Şuanda 57 konuk çevrimiçi
BugünBugün3612
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11336
Bu ayBu ay11336
ToplamToplam10479760
Mahir - On'ların öyküsü PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cuma, 17 Şubat 2012 06:53


Turan Feyizoğlu’nun yazdığı bu kitabı yıllar önce sadece Mahir adıyla okumuştum. Daha sonra kitabı neredeyse söyleşiler temelinde yeniden yazmış. THKP-C içinde adı geçen çok sayıda kişiyle söyleşi yapmış, değişik yazıları ve belgeleri incelemiş ve kitap oldukça hacimli olarak yeniden ortaya çıkmış.

Yeni değil, bendeki 9. baskısı… Önceki kitabı okuduğum için bunu yeniden okumamıştım.

Derken okumaya başladım ve okudukça da canım sıkıldı.

Böylesine geniş bir malzemenin taranması ve söyleşiler temelinde yükselen kitap, bilgileri kronolojik sıra içinde vermenin ötesine geçebilmeliydi. Yazarın döneme ilişkin değerlendirmeleri neredeyse yok, olduğu zaman da açıkça yanlış…

Tarihsel bilgiyi kronolojik sırayla yığıp öylece bırakmak bizde çok rastlanan bir tarzdır.

Bir dönemi değerlendirebilmek için kişinin mutlaka o dönemi yaşamış olması gerekmez. Öyle olsaydı, yüzlerce yıl öncesindeki önemli dönemleri gayet iyi değerlendiren tarih kitapları yazılamazdı. Bu kitaplar hem dönemle ilgili bilgi verirler hem de sağlam değerlendirmeler yaparlar.

Bunu yapabilmek için kişinin öncelikle geniş bir genel kültüre sahip olması ve anlattığı dönemin tek tek olaylarını değil, ama dönemsel özelliklerini iyi bilmesi gerekir.

Bir dönemi olaylar bazında en iyi anlatabilecek olanlar, o dönemi yaşamış olanlardır. Aynı dönemin değerlendirilmesi ise başka bilgiler ve farklı bir eğitim de ister.

Önce birisi küçük diğeri büyük iki yanlışı anlatayım:

Kitabın 285. sayfasında şöyle yazılı:

“Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Ersan Olgaç, bu olayların yaşandığı sırada TDGF’nin merkez yayın organı İleri dergisinin Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü’nden ayrılır, yerine ODTÜ Kimya bölümü öğrencisi ve Kurtuluş grubuna yakın olan Engin Erkiner getirilir.”

“Bu olaylar yaşandığı sırada” ile anlatılmak istenilen, Mihri Belli ile yaşanılan ayrılıktır.

15-16 Haziran 1970’deki işçi olayları sırasında gazeteye “Sıkıyönetim tarafsız olmalıdır” manşetinin atılması, sol cuntacılarla buna yaklaşmayanların arasındaki köprüleri atmış, eskiden beri sahip olunan farklı görüşler tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştı.

1970 yılı sonbaharında Mahir Çayan’ın Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup yazısıyla ayrılık kesinleşir.

Ersan Olgaç, Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’nun merkez yayın organı olan İleri dergisinin Yazı İşleri Sorumluluğu’ndan ayrılmadı. Ayrılık sırasında Mihri Belli tarafındaydı. TDGF ise Kurtuluş grubu ya da Mahir Çayan tarafında olduğu için, doğal olarak dergideki sorumluluğu da kalkmış oldu.

İnsanı kızdıran ciddi hata ise 325. sayfadaki “Yurtlar Savaşı” bölümündedir.

Burada 24 Ocak 1971 Pazar günü SBF yurdunun polis tarafından basılması ve saatlerce süren çatışma anlatılmaktadır.

Kitaptaki iddiaya göre birkaç silahlı kişi SBF yurdundan yakındaki MHP’lilerin etkin olduğu Niğde yurdunu basar ve kaçıp SBF yurduna gelir. Bu olayın ardından polis SBF yurdunu basar. Yurttaki öğrenciler TDGF Başkanı Ertuğrul Kürkçü’yü dinlemezler ve saatlerce polisle çatışırlar.

Yazarın yorumuna göre, durum artık “kim daha çok çatışacak” yarışına dökülmüştür.

SBF yurdunda bulunan ve genellikle Kurtuluş grubuna yakın olan öğrenciler, bu çatışmayla THKO’nun askeri çıkışına bir çeşit nispet yapmışlardır.

İlgisi yok, demem gerekiyor.

En başta, yurtta polisle çatışmakla, şehir gerillası eyleminin ne ilgisi var?

