Şuanda 272 konuk çevrimiçi
BugünBugün4142
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11866
Bu ayBu ay11866
ToplamToplam10480290
silahlı barış ya da bizim barış PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Çarşamba, 23 Mayıs 2012 21:38


Sahip olduğumuz özellikleri tarihsel ve toplumsal bağlamları içinde ele alırsak içinde bulunduğumuz durumu daha kolay kavrayabiliriz. Bu kavrayış bizi sadece ne istediğini bilmekle sınırlı kalmaktan çıkarır ve o istenilenin nasıl yapılabileceği çözümüne götürür. Ne istediğinizi biliyor ama ona nasıl ulaşabileceğinizi bilmiyorsanız, ne istediğiniz değerini önemli oranda kaybeder.

 

Pratik, teorinin sadece sonucu değildir, çünkü pratiğin de teorisi vardır ve her pratik başlangıçta kaynaklandığı teoriyi etkiler, değiştirir. Pratiksiz teoriye ya da teorinin belirli bir pratiğine takılıp kalırsanız, tıkanırsınız; sürekli aynı şeyleri tekrar edersiniz.

 

Bu sayıda yer alan Ragıp Duran ve Ayhan Bilgen’in yazıları konunun iki ayrı görünümüyle ilgilidir.

 

68 bize özgü değil, çok sayıda ülkede farklı içeriklerle gerçekleşti. Dönemini, kendisinden sonraki tarihi etkiledi ve bitti. Bizdeki ise “bitmeyen 68”dir, çünkü sol 68’den sonra geçen 44 yılda o dönemi aşabilecek teorik ve pratik üretim yapamadı. Bitmeyen 68’imiz sadece tarihimizdeki parlak bir dönemi değil, yetersizlik ve çaresizliğimizi de gösterir.

 

Tarihin parlak bir dönemi yapay olarak sürdürülürse kendine döner, kendini vurmaya başlar. Müzik bitti ama dans sürüyor’un kaçırılmaz sonucu, süren eski dansı yeni müziklere de dayatan tutucu bir durgunluktur.

 

Yakın geçmişine göre hareketlenir gibi görünen bir ülkede şimdi bu noktadayız. Son 1 Mayıs’ın da gösterdiği gibi protestolar daha kitlesel, ama egemen anlayışlar ve onların çalışma tarzları oldukça eski. Ya yeni olan eskiyi atacak ya da eski yeniyi kendisine benzetecek…

 

Barış hareketini solun entelektüel ve pratik gelişme düzeyinden ayrı ele almak mümkün değildir.

 

Geçmişi boş barış hareketi

 

Barış hareketinin geçmişten bugüne taşıyabileceği, bugünü dondurmak pahasına da olsa abartarak örnek seçeceği bir dönem yoktur. Bizde barış hareketinin 68’i olmadı. Kurulduktan, ilk faaliyetlerini gösterdikten sonra kalıcı olan bir barış hareketimiz de olmadı. Gelişmeler zorunlu kıldığında askeri müdahalelere karşı çıkıldı, barış istendi; dönem geride kalınca da konu unutuldu. Benzer bir sorun yeniden gündeme geldiğinde de tecrübe birikimi olmadığı için baştan başlamak zorunda kalındı.

 

Bu nedenle, barış hareketi denildiğinde, bundan, köksüz, birikimsiz ve ihtiyaca göre kendiliğinden şekillenen değişik gruplaşmaların birliğini anlamak gerekir. Fazlası şu anda bulunmuyor.

 

Yine de bu zayıflıktaki barış hareketinin bile öncekilerden farklı yanları var.

 

Birincisi: Barış mücadelesi Kore, Vietnam, bloklar arası silahsızlanma gibi ülkenin dışıyla değil, içiyle ilgilidir: 1984’ten beri geçici ateşkeslerle süren savaşın durması.

 

İkincisi: Barış denildiğinde bugün anlaşılanla, sadece 40 değil 10 yıl önce anlaşılan arasında bile önemli fark vardır. Barış konusunda daha kapsamlı bir yaklaşıma yönelinmesi el yordamıyla, ihtiyaçların dayatmasıyla gerçekleşti. Bunun avantajlarının yanı sıra olumsuz yanları da bulunuyor.

 

Dikkate değer bir geçmiş olmadığı için geçmişe saplanıp kalmak, sürekli onu tekrarlamak tehlikesi bulunmuyor. Ülke tarihinde görünüp kaybolan bütün barış örgütlenmelerinin toplam tarihi şimdiki hareketinki kadar tutmuyor. Bu durum kökleşmek ve daha geniş bir perspektife sahip olmak konularında uygun bir zemin oluşturuyor.

