Şuanda 45 konuk çevrimiçi
BugünBugün3211
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10935
Bu ayBu ay10935
ToplamToplam10479359
dışarısının tarihi (5): PKK konusu PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazartesi, 05 Aralık 2011 17:35


Önceki yazılarda da belirtmiş olduğum gibi, 12 Eylül 1980 sonrasında kötü yenilgi yaşayan örgütler arasında PKK de vardı. Örgütün Ağustos 1984’te silahlı mücadeleye başlaması, kendileri tarafından da “yeniden doğuş” olarak adlandırılır.

Bu çıkış, Kürt toplumu içinde çok kişi tarafından beklenmeyen bir destek buldu. Psikolojik desteğin fiili desteğe dönüşmesi zaman aldı ve büyük çaba gerektirdi. Ama en azından silahlı mücadele kitleye kendi dışındaki bir olgu gibi gelmedi, sempatiyle karşılandı.

Benzeri bir çıkışı Türkler arasında da deneyenler oldu. Devrimci Sol bu amaçla oldukça çaba gösterdi, ama sonuç alamadı.

Yanlış hatırlamıyorsam TKP-B’nin bölünmesinden doğan DKP adlı bir örgüt Silahlı Devrim Birlikleri kurarak benzeri bir çabaya yöneldi, Devrimci Sol kadar bile başarı gösteremedi.

Sonraki yıllarda PKK’nin de yoğun desteğiyle silahlı mücadeleyi Türk toplumu içinde de yaymak amacıyla Devrimci Halk Partisi kuruldu, çabaları sonuçsuz kaldı.

1980’li yıllarda çok kişi gibi ben de Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamaların Kürt toplumunda yarattığı büyük infiali anlamamıştım. Burada söz konusu olan bir cezaevinde yapılan belirli sayıdaki kişiye yönelik uygulamalar değildi. Yapılanların Kürt toplumu tarafından hemen duyulacağı biliniyordu ve bu durum dikkate alınarak vahşet uygulanıyordu.

Diyarbakır Cezaevi bir cezaevinden çok daha geniş bir alanı kapsıyordu.

Cezaevindeki kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme politikası, işkence sözünün hafif kaldığı bir vahşetle Kürtlere dayatılıyordu.

Topluma verilen mesaj da aynıydı ve buna karşı ya açıkça başkaldırılacak ya da herkes kimliğini inkar edecekti.

Çok ilginçtir, o dönemde PKK’nin gelişimini Avrupa ülkelerinden izlemek, Türkiye ve Kürdistan’dan izlemekten daha kolaydı.

1988 yılında bir aya kadar süren uzun bir Merkez Komitesi Plenumu yapıldı. Bu amaçla Suriye’ye gittim ve bir aydan uzun süre orada kaldım.

Sorumlu olduğum alanla ilgili bilgi verirken, özellikle Almanya’da kitlesel olan örgütleri de saymıştım: TKP, Devrimci İşçi, PKK…

PKK’nin Almanya’daki kitleselliği hayretle karşılandı, hayret edilmesine de ben hayret ettim.

Kürdistan’da faaliyette bulunan yoldaşların raporlarına göre, silahlı mücadeleyi yürüten PKK değil, “kanun kaçağı” olarak tabir edilen ve değişik nedenlerle dağa çıkmış insanlardı. Hatta bu saptama, Kürdistan Özerk Örgütü’nün merkez yayın organı Denge Kurdistan’da da ifade edilmişti.

Garip bir durumdu: Kürdistan’dakiler bir şey söylüyor, Avrupa’daki ben başka bir şey söylüyordum.

PKK’nin yayınlarını ve kitlesini biliyordum. Böyle bir örgüt olmayan bir silahlı mücadelenin üzerinde yükselemezdi. Ama fazla da ısrarcı olamıyordum, çünkü o bölgedekiler başka saptama yapıyorlardı. Haksız olduğuma inanmıyordum ama garip bir durumdu.

Bu durum, 12 Eylül koşullarında Türkiye ve Kürdistan’daki büyük iletişimsizliği gösteriyordu. Şimdiki gibi internet ve cep telefonları yoktu. Ağır baskı ve yasakların bulunduğu koşullarda birçok haber Avrupa ülkelerinde daha çabuk duyuluyordu.

TKEP’de Türkiye içindekilerle Suriye’de bulunan Dış Büro arasındaki ilişki genellikle Avrupa üzerinden kurulurdu. Epeyce bir süre büyük bir postane gibi çalışmak zorunda kaldık.

Keza ülkedeki iki kent arasındaki ilişkinin de özellikle telefonlarla Köln üzerinden kurulması az rastlanır örnek değildi.

1983-1984’te Diyarbakır Cezaevi ile ilgili bilgiler önce telefonla Köln’e gelir, buradan Türkiye ve Kürdistan’ın değişik kentlerine bilgi olarak dağıtılırdı.

Böylesine iletişimsizlik ortamında insanların aynı bölgedeki bir örgütün yaptıkları hakkında doğru dürüst bilgiye sahip olmaması anormal değildi.

O dönemde silahlı mücadeleyi gittikçe daha fazla doğru ve haklı bulmakla birlikte, az gelişmiş köylü tiplerinden oluşan PKK’lileri pek sevmezdim.

Yirmi yıl kadar sonra görüştüğüm PKK sorumlularından birisi kendilerindeki değişimi şöyle anlatacaktı:

“1990’lı yıllarda çok sayıda köyü boşalttılar ve halkı kentlere sürdüler. İyi ki de böyle yaptılar… Böylece köylü hareketi olmaktan kurtulduk.”

Bu değişimi sorumlular düzeyinde görmek mümkündü: eski köylü tiplerinin yerine kent kültürü almış insanlar gelmişti.

PKK’nin Türkiyelileşmesi, çok sayıda Kürdün köyünden ya da küçük yerleşim birimlerinden sürülmesine, bunların da bir süre sonra Türkiye’nin İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerine gitmesine, bir bölümünün Avrupa ülkelerine gelmesine yol açtı. Eskiden Kürdistan ile sınırlı olan sorun giderek bütün ülkeye yayıldı.

Ordu vahşileştikçe insanları daha fazla mücadeleye itti.

Ankara SBF’den  bir arkadaş anlatmıştı:

1990’lı yılların başlarında okulda son sınıfta tanıdığı Kürt bir genç var. Bir gün bu genç kendisiyle vedalaşıyor, belli ki dağa gidiyor.

“Neden okulu bitirip de gitmiyorsun?” diye soruyor.

“Son sınıftasın, okulu bitirirsen daha yararlı olursun.”

Genç de kendisine, köylerinin basıldığını, yengesine köyün ortasında tecavüz edildiğini anlatıyor.

“Sen olsan ne yaparsın?” diye soruyor.

Verilebilecek cevap yok, dağa gitmeyip de ne yapacaksın…