Şuanda 298 konuk çevrimiçi
BugünBugün3352
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11076
Bu ayBu ay11076
ToplamToplam10479500
dışarısının tarihi (5): stalin konusu PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cuma, 16 Aralık 2011 07:57


1988 yılında Almanya’nın Bocholt adlı küçük bir kasabasında hafta sonlarında tutulan bir konaklama yerinde solun bir kesiminin dünyanın o günkü durumunu değerlendirme toplantıları yapıldı.

Toplantılara TBKP, TSİP, Kurtuluş, TKEP gibi örgütlerden değişik sayıda kişilerin yanı sıra, hangisi olduğunu bilmediğim bir de Troçkist grup katıldı. Yaklaşık 80-100 kişinin katıldığı toplantılara değişik çevrelerden tek tek kişiler de katılmış olabilir, ama şu anda hatırlamıyorum. Aklımda sadece Oya Baydar, Temel Demirer ile Necmi ve İlkay Demir kalmış.

Bu toplantılar başladığı sırada İstanbul’daki benzeri tartışma toplantıları (Kuruçeşme toplantıları) başlamamıştı. İki toplantının gündemleri paralel olmakla birlikte aralarında herhangi bir bağlantı bulunmuyordu.

Bocholt toplantıları daha serbest ve entelektüel düzey de daha yüksekti. Bunun önde gelen nedeni, herkesin şu veya bu örgüt (ya da yayın organı) adına değil de, kendi adına konuşmasıydı.

Herkes birbirinin ne olduğunu biliyordu, ama bu toplantıda asıl belirleyici olan, kişilerin kendi adlarına sosyalist sistemin içinde bulunduğu durum ve sosyalizmin tarihi hakkında belirlemelerde bulunmasıydı.

Bu toplantılar birkaç kere yapıldı.

İki gün süren ilk toplantıyı iyi hatırlıyorum.

Söz alan herkes sosyalizmin büyük sorunlarla karşılaşmasında asıl sorumlunun Stalin olduğunu vurguluyordu. (Stalin denildiğinde tek kişiden değil de Stalin ile birlikte bir ekipten söz edildiğini belirtmek gerekir.)

Stalin aşağı Stalin yukarı…

Eh tabii teorik düzeyleri beni hayal kırıklığına uğratan Troçkistler de bundan geri kalmıyordu. Geçerken belirteyim, sol harekette Troçkistlerin yanı sıra İşçinin Sesi’nin teorik düzeysizliğinden de hayal kırıklığına uğramıştım. Keskin sözler, tumturaklı tespitler ama tarihten biraz haberiniz varsa sonuçta boş laflar…

Stalin tartışması da böyleydi. Evet, Stalin’in ciddi hataları olmuştu ama sosyalizmde karşılaşılan ciddi sorunları esas olarak Stalin’e bağlamak büyük bir kolaycılıktı.

Toplantının sonlarına doğru söz alıp Stalin’i savundum…

“Hataları ne olursa olsun, burada 20. yüzyıl sosyalizmini tartışabiliyorsak, bu, Stalin sayesindedir.”

İtiraz edenler oldu, doğal olarak olacaktı tabii… Ben de cevap verdim.

Aslında sorun tarih anlayışında düğümleniyordu. Tarihte geçmişe yönelik olarak projeksiyon yapamazsınız. Önemli bir olayı değiştirdiğinizde öteki olaylar da değişmeden kalamazlar ve onların nasıl değişeceklerini bilemezsiniz.

Kuşkusuz tarih farklı olabilirdi, daha iyi olabilirdi, ama bu iyiliği, olayların üzerinden yıllar geçtikten sonra geriye dönük projeksiyon yaparak bulamazsınız.

“Şeyle olsaydı daha iyi olurdu” demek zordur. Küçük olaylar için bu olabilir, ama 20. yüzyıl tarihini etkilemiş büyük olaylar için böyle bir saptama yapmak oldukça zordur.

Gerçekleşebilseydi size iyi olacakmış gibi gözüken, bugünden geriye bakılınca öyle gözüken, gerçek hayatta olabilseydi bambaşka türlü gelişebilirdi.

Kısacası, “geçmişte şöyle yapılmalıydı, o zaman daha iyi olurdu” demek hayli zordur.

Olabilirdi de, olmayabilirdi de…

Stalin’e olan ilgim beni 20. Yüzyıl Büyük Düşünürleri dizisinde Stalin konusunu üstlenmeye kadar götürdü.

İsmi ben önerdim. Stalin’e sonuna kadar karşı olabilirsiniz, ama 20. yüzyıl tarihini derinden etkilemiş bir insana “gözü dönmüş cani” muamelesi yapamazsınız. Yaparsanız, bu durum, Troçkistler örneğinde açıkça görüldüğü gibi, sizin çapsızlığınızı gösterir.