 

“Barış için vicdani red”, “Zorunlu askerliğe hayır” gibi insiyatiflerin ortaya çıkması ve bir oranda da yayılması, barışın toplumun artan oranda genişleyen bir kesiminin ilgisini çektiğini gösterir. Barış hareketinin kitlesi halen azdır, ama tarihimizdeki örneklerle karşılaştırılamayacak kadar fazladır. Barış talebi ilk kez belirli aydınların ve üniversite gençliğinin dışına yayılmıştır. Bu, önemli bir gelişmedir.

 

Üçüncüsü: Barış toplumsal tarihle ilişki içinde ele alınmaya başladı. Avrupa ülkelerinde en büyük ve kalıcı barış hareketinin Almanya’da olmasının nedeni, ülkenin Nazi geçmişiyle yapılan hesaplaşmayla yakından ilgilidir. Bu hesaplaşma, Nazi Almanyası savaşta yenilmesine karşın uzun ve sancılı oldu.

Bizde barış kültürünün kökleşebilmesi, tarihimizle yüzleşmeye doğrudan bağlıdır. Yıllarca “çocuklara ve büyüklere masallar” kapsamında eğitilen toplumun kendi gerçeğini öğrenmesi kolay olmayacak, ama bu süreç başlamıştır. (Bkz. Ayşe Günaysu’nun yazısı)

Militarist zihniyetten, “dünyayı yönetmeye aday üstün Türk” anlayışından kurtulmadan barış kültürünün bu topraklarda kökleşmesi mümkün değildir.

 

Dördüncüsü: Güncel toplumsal olaylarla barış arasında bağ kurulması özellikle önemlidir. Türkiye topluma güçsüze saldıran ve yetersizliğinin bilincinde olarak sürekli kendini kanıtlama peşinde koşan bir özelliğe sahiptir. Hemen her gün bir kadının öldürülmesi, kadınlara ve çocuklara yönelik cinsel saldırılar olağan görülecek kadar yaygınlaştı. Psikolojik hastalıklar sürekli artıyor ve toplum sağlığını tehdit eder boyuta ulaşmış durumdadır. Toplum artan oranda hastalanıyor ve saldırganlaşıyor.

Bir şiddet toplumunda barış hareketi nasıl yaygınlaşabilir sorusunun sorulabilmesi bile önemlidir. Bu soru, barışın Kürt halkıyla süren savaşın boyutlarını aşan bir konuma sahip olduğunu gösterir.

Barış, silahların susmasından ibaret değildir ve şiddet toplumu özelliği sürdükçe silahların ne kadar susabileceği de belirsizdir.

 

Beşincisi: Türkiye sürekli silahlanan, Afganistan’a ve çeşitli Afrika ülkelerine asker gönderen, artan oranda silah ihraç eden ve bölgesel yayılmayı amaçlayan bir ülkedir. İç ve dış politika gittikçe daha ayrılmaz duruma geliyor. Böyle bir ülkedeki barış hareketi silahlanma, dış müdahale ve bölgesel yayılmaya karşı bilgi ve tutum sahibi olmak zorundadır.

 

BUNLAR NASIL YAPILACAK?

Amacımız barış hareketinin toplumda genişlemesini ve kökleşmesini sağlamaktır. Bu amaç için birkaç önemli çıkış noktası saptanabilir:

 

İlk olarak: Çok sayıda örgütlenme, adında barış kelimesini taşımasa bile, barışla yakından ilgilidir. Örneğin “Kadına karşı şiddete son” kampanyası ve bununla ilgili örgütlenme, şiddet toplumu olmak özelliğini sorguladığı için barış mücadelesiyle de yakından ilgilidir.

Çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismarın önlenmesini hedefleyen örgütlenmeler için de aynısı geçerlidir.

Örnekler artırılabilir.

Buradan çıkan sonuç, bu tür örgütlenmelerin, adında barış olsun ya da olmasın, yaygınlaşmasıdır. Barış hareketi, yapısı gereği, merkeziyetçi değildir. Aynı hedefe yönelik çok sayıda örgüt kurulabilir, programları arasında bazı farklılıklar da bulunabilir. Önemli olan bunların birbirleriyle koordineli olarak çalışabilmesidir.

 

İkincisi: Barış ve toplumsal değişim arasındaki bağlantının kurulmasıdır.

Bizdeki barış hareketi yeni olduğu için başka ülkelerin benzer hareketlerinde yıllar önce ortaya çıkan ayrışmaları bırakın yaşamayı, bilgisine bile sahip değildir.

Barış ama hangi barış?

Barış mücadelesi geliştikçe değişik toplumsal gruplar da burada yerlerini alacak ve barış mücadelesi konusunda değişik anlayışlar ortaya çıkacaktır. Almanya’daki kitlesel barış hareketinin başlangıç yıllarında, bu ülkeye ABD atom roketlerinin yerleştirilmesine karşı yapılan eylemlerde sosyal-demokratlar ve Yeşiller aktifti. Bu iki parti daha sonra Yugoslavya’ya NATO müdahalesini onayladılar ve katıldılar, Afganistan savaşına asker gönderdiler, ama Irak’ın işgaline karşı çıktılar.

