Şuanda 150 konuk çevrimiçi
BugünBugün4078
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11802
Bu ayBu ay11802
ToplamToplam10480226
politik sürgünler (2) PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Salı, 18 Aralık 2012 18:28


Toplantıya katılan ve Avrupa ülkelerindeki en eski politik sürgünlerden birisi olan Doğan Özgüden (12 Mart 1971 darbesinden sonra ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı) yaptığı konuşmanın bir bölümünde sürgünlerin temel sorununa da değindi.

Temel sorun şudur: Bugüne kadarki sosyalizasyonumu yaşadığım topraklardan ayrılmak zorunda kaldım. Sürgündeyim ve bu sürgün de kısa sürede bitecek gibi görünmüyor. Burada ne yapacağım?

Doğan Özgüden, “sürgünün yeni yetenekler kazanmak” demek de olduğunu ve “mücadelenin başka yerde sürdürülebileceğini” belirtti. Bu konuda birkaç bilinen örnek de verdi: Abidin Dino, Yılmaz Güney, Fahri Petek…

Aslında kendisi ve eşi İnci de bu konuda örnektir. Belçika gibi TC devletinin iyi örgütlendiği bir ülkede, yapılan bütün engellemelere karşın ülkedeki ağır insan hakları ihlallerini yıllardan beri geniş bir kamuoyuna taşıyor.

Sürgüne gittiğiniz ülkede de bir şeyler yapılabileceğine ne kadar erken karar verirseniz, o kadar iyidir. Sürgün yaşamında bir bakmışsınızdır on yıl geçivermiş… Ve yapılmış hiçbir şey yok… O on yılın ağırlığıyla bir on yıl daha geçer… Boş geçen yılları da ülke ajitasyonuyla kapatmak mümkün değildir. Çürüme kaçınılmaz olarak gelir.

Önceki yazıda da belirttiğim gibi, bu anlayış artık aşılmış görünüyor. Çok geç ve ağır bedel ödenerek de olsa aşılmış görünüyor.

Bunu Avrupa ülkelerindeki Türkiyeli devrimci hareketin biraz olsa bile kendi kimliğini kazanması olarak da görebiliriz. 30 yıldan beri kendini Türkiye’ye göre tarif etmek ve oraya bağımlı olmak insanlara çürümeden başka şey getirmedi. Karşılıksız beklentilere girdiler ve yıllar geçip gitti.

Sorumluluk en başta sizdedir. Daha fazla sayıda insanın, çıkarılan engellere rağmen daha fazlasını yapabilmesi gerekirdi. Sonuçta Avrupa ülkelerindeki Türkiye devrimci hareketi 30 yılda bulunduğu ülkelerde kayda değer şeyler yapamadı. Yapılanlar var tabii ama genelin içinde bu yapılanların yüzdesi hayli küçüktür.

Siyasi sürgünler geçtiğimiz 30 yılda evrim geçirmiş olmakla birlikte, eski anlayışın bazı izleri de halen görülebiliyor. Örneğin konuşmacılardan bir tanesi, “siyasi sürgün dil bilmez” dedi.

Yok canım! Durum hiç de öyle değil… Ama bu ifade bir gerçeği de yansıtıyor: bulunduğu ülkenin dilinde gazete bile okumayan bir insan ne kadar siyasidir?

En az 20 yıldır bir Avrupa ülkesinde yaşıyor, kendisini solcu olarak tanımlıyor ve yaşadığı ülkenin politik yaşamından da habersiz…

Yaşadığı ülkenin solu nedir, ne yapıyor; bu konularda zaten hiç bilgisi bulunmuyor.

Bu insanları ikna etmeye çalışmanın gereği yok… Zaman kaybedersiniz… Bunun yerine kendi işinize bakın, üretin; en iyisi budur.

Eskiden pek aşırı olmamakla birlikte uğraşmayı tercih ederdim ve şimdi bu düşüncem nedeniyle kendime kızıyorum. Boşuna zaman kaybediyorsunuz. Bırakın ne isterse onu düşünsün! İnsan en saçma düşünce için bile aradı mı gerekçe bulur. Bırak bulsun ve ne isterse de yapsın.

Neler gördük…

1990’lı yılların ilk yarısında Özgür Gündem gazetesinde Paris’te Partizan Yolu’ndan ayrılan iki kişinin okur mektupları bölümünde yazısı çıkmıştı. Fransızca öğrenmek isteyen kişilerin yıllarca engellendiğini yazıyorlardı. Gerekçe şuydu: dil öğrenmeye kalkanlar devrimciliği bırakmak niyetinde olanlardır. Bunlar geri dönmeyecekler, bunun için de Fransızca öğrenmek istiyorlar.

Aynı zihniyet daha az olmakla birlikte Almanya’da da vardı.

