Şuanda 75 konuk çevrimiçi
BugünBugün3225
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10949
Bu ayBu ay10949
ToplamToplam10479373
muhtelif PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cumartesi, 04 Şubat 2012 08:54


Bu kez yazı birkaç değişik konu içeriyor.

Birincisi; Salı ve Çarşamba günleri sınavım var. Bu nedenle Perşembe gününe kadar yazı yazmayacağım. Site yazarlarından bana ulaşan yazılar olursa onları yayınlarım, ama önümüzdeki birkaç gün yazacak zamanım olmayacak.

Politik bilimler diploması aldıktan sonra sosyolojide yüksek lisans yapıyorum. Burada bir de büyük yan bölüm seçmeniz gerekiyor. Sosyoloji konusunda almam gereken dersler bitti, yan bölüm felsefeye başladım. Yan bölüm de yan bölüm yani…

Modularisiert ya da güçlendirilmiş yan bölüm… Birkaç yıl önceki gibi değil, epeyce ağırlaştırılmış. Hepsi hepsi altı-yedi ders almanız gerekiyor ama dersler de ders hani…

2011-2012 ilk yarı yılında aldığım tek ders, haftada altı saat, üç ayrı hoca ve iki sınav…

Bu bölüm neden böyle oldu denilirse, dünya çapında tanınan bir bölüm haline geldi.

Axel Honneth, Rainer Forst gibi tanınmış felsefeciler bulunuyor bölümün öğretim kadrosunda…

Bunun dışındaki kadrosu da hayli güçlü ve müfredat epeyce ağırlaştırıldı.

Bir de tabii şu var; Almanya’da felsefeye büyük ilgi var, felsefe kitapları yok satıyor denilebilir.

Özellikle sosyal felsefe konusundaki kitaplar…

Liberallerin ve solun güçlü felsefecileri var. İlki için John Rawls, ikincisi için Honneth… Honneth’in tanınmışlığını sağlayan kimlik politikası felsefesi konusundaki doçentlik tezi…  İnsanlar tarih boyunca önce kimliklerinin tanınmasını istemişlerdir…

Kimliğin tanınması talebi konusunda politik alandaki ilk tanınmış isim ise, 1950’li yıllarda Afrika’da sömürgeciliğe karşı savaşın önde gelen isimlerinden olan Frantz Fanon… Cezayir halkının bağımsızlık mücadelesindeki en önemli talebi, ekonomik değil, dilinin ve kültürünün tanınması…

Fanon psikolog ve sömürgeciliğin sömürge insanının psikolojisini nasıl tahrip ettiğini anlatır. Yapıtlarının ana teması budur.

Şu dönem bitsin, arada tatil var ve ben Mart ayı sonuna kadar Fanon’u yazmak zorundayım. Okunması gereken her şeyi okudum, ne yazacağımı da biliyorum ama bunu düzenleyip yazmak başka bir iş tabii…

Bazen sosyoloji yüksek lisansını bırakıp bölüm mü değiştirsem diye kendi kendime soruyorum. Felsefeye baştan başlamak ve aldığım ders zaten normal müfredat dersi…

Cazip bir düşünce ama tehlikeli yanı da var: almanca konusunda zorlanıyorum. Okumak ve kendini ifade etmek konusunda sorunum yok ama hatalar içeriyor. Felsefede tam formülasyon çok önemli, öteki bölümlerde bu kadar önemli değil…

Ne söylediğinizin anlaşılması yetmiyor, tam formüle etmeniz gerekiyor.

Bu nedenle bilemiyorum diyeceğim…

Her durumda önümüzdeki yarı yılda Honneth’in sosyal felsefe dersini alacağım, kararı daha sonra veririm.

İki hafta önce daha önceden verilen bir konu üzerinde yapılması zorunlu kısa bir anlatım (referat) vardı. Gayet iyi geçti. Dili güçlü kullanamamak konusundaki eksikliği zekanızla kapatabilirsiniz ama bu her zaman olmayabilir.

Bilemiyorum, bakalım…

İkincisi; geçmişe yönelik değerlendirmelerde biraz da geç kalarak bir şeyi fark ettim. Bu farklılık örgüt yapılarındaki farklılıktan geliyor. Aynı terim kullanılıyor ama aynı terimden herkes aynı şeyi anlamıyor. Oysa ki, ister anlaşın ister anlaşamayın, konuşmanın ilk koşulu, tarafların aynı terimlere aynı içeriği vermesidir. Aksi durumda aynı terimleri kullansanız bile, birbirinizin ne söylediğinizi anlamınız mümkün olmaz.