Barış hareketinin öteki kesimi ise, barış için mücadeleyle önemli toplumsal değişimleri birbirine bağlar.

Almanya’da solcu olmakla barış hareketinde bulunmak aynı şeydir, bizde ise böyle değildir. Bunun başta gelen nedeni, barış mücadelesiyle toplumsal yapıda önemli değişimlerin gerçekleştirilmesinin birbirine bağlanmamış olmasıdır.

Bu konuda her şeyden önce bilgiye ihtiyaç bulunuyor.

 

Üçüncüsü: teorik çerçevedeki zayıflık barış mücadelesini olumsuz etkiliyor. Son olarak bunu Suriye konusunda da gördük. Barış için mücadele ettiğini söyleyen bir bölüm arkadaş Birleşmiş Milletler’in işlevini bilmiyor, BM gözlemcilerini ve barış gücünü NATO ile karıştırabiliyor. Bu konuda en tutarlı tavrı www.barismeclisi.com sitesinde yer alan bildirisiyle Mazlum-Der ortaya koydu: Suriye’ye Annan planı uyarınca yeterli sayıda BM gözlemcisinin gönderilmesini tek çıkar yol olarak savundu.

Buradaki soru şudur ve sadece Suriye’ye özgü de değildir: Halkın önemli bir bölümü değişim istediğinde ve yönetim de bu isteği şiddetle bastırmaya çalıştığında ne yapılacaktır? BM gibi eksikleri bulunsa da seçeneksiz olan bir gücün ateşkes için işe karışması mı savunulacaktır, yoksa “kimse karışmasın” denilerek ülkedeki yönetimin katliamına destek mi olunacaktır?

Basına fazla yansımamakla birlikte böylesi durumlar Afrika ülkelerinde özellikle ortaya çıkmaktadır.

Bu tür çatışmalarda BM’in rolünün güçlenmesi için mi çaba harcamalıyız, yoksa katliamlara seyirci mi kalmalıyız?

Bu konuda yeterli bilgi sahibi olmanın büyük önemi olduğu ortaya çıkıyor.

 

 

 

ŞİDDET TOPLUMUNDA BARIŞ, NASIL OLABİLİR?

Şiddet toplumu; insanların kolayca tahrik oldukları ve sorunlarını şiddet yoluyla çözmeye yöneldikleri toplum demektir. Son örnek açıktır: Fenerbahçe-Galatasaray maçı sonrasında çıkan olaylar… Rakibin kazanmasına tahammül edememek ve uygun bir bahane bulup ona haddini bildirmek, şiddet toplumunun karakteristik özelliğidir. Polisin gaz bombası kullanmaktan başka becerisinin bulunmadığı, kitle psikolojisini anlayacak eğitime sahip olmadığı bir kere daha görüldü.

“PKK silah bıraksın, sorun biter” görüşüne sahip olanlar, toplumdaki günlük şiddeti görmüyorlar. FB-GS maçının, her gün dövülen, bıçaklanan, öldürülen kadınların PKK ile ne ilgisi var?

Bu toplumda barışı savunan güçlü olmak zorundadır. Bu ülkede devlet şiddetinin yanı sıra, onunla ilgili ama ona indirgenemeyecek yaygın günlük şiddet vardır. Bu nedenle de bizdeki barış mücadelesi, günlük şiddetin görece az olduğu Batı ülkeleri örneğine benzemeyecektir.

Bu şiddetin öncelikle azalması için çalışacağız ama bu nedenle “tahrik olacak” ve şiddete başvurmaya kalkacak insanlar az olmayacaktır.

Biz doğrudan güç kullanmayacağız, ama vazgeçirici etkimizin olması gerekir.

Gücü göstermek de onu bir çeşit kullanmaktır.

 

NOT: Bu yazı Aşiti-Barış dergisinin 8. sayısında yayımlandı. Geçen hafta sonu Avrupa Barış Meclisi’nin İkinci Kongresi yapıldı. Bu kongrenin açılış konuşmasında toplumun bir şiddet toplumuna dönüştüğünü ve gündelik şiddetin bu kadar yaygın olduğu bir ülkede barış mücadelesinin farklı sorunları olacağını belirttim.

Kongre’de İHD Başkanı Öztürk Türkdoğan da bir konuşma yaptı ve konu üzerinde ayrıntılı olarak durdu. “Şiddetin gereklilik, ihtiyaç haline gelmesinden” söz etti.

Konu üzerinde ilerde duracağım…

 

 

 

 

 

 

 

Son Güncelleme: Çarşamba, 23 Mayıs 2012 21:39