Şuanda 79 konuk çevrimiçi
BugünBugün3229
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10953
Bu ayBu ay10953
ToplamToplam10479377
Frantz Fanon ve PKK PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Salı, 19 Temmuz 2011 17:36


            20 Temmuz Fanon’un doğum günüdür. 1925 yılında doğdu, 1961’de 36 yaşında kan kanserinden öldü. Oldukça az yaşayan Fanon’u döneminin tanınmış isimleri arasına sokan ve ek olarak yıllar sonrasında bile hatırlanmasını sağlayan özellik nedir?

            1950’li yıllar, sömürgeciliğin dünya çapında çözüldüğü dönemdir. Martinik doğumlu olan Fanon, Fransız sömürgesi olan Cezayir’de psikiyatrist olarak çalışır. Cezayir ulusal kurtuluş savaşına katılır.

            O yıllarda Afrika’nın her tarafı kaynamaktadır. Lumumba, Nkrumah, Ben Bella, Cabral hemen akla gelebilecek kurtuluş savaşları önderleridir.

            Fanon’un özelliği başkadır.

            Fanon, sömürgeciliğin sadece ekonomik ve politik boyuta sahip olmadığını, aynı zamanda psikolojik boyutu da bulunduğunu, sömürgecilerin sömürge ülke insanının psikolojisini tahrip ettiklerini teorik olarak ilk savunan kişidir.

            Fanon, bu sonuca, Cezayir’de çok sayıda psikolojik hastalığın tedavisiyle uğraşırken ulaşır.

            Sömürgecilik, sömürge insanını nesneleştirir, insanlıktan uzaklaştırır.

            Sömürgecilik, ırkçılık ve şiddet demektir.

            Bu iki özelliği içselleştirmemiş herhangi bir sömürgecilik yoktur.

            Fanon’un sömürgeciliğe karşı mücadelede en önemli görüşü, şiddet ile ilgilidir.

            Şiddet sadece sömürgeciyi yenilgiye uğratmak için gerekli değildir.

            Sömürge yönetimi ancak şiddet kullanılarak yıkılabilir ve o yıllarda bunun aksini savunmak mümkün de değildir. Neredeyse bütün sömürge ülkelerde savaş vardır. Yıllardan beri varlığını zora dayalı olarak sürdürebilmiş olan sömürgecilik ancak zorla yıkılabilmektedir. Sömürge halkları için başka hiç bir kurtuluş yolu bırakılmamıştır.

            Fanon, o yıllarda herkesin bildiği ve pratikte de sürekli olarak gözlemlenen bu olguya önemli eklemeler yapar:

            Birincisi: Sömürgecilikten kurtuluş, sömürgede yaşayan insan tipinin yerini başka bir insanın almasıdır. Sömürgecilikten kurtuluş sadece ulusal bağımsızlık sağlamaz, yeni bir isan tipini de ortaya çıkarır.

            İkincisi: Bu insan tipinin ortaya çıkmasının önemli araçlarından bir tanesi şiddettir.

            Fanon’a göre, sömürge ülke insanının sömürgeciye uyguladığı şiddetin psikolojik olarak iyileştirici bir yanı vardır.

            Sömürge insanı, sömürgeciye uyguladığı şiddet vasıtasıyla, nesneleşmiş olan kendinden kurtulur ve yeni bir benlik sahibi olur.

            Şiddet, sömürge insanının yapısında sürekli olarak mevcuttur.

            Sömürgeciye karşı kullanamadığında bu şiddet kendisine döner ve Afrika ülkelerini cinayet dalgaları sarar.

            Siyahların çeşitli dansları ve ayinleri şiddetin dışa vuruş biçimleridir.

            Fanon’un bu görüşlerini ifade ettiği ve ölümünden kısa süre önce yazdığı ve Türkçeye Toprağın Lanetlileri adıyla çevrilen kitabına yazdığı önsözde Jean Paul Sartre şunları söyler:

            “Yerli kendisini sömürge nevrozundan sömürgeciyi silah zoruyla kovduğu zaman kurtulur.”

            Şiddet, sömürge insanı için yeni bir kişiliğe sahip olmanın yoludur. Eziklikten çıkmanın, kendini en başta sömürgeciye karşı, şiddetten başka hiç bir şeyden anlamayan sömürgeciye karşı ispat etmenin yoludur.

            Fanon’un görüşlerinin zamanın Avrupasında, özellikle de Fransa’da nasıl bir fırtına kopardığını tahmin etmek zor olmasa gerek...

