Şuanda 186 konuk çevrimiçi
BugünBugün2006
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9730
Bu ayBu ay9730
ToplamToplam10478154
24-25 Aralık 1980 PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cumartesi, 25 Aralık 2010 10:49


1980 yılının son günlerinde iki kaçakçının yol göstericiliğinde ben, Aydın, Zekeriya ve Ahmet Çolak yaya olarak ülkeden çıktık. Aramızda o bölgeden kimse olmadığını anladıklarından yolu öğrenmemiz gibi bir tehlike yoktu. Bu nedenle, bizden önce giden Kemal Bayram örneğinde olduğu gibi, yolu uzatıp dolaştırmadılar ve kısa sürede Suriye tarafına geçtik.

Orada bir köye gittik. Öğleye doğru birkaç kişi geldi. Mihrac dışında hiç birisini hatırlamıyorum. Sınır köyünden araba ile başka yere gittik.

Ertesi gün Lazkiye’ye indik. Noel tatiliydi ve her taraf kapalıydı. Bu durumda 24-25 Aralık 1980 gecesinde ülkeden çıkmış olmam gerekir...  

Demek ki, ülkeden çıkalı otuz yıl olmuş.

Suriye’de sadece dört ay kaldım ve daha sonraki yıllarda da sadece dört kere değişik toplantılar için Suriye’ye geldim. O zaman TKEP’te idim ve bir MK Plenumu nedeniyle bir ay kadar kalmıştım.

Bunların hepsini toplasanız bile bir şey yapmaz. Bu nedenle ülke dışındaki 30 yılın tamamını Avrupa ülkelerinde geçirdim diyebilirim. Bir buçuk yıldan biraz az bir süre Paris, bunun dışında bir yıl kadar Köln ve sonrasında Frankfurt…

Almanya’daki kentlerde devamlı kalmadım. Hatta diyebilirim ki, ilk on yıl bu kentlerden ziyade başka kentlerde idim. İkametim oradaydı, hepsi o kadar…

Bu on yıl içinde de Paris’e sık sık gidip geldim.

Eskiden beri solun vatanının olmadığına inanırım. Sosyalist dünyanın her tarafında sosyalisttir. Hangi ülkede olursanız olun, yapılacak iş vardır. Hele de Almanya gibi 1980’li yıllarda 2,5 milyon, sonraki yıllarda daha fazla Türkiyelinin yaşadığı bir ülkede iseniz, yapılabilecek fazlasıyla iş var demektir.

Ek olarak, Almanya, solun güçlü olduğu bir ülke… Kendisini sosyalist sayan bir insanın yıllardır yaşadığı bir ülkenin solunun içinde yer almaması düşünülemez.

Bu nedenle Almanya solu içinde de bulundum ve PDS’in Frankfurt İl Yönetimi’nde altı yıl görev de yaptım.

Almanca öğrendim ve bu ülkede de üniversite bitirdim. Bu kez teknik bir bölüm değil, politik bilimler okudum.

Yıllarca zorunlu bir sürgün ve göçmen olduğum için yazıklandığımı hiç hatırlamıyorum.

Böyle yapan bazı arkadaşlarla hiç anlaşamazdım.

“Burası bir hapishane” diyenlere, “yok canım, burasının neresi hapishane” derdim.

Bu ülkede yıllarca yaşadığım için son derece memnunum. Türkiye’de kendimi teoride ve pratikte bu denli geliştirme imkanını kesinlikle bulamazdım. İngilizce bilsem bile bulamazdım.

Şansa bakın ki, Frankfurt da coğrafi olarak Almanya’nın ortası sayılıyor. Bu nedenle de, ulaşım kolaylığından dolayı, çok sayıda uluslar arası toplantı bu kentte yapılıyor. Elimden geldiğince hepsine katıldım ve çok şey öğrendim.

Almanya solunun teorik yayınlarını sürekli okudum, halen de sürekli izlerim.

Biraz da rastlantıları iyi değerlendirme sonucu, daha internet ortada yokken bile, Türkiye sosyalist hareketinin birçok mevzisinde var oldum.

Kürtlerin ilk gazetesi Özgür Gündem’de köşe yazarıydım.

Bir dönemin önemli teorik yayın organlarından Emek’te çok sayıda teorik yazım yayınlandı.

Editörlüğünü yaptığım Yazın dergisi, 12 yıl boyunca Türkiye’de de yayınlandı.

Toplumsal Dayanışma ve SÖZ gibi solda iz bırakan dergilerin hemen her sayısında yazdım.

1990’lı yıllarda kaç kere MED TV, MEDYA TV programlarına katıldım, hatırlamıyorum.

Bu nedenle olsa gerek, “burada bir şey yapamıyorum, Türkiye’de olsaydım acayip mücadele ederdim” gibi düşüncelere hiç kapılmadım.

Türkiye sosyalist hareketi Avrupa ülkelerinde maalesef çok kötü sınav verdi. Ne kötü sınavı, resmen döküldü.  