Somutlarsak, fark ettim ki, TKEP’lilik deyince ben başka bir şey anlıyorum, değişik arkadaşlar başka şey anlıyorlar.

Benim anladığım parti üyesidir. Hakları ve görevleri tüzükle saptanmış olan parti üyeleri ve de aday üyeleri…

Bazı arkadaşlar ise bu örgütün görüşünü savunan herkesi anlıyorlar.

Taraftar ile üye aynı şey gibi görünüyor.

Değişik örgütlerde teoride bu ikisi birbirinden ayrılsa bile, pratikte ayrım yoktur.

TİP, TSİP, TKP, TKEP ve iç işleyişini bilmediğim başka bazı örgütlerde ise, bu ikisi arasında belirgin farklılık vardır.

1982 Ağustos ayındaki ayrılık ile, 1988 sonlarındaki ayrılıkla Acilciler’den TKEP’e kaç kişi geçti, sayı olarak hatırlamıyorum. Yaklaşık bir sayı verilirse 150-200 arası denilebilir.

Burada bir örgütten ötekine geçmekten anlaşılması gereken, insanların bir örgütten ayrılmaları ve kendilerini öteki örgütten olarak görmeleridir.

Bunlardan kaç tanesi parti üyesi olur, burası başka bir konudur.

150-200 kişi örgütünden ayrılmış ve kendisini başka bir örgütün taraftarı olarak görmüştür. Daha sonra bu taraftarlar ayrışır: bir bölümü her şeyden kopar, bir bölümü parti üyesi olur, bir bölümü ise taraftar olarak mücadelesini sürdürür.

Hatırlamaya çalışmak için kendimi zorladım ama 150-200 kişiden parti üyesi olmuş on isim bile sayamadım.

Sayı olarak bakarsanız ortada müthiş bir durum yok…

Ama politikada insan saymakla sürüde koyun saymak birbirinden farklıdır. Kalite son derece önemlidir ve bu önem de kısa sürede pratikte kendisini göstermiştir.

Sayı olarak bakarsanız, TKEP’te insan sayısı pek artmadı denilebilir.

Zira Almanya’ya geldikten kısa süre sonra örgütün yaklaşık 300 kişilik taraftar kitlesinin üçte ikisiyle bağımızı kesmiştik.

Kişi Türkiye’de iken mücadele içinde yer almış, ama şimdi bulunduğu alan çok farklı özelliklere sahip ve sahip olduğu kültür düzeyi de bu alanı yeterince kavramasını engelliyor. Buraya kadar tamam, olabilir. Ama insan bir süre geri planda kalıp öğrenmek de istemeyince ve bizim de kaybedecek zamanımız olmayınca yolların ayrılması kaçınılmaz oluyor.

Güzel ve sorunsuz bir ayrılık olmuştu, zira iki taraf da kendi yoluna gitmek istiyordu ve öyle de yapıldı.

Böyle bir kitleye dayansaydık, Almanya genelinde sonraki yıllardaki başarıyı yakalayamazdık.

Doğru politika yetmez, o politikayı hayata geçirebilecek uygun kadro da gereklidir. Bu kadro da gökten inmez, kendiniz hazırlamak zorundasınız.

Aksi durumda, çok sayıda örnekte de görüldüğü gibi, örgüt birdenbire büyür, ardından da hızla söner. Ne olduğunu anlayamazsınız…

Ne olduğu açıktır aslında: solun yükselme döneminde bu yükselmeden siz de yararlandınız, gerileme dönemi gelince de sağlam bir örgütlenmeniz olmadığı için hızla söndünüz. Çok sayıda örgüt benzer bir durumu yaşadı.

Aynı örneği küçük bir yerleşim çevresinden büyük kente gelmiş devrimcilerin ciddi uyum problemleriyle karşılaşmasında da görebilirsiniz.

Büyük kentte yaşamak büyük kenti anlayabilmek için hiç ama hiç yeterli değildir. Her büyük kent, birkaç farklı kenti içinde barındırır. Ya da Emine Sevgi Özdamar’ın bir romanındaki cümleyle, “her büyük kentte birkaç kent vardır”.

Kentin bir köşesinde yaşayıp dünyayı yaşadığınız yerden ibaret de görebilirsiniz.

1981-82 yıllarında Paris’te iken geldiği küçük yerleşim biriminin neredeyse aynısını burada kurmuş ve o çevreden çıkmadan yaşayan çok sayıda devrimci görmüştüm.

Bu çevrelerden hep uzak durdum.

Burada keseyim zira Salı günü verilmesi gereken büyük ev ödevinin sonuç bölümünü yazmam gerekiyor, ardından da başka bir arkadaşa dilde gerekli düzeltmeleri yapması için göndereceğim.