            Fanon, şiddeti kutsamakla eleştirildi, suçlandı.

            Hannah Arendt’in Macht und Gewalt (İktidar ve Şiddet) kitabında da aynı eleştiri görülebilir.

            Bu genel eleştiri doğru değildir, çünkü Fanon’un sömürgelerle ilgili konuştuğunu dikkate almamaktadır.

            Fanon, Avrupa ülkelerindeki devrimle ilgili olarak herhangi bir saptama yapmaz.

            Onun sorunu sömürgelerdeki Avrupalıdır, metropollerdeki Avrupalı değil...

            Sömürge ülkelerde de işçi sınıfını da mevcut düzenden çıkarı olan ayrıcalıklı bir sınıf olarak görür. Bu ülkelerde tek devrimci kesim köylülerdir.

            Fanon’un ölümünün üzerinden 50 yıl geçtikten sonra bile unutulmamasını sağlayan ırkçılıkla ilgili görüşleridir. Bu konu üzerinde burada durmayacağım.

            Sömürgeciliğin yarattığı yabancılaşma; insanın diline, kültürüne, yaşam tarzına yabancılaşması, marksist yabancılaşmadan farklı özelliklere sahiptir.

            Fanon, bu nedenle, emeğin yabancılaşmasıyla sınırlı marksist yabancılaşmayı yetersiz bulur.

            Şiddet, bu yabancılaşmanın aşılmasında, sömürge insanının kişiliğini kazanmasında önemli bir araçtır.

            Okur, Fanon’un görüşleriyle, PKK’nin 1984 sonrasındaki mücadelesindeki bazı özelliklerin birbirine ne kadar benzediğini kolaylıkla görebilir.

            Kürt insanı için de şiddet, kendini ispatlamanın, kendini yeniden yaratmanın, eski kendinden kurtulmanın, başka bir kimliğe kavuşmanın yolu olmuştur.

            Kürt aydınları arasında Fanon’dan söz edildiğini en azından ben duymadım.

            Önemli değil!

            Bir emekçinin sınıf mücadelesine girmesi için nasıl marksist olması ve hatta Marx’ın adını duymuş olması gerekmiyorsa, Fanon’u güncelleştirenlerin de onun adını biliyor olmaları gerekmez.

            Kürdistan, klasik sömürgelerden farklı özelliklere sahip olmakla birlikte, bu alanda da şiddet, Kürt insanının bir bölümünün yeni bir kişilik kazanmasında önemli işlev görmüştür.

            Çok bilmiş ama az yaşamış bazı okumuşların, “şiddeti mi savunuyorsun” diyeceğini biliyorum.

            Ben olanı söylüyorum!

            Böyle olmadı mı!

            Bunları anlatmamın nedeni sadece kabataslak bir tarihsel inceleme yapmak değildir.

            Şiddet bir örgütün ve o örgüte bağlı olan halkın yaşamında bu kadar önemli bir rol oynamışsa, o örgüte sürekli olarak “şiddeti terk et” çağrısı yapmanın fazla anlamı yoktur.

            Bu örgüt kendini tehdit altında gördüğü her dönemde fazla zorlanmadan şiddete baş vurabilir.

            Bir dönem gerillaların sürekli olarak öldürülmesi, örgütte kolaylıkla buna cevap verilmesi, kendi şiddetinin gösterilmesi arzusunun doğmasını gündeme getirebilir.

            Burada sorun kaç kişinin hayatını kaybettiği değildir. Eski kendisinden kurtulmasında ve yeni bir kimliğe kavuşmasında şiddete çok şey borçlu olan bir örgüt ve halkın onu destekleyen kesimi, şiddet konusunda zayıflatılmaya, kendisini zayıfmış gibi hissetmeye tahammül edemez.

            Bu duyguyu yanlış bulabilirsiniz, ama anlamak gerekir.

            Barış mücadelesi konusunda özgün koşullarımızda epeyce acemi olduğumuzu belirtmek gerekir.

            Bugün sahip olduğu kimliğin kazanılmasında şiddetin önemli işlev gördüğü bir örgüt ve halkın şiddetten uzaklaşması hem zaman alacak hem de oldukça zikzaklı bir yol izleyecektir.

            Buna devletin ve hükümetin sık sık başvurduğu şiddet politikasını da eklerseniz, barışın yolunun hiç de kolay olmadığını görmek zor olmaz.