Bizdeki ağlama kültürünün uluslar arası plandaki temsilcisi Troçkistlerdir denilebilir.

Geçenlerde bir ilde yapılan Pir Sultan Abdal Derneği kongresindeki konuşma dikkatimi çekmişti. Konuşmacı, Alevilerin ve Bektaşilerin 500 yıldır bölünmelerinden ve birbirlerine karşı kışkırtılmalarından söz ediyordu.

Doğrudur, bu kitle birkaç yüzyıldır karşıtları tarafından sürekli bölünüyor ve birbirine karşı kışkırtılıyor.

Bu saptamayı yapanın, dönüp kendi benzerlerine bakması ve “biz nasıl insanlarız ki karşıtlarımız bize 500 yıldır aynı muameleyi yapıyor ve başarılı da oluyor” diye sorması gerekmez mi?

Ağlamakla bir yere varılmıyor. Dön bir de kendine bak, öyle değil mi!

Aynı durum Stalin ile ilgili olarak da söz konusudur.

“Stalin şöyle yaptı, Stalin böyle yaptı…”

Peki Stalin bunları yaparken, sen ne yapıyordun?

Stalin, Troçkistlerle girdiği bütün mücadeleleri kazanmış.

İddiaya göre şöyle yapmış, böyle yapmış…

Diyelim ki öyledir!

Bu durum, Stalin karşıtı olarak senin beceriksizliğini ortadan kaldırmıyor.

Yeniden toplantıya dönersem…

İnsanların kendi allarına konuşması güzel bir uygulamaydı. İlk kez burada başlamamıştı, ama Bocholt toplantısından sonra bir dönem gelişerek devam etti.

Sol hareketin değişik örgütlerindeki parti başkanlarının, genel sekreterlerin, MK üyelerinin, politik büro üyelerinin çapını biliyoruz. Bir bölümü bomboş konuşurken, başka bir bölümü düzgün birkaç cümle kurmakta bile zorlanıyordu. Az sayıda olanı ise iyiydi. Görüşlerine katılmasanız bile kendisini savunmasını biliyordu.

Bu durum sonraki yıllarda istikrarlı biçimde olmasa bile gelişerek sürdü.

Hep şunu gördüm: boş insanlar unvan kullanmaya meraklıdır.

Aklınca ünvanıyla kitleyi etkileyecek…

Birkaç tane böyle ünvanlının kendisine sorulan sorularla nasıl kepaze edildiğini gördüm.

Ünvanlı şahsiyet ajitasyona sığınıyor, ama olmuyor ve sonunda kaçamıyordu.

Aradan yıllar geçti… Dünya çok değişti…

Son 20 yılda olup bitenleri düşünün bir…

Solda kendini yeniden üretebilenler ayakta kaldı, ötekiler yıkılıp gitti.

O toplantıya katılanlar arasında hala 30 yıl önceki geçmişe sığınıp ayakta durmaya çalışanlar var.

Bazıları da sevdiğim insanlar ve durumları açıkçası beni üzüyor.

İnsan çekileceği zamanı bilmeli ve kendini bilerek ve isteyerek kötü duruma düşürmemeli…

Yine solcu kalırsın ama döneminin geçtiğini de bilirsin.

Copy-paste yaparak yazı yazıp (bu İngilizce deyim, interneti açıp, o yazıdan bir parça, ötekinden bir parça alıp yapıştırmaya ve böylece “yazı yazmaya” verilen addır), durum da meydana çıkınca kepaze olmanın anlamı yok!

İnsan kendi kapasitesinin sınırlarını bilmeli ve artık olmuyorsa olmuyordur.

Gerçeği kabul etmeli…

Zorlamalara girip kendini kepaze etmenin anlamı yok…

İnsanlar eskisi gibi değiller, artık her şeyi anlıyorlar.

Çalıntı olanı hemen buluyorlar.

Bu liderlik denilen hastalık insanın kanına girdi mi bir daha çıkmıyor demek ki…

Yahu olmuyor işte, bırak, biraz kenarda zamanında bir şeyler yapmış bir insan olarak yaşa, yine toplantılara katıl, yine kendi çapında aktif ol, ama düşünce üretiminin bittiğini de artık öğren…

Söylemesi kolay ama yapmıyorlar, ne yaparsın…

Hala güçlü bir entelektüel kapasitelerinin olduğunu sanıyorlar ve keşke olsa…

Ama yok artık…

 

Pazar akşamına kadar sitede yeni yazı olmayacak…