olduğumu söylerken, ikinci tanık, benim dışarda durduğumu söylüyordu. Ali ve Engin’i kesin olarak teşhis eden 23 kişi, beni teşhis etmemişlerdi.

Biz,  takip edilirken çekilen fotoğraflarımızın kesin delil olacagını sanıyorduk, Fotoğrafların delil olarak mahkemeye sunulamayacağını daha sonra öğrendik. Fotoğraflar mahkeme de delil olarak gösterilmezmiş, kanaat oluşturabilir ama delil olmazmış. Bilmiyorduk.  Ayrıca beni teşhis eden iki tanığın da ilk mahkemede, ifadelerini değiştirecekleri ve beni tanımayacakları söz konusuydu. Haydar Yılmaz, dışarda bu konuyla yakından ilgileniyordu.  Bu bakımdan, Firar eyleminde asıl amaç, Engin ve Ali’nin kaçırılması, eylem esnasında gerekirse benim de kaçmam söz konusu olabilirdi. Recep Güregen, kısa zaman önce bizden ayrılmış ve bir mahkeme dönüşünde (mahkemede örgüt bayragı açtıgı için) ceza evine alınmamış ve doğru başka bir ceza evine sürgün edilmişti. Sürgün edilmemiş olsaydı, Recep de bu eylemde firar edecekler arasında olacaktı.

Eylemin planlaması şu şekilde yapıldı.

Çay ocağında çalışan arkadaşlar, ocağın kapanacağı saatte ( çay ocagı gece saat 12 de kapanırdı) kendilerini koğuşlarına götürerek kapıları kapatacak olan gardiyanları ocakta rehin alarak bağlayacaklar. Elbiselerini  giyecek ve ceza evi içersindeki tüm kapıların anahtarlarını da ellerine geçirmiş olduklarından, doğruca bizim koğuşa gelerek bizleri de alıp, kapı altı denen bölüme giderek, nöbet değişimi için gelen gece gardiyanlarını da rehin alarak, gündüz vardiyası gardiyanları gibi kapıdan çıkıp gidecektik.

Askerlerin bizleri tanıma olanağı kesinlikle yoktu. İçerdeki tüm gardiyanlar da bağlanmış olduğuna göre, sabah’a kadar bizi fark etmeleri imkansız olacaktı.

Eylemin başarısız olması durumunda, biz geri planda kalacağız, olaydan haberimiz olmamış gibi davranarak, gardiyanlar ve firara teşebbüs eden çay ocağı çalışanları arasında arabuluculuk yaparak olayı yatıştıracağız.

Olayın büyümeden kapanması ve eylemci arkadaşların disiplin cezası ya da sürgüne gönderilmelerini idare ile ilişki kurarak engellemeye çalışacağız.

Çay ocağı çalışanlarını örgütleme, görev verme, görevlerini taksim etme ve eylemin gün ve saati konularının tespiti görevi bana verilmişti. Ceza evi temsilcisi olmam nedeniyle hem istediğim zaman koğuştan çıkabiliyor, hem de istediğim yere (bu arada çay ocağına da) ne zaman istersem gidebiliyordum.

Eylemin günü ve saatine varıncaya kadar her şeyi belirledik. Eylemde görev alacak arkadaşları ikna ederek mevzilendirdik ve eylem gününü beklemeye başladık.

Belirlediğimiz gün ve saatte, ( gece saat 12 de) çay ocağını kapatarak çalışanları koğuşlarına götürmek için gelen gardiyanları teslim alan arkadaşlar, gardiyanlardan bir tanesini ellerinden kaçırıyorlar.

Kaçarak idari bölüme geçmeyi başaran gardiyan, durumu askerlere bildirdiği için olay anlaşıldı ve ceza evi çevresi kuşatılarak kaçma girişimimiz suya düştü.

Önceden planladığımız gibi, rehin alınan gardiyanların boğazlarına bıçakları dayayarak bizim koğuşun mazgal deliklerinde konuşmaya gelen çay ocağı çalışanları, Gardiyanları bizlere göstererek biz bunları ‘’boğazlayacagız’’ demeye başladılar. Hayır, lütfen yapmayın, gardiyanlara zarar vermeyin diye ısrar ediyor,bir taraftan da mahkumları  yalancıktan‘’tehdit’’ ediyorduk. Sonunda, gardiyanların bize verilmesi için mahkum arkadaşları ikna ederek, koğuşumuzun kapısını açtırarak gardiyanları güvenceye aldım ve herkesi sakinleştirerek koğuşlarına gönderdik. Koğuş kapılarını kilitledikten sonra, gardiyanları alarak idareye teslim ettim ve içerdeki durumu sakinleştirdiğimi söyleyerek,kimseye bir şey yapılmaması için savcıdan güvence aldım. Gardiyanlar, bir taraftan hüngür hüngür ağlıyorlar, bir taraftan da ‘’ savcı bey, siyasi arkadaşlar olmasaydı bizim hepimizi öldüreceklerdi, hayatımızı bunlar kurtardı’’diye bağırıyorlardı. Her şey istediğimiz gibi olmuş,bizim olayla ilgimizin olmadığı sanılıyordu.

Ceza evi infaz savcısından, ‘’kimseye bir şey yapılmayacak, sürgün ve hücre cezası olmayacak ve olay kapatılacak sözü aldıktan sonra koğuşa döndüm’’

AMASYA CEZA EVİ’NE SÜRGÜN VE İSYAN...

Firar girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ortam son derece gergin olmasına karşın, bunun geçici olduğunu kısa zamanda her şeyin normalleşeceğini sanıyorduk. Öyle olmadığı bir kaç gün sonra anlaşıldı.

