Şuanda 466 konuk çevrimiçi
BugünBugün3444
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11168
Bu ayBu ay11168
ToplamToplam10479592
bırakın ölüler ölülerini gömsünler... PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Çarşamba, 25 Ocak 2012 20:29


Hegel’in Felsefe Tarihine Giriş’te alıntıladığı bu söz İsa’ya ait…

Ve siz benimle gelin, diye de sürüyor.

Ölü ticaretinin hayli yaygınlaştığı ülkemiz için anlamlı bir belirleme…

Bırak ölüler ölülerini gömsünler ve biz yürüyelim…

Ölülerle uğraşmayı var olmanın başlıca biçimi haline getirmiş olanlar zaten ölmüştür.

Ölenleri anarlar, onları hatırlarlar, onları nasıl tanıdıklarını anlatırlar, onları tanımış olmayı ranta çevirirler ve bu böyle gider…

Acilciler, başlangıçtan itibaren kendilerini Kızıldere üzerinden tanımlamaya girişmediler.

Kızıldere, evet bir kahramanlık örneğidir ama THKP-C için ağır bir yenilgidir.

Silahlı propagandaya dayanan öncü savaşı, politik bir saldırı savaşıdır. Bu nedenle de kahramanca olsa bile yenilgi temelinde kendisini tanımlamaz, tanımlayamaz.

Tabii o dönem bunu kime anlatıyorsun. İnsanların ajitasyona ihtiyaçları var ve Kızıldere aracılığıyla da iyi ajitasyon yapılabilir.

Benzer bir durum Beylerderesi için geçerlidir.

Kahramanca da olsa bu olay bizim için yenilgidir.

Sadece üç yoldaşımızı kaybetmedik, bölge örgütlenmesi de çöktü ve bir daha da kurulamadı.

O dönemin modası uyarınc Devrimci Gençlik –sonrasında Devrimci Yol- ve bizim dışımızdaki silahlı mücadele grupları Kızıldere’ye büyük önem verirlerdi.

Beylerderesi de ikinci Kızıldere sayıldığı için, hemen, “İlker Akman, Hasan Basri Temizalp, Yusuf Ziya Güneş” bunlardan değildi, ayrıydılar” kampanyası başladı.

Devrimci Gençlik kendi söylediğine inanmadığı için, “İlker aslında şizofrendi” gibi çirkin bir kampanyayı da sürdürdü.

Biz kendimizi Kızıldere temelinde olduğu gibi Beylerderesi temelinde de tanımlamadık. Bunlar kahramanca da olsa birer yenilgidir ve iddialı bir örgüt kendisini bunlarla tanımlayamazdı.

Yapılan propagandanın etkisiz olduğu da söylenemez. DY bıraktı ama MLSPB sürdürdü. Ancak 1977 yılında yaptığımız politik çıkışın ardından kimin neye inandığı bizi için önemini kaybetti. İsteyen sürdürsün, ne olacak yani…

Acilciler kendilerini ağır kayıp verdikleri olaylara göre tanımlamazlar.

Bizim güçlü bir teorik yanımız vardı ve o sayede her darbeden sonra kendimizi yeniden üretebiliyorduk.

Eski Acilciler’den bugüne kalanlar içinde İlker’i en iyi tanıyan benim. 

http://thkp-c-acilciler-tarih-blogspot.com

da İlker’i tanıtan birkaç yazı yazmıştım. İsteyen yeniden buraya bakabilir.

Birkaç nokta daha eklenebilir ama çok da önemli değil…

İlker, Ankara Karşıyaka mezarlığındadır.

Ömür de oradadır.

Şu sıra Ankara’da acayip kar varmış.

İlker’in çok sayıda polis eşliğinde toprağa verildiği gün de yerde diz boyu kar vardı.

Annesi, ablası ve ben de vardık.

Daha sonra mezarlığa gitmek fırsatım olmadı.

Şimdi gitsem acaba ne yapardım, bilemiyorum.

