Şuanda 61 konuk çevrimiçi
BugünBugün4031
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11755
Bu ayBu ay11755
ToplamToplam10480179
günay karaca neden öldürülmek istendi? (1) PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cuma, 07 Aralık 2012 21:23


Filanca kişi öldürülmek istendi demek iyi bir saptamadır ama kendi başına fazla şey de söylemez. Ana durumu ortaya koyar ama bu ana durum nasıl ortaya çıkmıştır, hangi mekanizmaların çalışmasıyla oluşmuştur; bu konularda bir şey söylemez. Başka bir deyişle neden ve nasıl sorularının cevaplandırılması önemlidir.

Neden ve nasıl’ın cevaplandırılmasında gerekli bütün halkalar tamam olmayabilir, ama önemli bir bilgi var ise, aradaki halkalar da tahmin edilebilir. Sonuçta halkanın öncesinden ve sonrasından hareketle o halkanın aşağı yukarı nasıl olabileceği de tahmin edilebilir.

Günay Karaca konusuna gelirsek…

Elimizdeki bilgiyi kronolojik sıra içinde ortaya dökerken, sonraki aşamalar için işe yarayacak saptamalar da yapacağım.

Günay Karaca 12 Aralık 1979 tarihinde yakalandı. Bu operasyonda çok sayıda yoldaş da yakalandı ve hepsi Aralık ayının son günlerinde Selimiye Askeri Cezaevi’ne getirildiler.

Daha sonra hep birlikte son operasyon konusunun konuşulduğu bir toplantı yaptık. Tam gününü hatırlamıyorum, aradan biraz zaman geçmiş olsa gerektir, ama burası o kadar önemli değil. Toplantıya hatırladığım kadarıyla artık büyük bir sayıya ulaşmış olan komünümüzdeki herkes katıldı. Herkesi tek tek hatırlamıyorum, şu veya bu nedenle katılmamış olan olabilir, ama asıl önemli kişiler Günay, Haydar Yılmaz ve eylem kadrosu toplantıya katıldı.

Toplantının bir bölümü karşılıklı suçlamalar biçiminde geçti, o kadar ki, bir ara müdahale edip havayı yumuşatmaya çalıştığımı hatırlıyorum.

Bu toplantıda yapılan konuşmalara göre Günay’ın 62 sayfalık emniyet ifadesi vardı. Günay bu konuda herhangi bir itirazda bulunmadı.

Günay buna rağmen tahliye olacağına inanıyordu. Genel Komite üyesi olduğu hem kendisi tarafından kabul edilmiş hem de başkaları tarafından ifade edilmişti. Üzerinde eylem yoktu ama buna rağmen nasıl tahliye olabileceğini o zaman hiç anlamadım.

Üzerinde durmadım çünkü insanın müebbet cezayla karşılaşması kolay değildir. Bu ceza henüz ihtimal bile olsa insana ağır gelebilir. Zamanla daha farklı bir tutum ortaya çıkabilir.

Kısa süre sonra Selimiye’den Sağmalcılar’a gönderildik. (Bu zorunlu sevk meselesi üzerinde durmuyorum çünkü konumuzla ilgisi bulunmuyor.)

Sağmalcılar’da Günay’ın bazı davranışları dikkatimi çekmeye başladı. Fırsatını bulduğunda bana alternatifmiş gibi davranıyordu ve bu da garibime gidiyordu.

Örneğin ben koğuş sorumlusuydum ve koğuşlar arasındaki toplantılara katılıyordum.

Herkesin koğuşun temizlik işlerini yaptığı belirli bir nöbet günü vardı. Cezaevindeki bazı ani gelişmeler üzerine hemen toplantı yapılması gerektiği gün de benim nöbet günüme geldi. Yerime birisini bulup toplantıya gittim. Döndüğümde konuşulanlar hakkında herkese bilgi verdim. Ardından bizim komünün toplantısı oldu. Benim nöbetçilik yapmamam gerektiği konuşuldu çünkü ne zaman toplantı olacağı belli olmuyordu. Sıra bana geldiğinde beni atlayarak sürecekti.

Günay, “ben de nöbetçilik yapmayacağım” dedi.

Nazım Yılmaz hemen söz alıp, “Günay yapmazsa ben de yapmam” dedi.

Günay’ın kendisi de hoş bir durumun ortaya çıkmadığını gördü ve ısrar etmedi. Israr etmesinin anlamı da yoktu çünkü nöbetçilik yapmamak için tutarlı bir gerekçe göstermesi gerekecekti ve böyle bir gerekçesi de yoktu.

Benzer ama daha küçük birkaç olay daha olunca durum iyice ilgimi çekmeye başladı.

Bir gün herkes bahçedeyken Günay’ın sık sık doldurduğu kağıtlardan bir bölümünü bulup okudum. Günay, Mihrac’a benim hakkımda rapor veriyordu. Sadece benim hakkımda da değil, komündeki neredeyse herkes hakkında rapor veriyordu. Mihrac tarafından bu konuda kendisine görev verilmiş olsa gerekti. Kendisine Mihrac’tan gelen mektupları da bulmadım, ama raporun nereden kaynaklandığını tahmin etmek zor değildi.

Günay’ın ifadelerinden Mihrac’ın kendisine neler yazdığını anlamak mümkündü.

Örneğin Mihrac, ona, “ifade konusunu kafana takma” demişti. Kendisi Mihrac’ın bu cümlesini aynen tekrarlıyor ve ardından da “senin gibi bir yoldaşım olduğu için uçuyorum” diyordu. Bu ifadeyi aynen hatırlıyorum.