İsyan girişiminin üzerinde henüz bir hafta bile geçmemişti. Gece saat on-onbir sularında yatmaya hazırlandığımız bir saatte,  koguşumuzun kapısı açıldı ve içeriye giren yüzbaşı, ‘’ İbrahim Yalçın hanginizse bizimle gelsin, ceza evinde sayım yapmamız gerek’’ dedi. Normal bir durum olduğu için kuşkulanmadık. Daha önce de böyle olurdu. Ceza evi temsilcisi olduğum için, sayımlarda genellikle ben de bulunuyordum.

Pijama ve terlikle dışarı çıktım. Koridor silahlı askerlerle doluydu, sayım olmadığını anlamıştım ve geri dönüp koğuşa girmek için hamle yapmaya fırsat bile bulamadan,  koğuş kapısı hızla kapatıldı ve  başımdan yarı belime kadar bir çuval geçirildi.  Çuvalın üzerinden, omuzlarımın hizasından, ayak bileklerime kadar kalın bir sicimle beni bağlamaya  çalışan askerlerle, aramda geçen boğuşmayı  duyan içerdeki arkadaşlar, benim alındığımı  anlamışlar ve slogan atmaya başlamışlardı.

Slogan sesleri üzerine, zaten tetikte bekleyen diğer koğuşlardan mahkum ve tutuklular, yani tüm ceza evi ayaklanmış olup her taraftan kapı ve pencerelere vuruluyor, sloganlar atılıyordu.

Benim ellerim ayaklarım bağlanmış, başımda bir çuval olduğu halde bir odaya kapatılarak üzerim kilitlenmişti. İçerde gelen sesleri duyuyor ama kıpırdıyamıyordum.

İÇERDE İSYAN DEVAM EDERKEN BEN YOLA ÇIKIYORUM.

Gecenin on-bir sularında bağlanarak kapatıldığım odadan öğleye doğru çıkarıldım. Başımdaki çuvaldan dolayı nefes almakta zorlanıyordum. Ellerim ayaklarım bağlıydı ve kıpırtısız durmaktan vücudumda korkunç bir kaşıntı vardı.

Başımdaki çuval alındı ayaklarım çözüldü ve yüzüm gardiyanlar tarafından yıkanarak bir taksiye bindirildim. İki yanımda iki asler, önde bir yüzbaşı olduğu halde Isparta’dan yola çıktık.

Nereye götürüldüğümü soruyor ama, cevap alamıyordum. Israr edince ‘’HAMAMA’’ diyorlardı. Afyon’u Ankara’yı geçmiştik, sordukça  ‘’HAMAMA’’ diyor, başka bir şey konuşmuyorlardı.

Küçük tuvaletim gelmişti. Kıvranıyordum ama, arabanın önünde oturan yüzbaşı, bileğimdeki  kelepçe anahtarının, üzeri mühürlü bir zarfta olduğunu, zarfı açmasının da kesinlikle yasak olduğunu söylüyordu. Ellerim arkadan kelepçeli olmasa mesele kolaydı, ama önden degil, arkadan kelepçelenmiştim. Kıpırdayamıyordum. Sancılanmaya başlamıştım. Yüzbaşı, daha fazla ğsrar edemedi ve arabayı yol kenarına çektirerek durdurdu. Hadi işe..! diyordu. Bu halimle küçük tuvaletimi yapmam mümkün değildi. Yüzbaşı askere emir verdi. ‘’hadi evladım tut şu adamın pipisini de işesin, bir an önce gidelim’’ diye askere emir verdi ama ben İtiraz ettim. ‘’Ben bu durumda işeyemem ellerimi çöz’’ diyordum. Yüzbaşı ısrarla karşı çıkıyor ve ‘’işersin işersin, hem tahliye olduğunda, arkadaşlarına, Türk  Askeri’nin eline bile verdim(!) ‘’ diye anlatırsın diyordu. İster istemez razı oldum. Pantalonumun düğmesini çözmeye çalışan asker, komutanının duymayacağı bir şekilde hem küfrediyor, hem de bana ‘’ hemşerim başıma ne işler açtın ben böyle bir şey görmedim’’ diye sızlanıyordu.

(Bu olayı, Sultan Ahmet ceza evinde, aynı koğuşta birlikte kaldığımız Yalçın KÜÇÜK’e anlatmıştım, Yalçın hoca, şimdi ismini hatırlamadığım bir kitabında bu konuya kısa da olsa değinmişti)

Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından  AMASYA’ya girdik.

Isparta gibi Amasya’yı da ilk defa, jandarmalar arasında, ellerim arkadan kelepçeli olarak görüyordum. Şehir merkezine doğru ilerlerken, sağ tarafımızda, karşıda, kalenin yamacında, kaya mezarlarını fark ettim.  İlk  defa görüyordum.

 Cahit Çelik’ten öğrendiğime göre bu mezarlar, Kayalar oyularak yapılmış olup, Amasya'da Pontos Krallığı'nı kurmuş olan İranlı Mitra ailesine aitmiş ve 2200-2300 yıllık bir tarihi varmış...

 ‘’..evet, HAMAMA geldik ‘’diyen subay’ın, dur ihtarıyla birlikte arabadan indirildim.

Bir yıl’a yakın bir süre devam eden Isparta serüveni kapanmıştı. Arkadaşlarımdan ayrılmış, tek başıma Amasya ceza evine getirilmiştim.

(8.bölüm, Amasya ceza evi, Brejnev’e yazdığım mektup, ve ceza evinde kurulan inanılmaz tezgah’la devam edecek)