Anma törenlerine değer veren birisi değilim.

İnsanlar yaptıklarıyla yaşarlar. Ölüm günlerinde ne oranda anıldıkları pek de önemli değildir.

Dünya çapında birçok insan bile sadece yuvarlak sayılara ulaşan doğum ve ölüm yıldönümlerinde anılırlar.

Aradan neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen devrimci harekette unutulmayan az sayıda örgütten birisi olan ve daha sonra Acilciler adını alan örgütün üç kurucusundan bir tanesidir.

Bu şeref bile kendi başına yeter…

Yusuf Ziya Güneş’in Karadeniz’in bir beldesinde büyük bir mitingin ardından toprağa verildiğini biliyorum. Bu mitingde konuşma yapan Karadeniz Dev-Genç başkanı o dönem Kurtuluşçu olan arkadaşın bu etkinliğini yıllar sonra öğrendim.

Aynı okuldanız, okuldan tanışıyoruz ama bunu bilmiyordum.

Hasan Basri Temizalp ile ilgili olarak ise hiçbir şey duymadım.

Duyan var mıydı, onu da duymadım.

Onunla ilgili olarak da yukarıda anılan blogda bir yazı yazdım.

III. THKO davasında yargılanan bu yoldaş hakkında bildiğim kadarıyla başka yazı bulunmuyor.

36 yıl önce, 26 Ocak 1976’da ağır bir darbe yedik, ama yeni olmamıza o dönem için geniş sayılabilecek ilişkilere sahip olmamız sayesinde kısa sürede toparlandık.

Hemen ardından Yurtdışı Grubu ile ayrılık geldi. Arkadaşlar açıkçası korkmuşlardı.

Çarpışmak, ölmek ya da yıllarca hapis başkalarının başına gelince iyi de, yanı başına kadar gelince korku da kendisini gösteriyor.

İnsani bir duygudur, anlamak gerek… Zaten biz de ayrılığımızı korktular vb. gibi bir temele oturtmadık. Ayrılığımız teorik de değildi çünkü bize karşı teorik bir gerekçe getirebilecek çapları yoktu.

Politiklikten uzak arkadaşlardı. Çok illegaldiler, çok düşünürlerdi; bunların hepsi iyiydi güzeldi ama asla harekete de geçemezlerdi.

Beylerderesi, ağır bir darbe olmasına karşın,  moralimizi bozmadı, çünkü ne yapacağımızı biliyorduk.

Beylerderesi olmasaydı belki de kendilerine Kürdistan’ın Acilcileri diyen PKK’nin önceli örgüt UKO ile daha o zamandan bağlantımız olacaktı.

Şunu da belirtmek gerek: Beylerderesi, Kızıldere’den sonra polisle yapılan ilk silahlı çatışma değildir.

Yanlış hatırlamıyorsam Antep bölgesindeki kırsal alanda 1976’dan iki ya da üç yıl önce birkaç THKO’lu ile ordu arasında uzun süren bir çatışma olmuştu.

Beylerderesi’nin bu denli dikkat çekmesinin önemli bir nedeni, orada hayatını kaybeden iki kişinin mühendis olmasıydı.

ODTÜ mezunu iki mühendis…

İlker metalurji, Hasan Basri maden mühendisiydi.

Zaten İlker için sürdürülen “şizofrendir” kampanyasının gerekçelerinden birisi de buydu: İnsan ODTÜ bitirip mühendis olur da silahlı eyleme mi girermiş!

Ne olmuş yani…

Mahir de SBF mezunuydu.

Ben de ODTÜ’yü bitirmiş ve bir de yüksek lisans yapmıştım.

Önemli olan hiç düşmemek değil, düştükten sonra ayağa kalkabilmektir.

36 yıl önce kötü düştük, hiç beklemiyorduk, ama ayağa kalkmasını bildik.

Ve yürüdük…

 

 

 

Son Güncelleme: Çarşamba, 25 Ocak 2012 20:30