Nispet yapılacaksa eğer, başka türlü yapılır…

Polis baskını olduğu sırada İleri dergisinin 6. sayısının kalan bölümünün dağıtımı için birkaç saattir SBF yurdunda bulunuyordum. Ardından saatlerce süren çatışma sırasında da yurt içindeydim ve ertesi gün çıkan gazetelerde de yaralananlar arasında yer alıyordum.

Bu nedenle somut bir olay hakkında bazı şeyleri bildiğimi sanıyorum.

Polis bu baskın için önceden hazırlanmıştı. Kısa sürede yurdun çevrilmesinin başka anlamı yoktur. Dolayısıyla birkaç silahlı kişinin Niğde yurduna ateş edip, ardından da SBF yurduna kaçması ve ardından polisin gelmesi söz konusu değildir.

Zamanın AP iktidarı devrimci öğrencilere yönelik büyük bir gövde gösterisine giriyordu ve ilk adım olarak da SBF yurdu seçildi. Kısa süre sonra Hacettepe yurdu da benzer şekilde basılacaktı.

Polis bu baskın sırasında tam bir vahşet sergiler. Saatlerce süren çatışmadan sonra yakalananların ağır şekilde dövülmesinin yanı sıra, yurdun kadınlar bölümündeki öğrencilerin bazılarına gazetelere de yansıyan “cop sokma”ya kadar varan şiddet uygulanır.

Saatlerce süren çatışmanın sonucu ne oldu diye sorarsanız, önceden aranan birkaç kişinin tutuklanmasının ardından herkes serbest bırakıldı.

Ve önceden bilmeme karşın öğrendiğim yeni ayrıntılarla birlikte insanın iyice canını sıkan bölüm geliyor.

THKO isim olarak çıkış yapmıştır. THKP-C’nin üç kurucusu görüşmek için ODTÜ’ye giderler.

“Görüşmeyi Mahir istemişti. Odada Gülay Özdeş de vardı. O odadan ayrıldı. Deniz, Hüseyin İnan, ben (Yusuf Küpeli), Münir Ramazan Aktolga ve Mahir kaldık. Birlik ve örgüt işi konuşulacaktı. Mahir, söze başladı. Deniz, kesti ve ‘Sen oportünist, moralsiz bir adamsın. Seninle kesinlikle birlikte olmayız’ dedi. Mahir, cevap vermeye kalkınca da, dövmek için üzerine yürüdü. Araya girdik.” (322-23)

Artık herkes kendi yolunda gidecektir ve zaten böyle olmayacak olsaydı, eyleme geçmeden önce görüşme yapılmış olurdu.

Önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, THKO’da özellikle Mahir’e yönelik olarak belirgin bir hoşnutsuzluk vardı.

Şöyle de düşünülebilir:

1971-72 silahlı mücadele hareketinin kadroları, 1974 sonrasındakilerden farklı olarak, bu savaşı kazanabileceklerini düşünmüyorlardı.

Biz, zor da olsa, büyük kayıplar da verilse, sonuçta kazanacağımıza inanıyorduk.

1971-72’de ise Sinan Cemgil, Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru ve birkaç isim daha değişik kereler yaklaşık şöyle demişlerdi: Muhtemelen hepimiz öleceğiz, ama bu ülkeye bir direniş geleneği bırakacağız.

Bu durumda birlikte hareket etmenin önemi geri plana düşebilir.

Bırakın ayrı durmayı ama dost olmayı, THKO’da THKP-C’ye yönelik olarak özellikle başlangıçta belirgin bir küçümseme vardı.

Bir süre sonra dört ABD’li asker kaçırılır ve Ankara’da sürekli arama yapılmasına rağmen bulunamazlar.

O dönem Gülay’ın (Özdeş) neler söylediğini hatırlıyorum: “Devlet karşımızda aciz durumdadır. Yoldaşlarımızı bulamıyorlar. Bu da bizim gücümüzü gösterir.”

Birkaç ay için düşünürseniz, durum gerçekten de böyleydi, ama ya sonrası…

Şunu belirtmek gerekir: İki örgüt başlangıçtan itibaren birleşik hareket etseydiler bile, o dönemde savaşın kazanılabileceğini sanmıyorum. Sorun sadece örgütlerin gücü ve militanlıkla ilgili değildir. Ülke genelinde devrimci kabarış vardı, ama 1974 sonrasına göre oldukça sınırlı ve zayıftı.

1974 sonrasında konu sadece biz değildik, ülke çapında büyük bir devrimci kabarış vardı ve biz de buna dayanarak savaşı bir şekilde kazanacağımızı düşünüyorduk.

1971-72’de ise bırakın halkı, devrimciler bile silahlı mücadeleye yabancıydı. Sempati duyuyorlardı, ama karışmak da istemiyorlardı.

Keşke o dönemde birlikte hareket edilebilseydi…

Geleceğe daha büyük bir deneyim bırakılırdı…