Politik sürgünler toplantısında birisinin kalkıp da “politik sürgün dil bilmez” demesini bu anlayışın henüz kaybolmamış etkisine bağladım.

Başka bir insana resmen ıstırap veren konu vatandaşlıkla ilgilidir.

1990’lı yılların ikinci yarısı… Çok sayıda siyasi mülteciye vatandaş olmaları için çağrı yaptık. Almanya’da vatandaş olmak kolaydı ve bunun değerlendirilmesi gerekirdi. Sonuçta siyasi mülteci pasaportuyla yaşamak her zaman topun ağzında olmak demektir. Vatandaş olmanın getireceği çok sayıda kolaylık da işin başka tarafıydı.

Çok sayıda insan Alman vatandaşlığı için gerekli koşullara sahip olmakla birlikte (dil sınavı ya yapılmıyordu ya da çok basitti) vatandaş olmadı. Gerekçe aynıydı: biz geri döneceğiz. Vatandaşlık buna engel değil ki, ne zaman istersen o zaman dön…

Şimdi aynı insanlardan “bizi vatandaş yapmıyorlar, başvuruları reddediyorlar” şikayetlerini duyuyorum.

2000 yılından itibaren güvenlik soruşturması da vatandaşlık için zorunlu duruma getirildi ve başta Kürtler olmak üzere politik olarak aktif olanların vatandaşlık başvuruları kabul edilmemeye başlandı.

Yapılan anti demokratik bir uygulama, burası tamam ama yıllardır uyuyanlarda hiç mi suç yoktur?

Her dönemin yapılacak işleri vardır. O dönem geride kalırsa başka bir dönemde aynı şeyi yapamazsınız.

Toplantıda çok sayıda Yazın dergisi okuruyla karşılaştım. 27 yıl yayımlanan bu dergi yayın hayatına son vermişti ama ardında belirgin iz bırakmıştı.

Avrupa ülkelerinde Türkçe ya da bir bölümü Türkçe yayınlanan kültür dergileri arasında önemli yeri oldu bu derginin. 11 yıl hem Türkiye’de hem Almanya’da yayınlandı ve ülke dışında çıkmaya başlayıp, buradan ülkede yayınlanmaya da yönelen Cumhuriyet tarihinin ilk dergisi olmak özelliğini kazandı.

1980’li yıllarda Avrupa ülkelerine çok sayıda gelmek zorunda kalan Türkiyeli sanatçı ve aydınların platformu olmak işlevini gördü.

Aynı dergiyi şimdi yayınlayamazsınız çünkü bambaşka bir ortam var.

Politik sürgünlerle ilgili olarak planlanan işleri yapmak için bir Meclis ve bunun içinden de küçük bir Sekretarya seçildi. Meclis’e girmek istemedim ve nedenini de açıkça söyledim:

Size destek olurum ama politik sürgünlük aynı zamanda belirli bir psikolojiyi de beraberinde getirir. Mutlaka dönmeyi düşünmek, Türkiye ile yaşamak, bulunduğun ülkeye bir türlü alışamamak gibi…

Bunların hiç birisi bende bulunmuyor. Objektif olarak konumum politik sürgün ama subjektif olarak böyle değilim ve Almanya’da bulunduğum için de mutluyum bile diyebilirim. Bu ülkede çok şey öğrendim ve çok şey yaptım… Daha da yapacaklarımdan başka…

Bu düşüncenin pek hoşa gitmeyeceğini biliyorum ama bana ne bundan…

Tersine inanıyorsan tabii ki inan ve inandığını da yap…

En büyük sorun sadece konuşmak… Lafa geldi mi laf çok, ama yapan yok… Çok kişi konuşuyor ve yapıyormuş gibi yapıyor ve orada duruyor. Sonra da neden böyle oldu diye şikayet ediyor.

Solda öğrenmeye karşı büyük bir direniş var. Bunu sürgünlükte daha da iyi görmek mümkün…

Hepimizin bilmediği çok şey var, öğrenilmesi gereken çok şey var.

Yeni öğreneceğimiz bazı şeyler eski bildiklerimize ters olduğu için bu durum öğrenmeye karşı belirli oranda direnç doğurabilir. Bu kadarı anlaşılabilir bir şeydir. Ama yıllardan beri görülen bunun çok ilerisidir. Öğrenmemek için sonuna kadar direnmek, türlü çeşitli gerekçeler bulmak ve aradan yıllar geçtikten sonra da “neden bu duruma düştük” diye sormak…

Herkesi eleştirebilirsin, tamam da birazcık da kendine baksana…

Benim için de böyle…

Almanya’da zamanımı ve kaynaklarımı daha iyi değerlendirebilirdim ya da yaptığımdan yüzde 20-25 daha fazlasını yapabilirdim.

Keşke zamanı ve kaynakları harcamada daha da özenli davransaydım…