Avrupa ülkelerinde yıllarca yaşayan Türkiye sosyalistleri arasında teorisi ve pratiğiyle iyi bir düzey tutturabilmiş olanlar maalesef oldukça azdır. Bu düzeyi tutturanlardan bir tanesinin benim olmamın fazla bir anlamı bulunmuyor, zira genel düzey çok kötüdür.

Bu otuz yılda kendime yöneltebileceğim en önemli eleştiri, zamanımı daha iyi değerlendirebilirdim yönündedir. Oldukça verimli çalıştım ama daha iyi yapabilirdim.

Sınırlarını sürekli olarak zorlamayı seven biriyim. Bu zorlama insanı geliştirir, aynı zamanda da gerilime sokar. Sonuçta başarırsanız, büyük bir mutluluk duyacağınızdan emin olabilirsiniz.

Yıllar önce Köln’de bir seminere katılmıştım. Semineri veren kadın, konuşmasının bir yerinde, göçmenlerin genellikle mutsuz olduklarından söz etmiş ve nasıl mutlu olunabileceği konusunda bazı şeyler söylemişti.

Seminerin sonunda, mutlu olmanın neden mutlaka gerekli olduğunu sormuştum.

“Mutsuzluk iyidir, insanı motive eder” demiştim.

Kadın da, “insanların çoğunun sizin gibi düşündüğünü sanmıyorum” demişti.

Düşünmesin, ne yapalım…

Otuz yılın sonucu ne oldu derseniz, şöyle diyebilirim: 1981’de bir tane Engin vardı, üzerine iki tane daha geldi…

İnsanın kendini yeniden ve yeniden üretebilmesi ve bu temelde de değişmesi…

Bunu bana ilk kez 1997’de birkaç kez telefonla uzun uzun konuştuğum Belma söylemişti…

1997, bir Engin’in üzerine bir başkasının eklendiğini, bu sürecin bittiğini hissettiğim yıldır.

Belma’nın müthiş bir gözlem gücü vardır.

Telefonda bile gözlem gücü etkisini kaybetmemiş.

“Sen değişmişsin,” demişti.

Ben de “Nasıl yani…” demiştim.

Saçma bir soruydu aslında, telefonda daha fazlasını nereden bilecek…

Benzer bir durumu yıllar sonra karşılaştığım birkaç arkadaşta da gördüm.

Diyelim on yıldır ya da daha fazla zamandır görüşmemişiz.

Konuşuyoruz, derken, bir süre sonra, karşı tarafta şaşkınlık fark ediyorsunuz.

Önce ben de anlamadım. Daha sonra konuştuğum arkadaşlardan birisine sordum.

“Niye şaşırdın sen?”

Pek açıklayamadı. Yaklaşık şöyle dedi:

“Uzun zaman sonra görüştük. Zaman içinde herkes değişiyor. Ben de değişmişimdir. Sen galiba biraz fazla değişmişsin. Karşımdaki bizim Engin, tamam da, biraz başka birisi bu… Ya da bana öyle geldi…”

İnsanın kendi hissettiklerinin doğrulanması hoş bir şey tabii…

Böyle bir şey olabilir mi?

Olabileceğini Yılmaz Güney’in Siyasi Yazılar’ında okumuştum.

Hangi ciltteydi hatırlamıyorum ama yaklaşık şöyle diyordu:

“O kadar değiştim ki, kendimi tanımakta zorlanıyorum. Yıllar önceki ben, bana yabancı gibi geliyor.”

Bu duyguyu biliyorum.

Aynı duyguyu, hayatımın kilit yıllarından birisi olan 1982 sonunda ben de hissetmiştim.

Aynı yılın başındaki Engin ile sonundaki Engin kesinlikle birbirinden farklı insanlardı.

Bu kadar çok şey yaşadığım ve kayda değer hiçbir hata yapmadığım başka bir yıl daha olmadı.

Mihrac Ural’ın hatası çok, ama özellikle öldürücü olan hatası buradadır.

O bütün hesabını 1981 yılında tanıdığı kişiye göre yapmıştı.

Bu bile doğru bir hesap değildi, ama çok daha feci bir gerçekle karşılaştı: karşısındakini tanıyamadı.

İlk duyduğumda beni oldukça güldüren, “Gözlerine dikkat edin” saptamasını boşuna yapmamıştır.

Aradım taradım 30 yıl önceki fotoğraflarımdan birisini buldum.

Yüz ifadem ve bakışlarım bile değişmiş.

Kime çattığını çok geç anladı ama ne yapayım, kabahat bende değil…

Şimdi çok sayıda arkadaşın ne düşündüğünü biliyorum: Eee, sonra, Belma’yı senden dinlemeyecek miyiz?”

Tabii ki dinleyeceksiniz…

Bir dönem Acilciler’in en tanınmış kişisidir.

Sırada yazacağım birkaç önemli yazı bulunuyor.

Onlar yazıldıktan sonra anlatırım.