“Engin bizim dışımızda davranmıyor, davransa da önemli değil zaten” cümlesini de aynen hatırlıyorum.

Yakalanan yoldaşlar arasında en çok tepki duyulan iki kişi Günay ve Haydar’dı.

Günay neye güvenerek böyle konuşuyordu, bilmiyorum.

Tek güvencesi Mihrac Ural olsa gerekti ve Mihrac’a da açıkça “ben senin adamınım” anlamına gelecek sözler söylüyordu.

Günay dışarıdayken de tam bir Mihraccı idi, içerde de bu durum sürdü.

Ali Sönmez ile birlikte bir takım numaralar çevirmiş olmaları mümkündür.

Nitekim Cahit Çelik, biz kaçtıktan sonra Günay’ın Ali’nin yatağının aranmasını istediğini ve yatakta yüksek miktarda para bulunduğunu bir yazısında belirtmişti.

Bu para nereden nasıl gelmiştir, neden başkalarına haber verilmemiştir, bilmiyorum.

Bu durum olsa olsa Günay ile Ali’nin bir takım kumpasları olduğunu gösterir.

Ali aceleyle kaçış ekibine katılırken parayı unutmuş olsa gerektir.

Koğuştan çıkarken Günay yatağının üzerindeydi. Kendisine “gelmiyor musun” dedim, “siz gidin, ben tahliye olacağım” dedi.

Günay Karaca ve Haydar Yılmaz’ın da içinde bulunduğu Acilciler davası 20 Kasım 1981 günü karara bağlandı. Karar duruşmasından yaklaşık bir ay kadar önce Günay Karaca tahliye olmuş.

Genel komite üyesi olduğunu kabul eden, bu durum başka kişilerin ifadelerinde de geçen Günay Karaca, 12 Eylül’ün azgın günlerinde 22 ay kadar hapis yatarak tahliye olur.

İnsanlar doğal olarak, bu nasıl oluyor, diye sorar.

Bildiğim kadarıyla yapılan açıklama şöyle:

Günay’ın dayısı emniyetin narkotik şubesinde müdürdür. Günay adına çıkarılan bir pasaporta uygun ülkeye giriş ve çıkış damgaları vurularak, Günay’ın suçlandığı dönemde ülke dışında olduğu masumiyet gerekçesi olarak mahkemeye sunulmuş, mahkeme de buna dayanarak Günay’ı serbest bırakmış.

Hem Günay hem de öteki dava sanıkları ifadelerinin işkenceyle alındığını beyan etmeleri de söz konusudur.

Günay Karaca tahliye oldu.

Biz buradan Paris’e atlayalım…

1981 yılı Kasım ayı, yaklaşık altı aydan beri bu kentteyim ve Mihrac Ural Şam’dan bu kente geldi. O geldikten birkaç gün sonra bana Aydın’ın bir mektubu geldi. Bir süredir yazışıyorduk ve bana yazılmış özel bir bilgi de yoktu mektuplarda.

Mihrac mektubu görünce öyle bir bozuldu ki, bu kadar olur. Bir şey söylemedi ama suratı allak bullak olmuştu.

Ben o sırada Suriye’deki muhalefetin gittikçe büyüdüğünü bilmiyordum.

“Engin’e kötü sahte pasaportu bilinçli olarak verdiniz ve yakalanmasını sağladınız” denildiğini de bilmiyordum. (Söyledikleri doğrudur). Mihrac bu konulardan bana hiç söz etmedi.

Sadece ben oradayken Müntecep Kesici’nin Cemil Esad ve Muhabarat ile ilişki geliştirilmesine şiddetle karşı çıktığını biliyordum. Müntecep’i ikna görevi Zafer’e verilmişti ve o da “Biz Cemil Esad’ı kullanıyoruz yoldaş” diyordu.

Benim derdim ise bu ülkeden bir an önce gitmekti.

Mihrac’ın kaldığım odada bulunduğu benim dışarı çıktığım bir gün döndüğümde her tarafı temizlenmiş buldum. Mihrac’ın böyle huyları yoktur. Biraz dikkatli bakıldığında odada arama yapıldığını ve bunu kamufle etmek için de temizlik yapıldığını anlamamak mümkün değildi.

Bir şey söylemedim, nasılsa bulabileceği bir şey yoktu.

Paris’te birkaç hafta kadar kaldı ve buradan hemşerileri vasıtasıyla Almanya’ya götürüldü.

Olaylar da öyle bir rastlaşıyor ki, sormayın…

Yılbaşında Mihrac’ın Almanya’da olduğunu ve serbest bulunduğunu biliyoruz.

Biz de aynı gün Paris’te üç apartmanın işgalini gerçekleştirdik.

Birkaç gün sonra olay Fransız gazetelerinde ve televizyonlarında konu oldu. Ardından Türkçe gazeteler konuya eğildiler. Binaya muhabirler geldi, fotoğraflar çekildi.

Mihrac Ural bunları duyup da sanki onu çağıran varmış gibi “yettim yoldaşlar” diyerek neden Paris’e koşmadı diye sorarsanız, kendisi hapishanedeydi de ondan…

1982 yılı Ocak ayının ilk günlerinde Mihrac ve Almanya’ya başka bir yoldan gelmiş olan Salih bir polis kontrolünde paniğe kapılmaları sonucu yakalanırlar. 20 gün kadar hapis yatarlar ve Suriye’ye sınırdışı edilirler.

Bu olayı bana o sırada mektuplaştığımız Hanna Maptunoğlu bildirmişti.

Burada durarak yazının ilk bölümünü bitiriyorum.

Yazı 1982 içinde Günay’ın Suriye’ye gelmesiyle sürecek…