Şuanda 116 konuk çevrimiçi
BugünBugün4064
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11788
Bu ayBu ay11788
ToplamToplam10480212
aşk en az iki kişiliktir PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Çarşamba, 26 Aralık 2012 20:04


İbrahim ve Nuray’ın yazılarından sonra “sen ne diyorsun bu konuda bakalım” sorusuyla karşılaştım. Diyebileceklerimi diyeyim bakalım…

 

Aşk iki kişiliktir sözü, yanlış hatırlamıyorsam eğer, Turgut Uyar’a aitti. Bence eksik… İki insana karışmanın marifet sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz ve bu nedenle de ailelerden akrabalara ve hatta arkadaşlara kadar herkes karışır. Tabii kadın ya da erkeğin ya da ikisinin birden tutumu da bu karışmayı teşvik eder. İki kişi arasında çözülemeyen bir sorun başkalarının karışmasıyla çözülse bile gidişat ne kadar sağlam olur, diye sorabilirsiniz. Cevap insanına göre değişiyor.

Aşk insanına göre değişir. Bu nedenle de aşk üzerine genel tanımlama yapmak bence mümkün değildir. Her özelin kendi aşkı, aşk anlayışı vardır. Bu nedenle de aşk hakkında somut konuşulur, soyut değil…

Bu nedenle konu hakkında yazacaklarım bana özgü anlayışı yansıtır. Başkasına uymayabilir, uymasını da beklemiyorum.

Aşk ya da kendi cinsimden hareketle söyleyeyim, bir erkeğin bir kadına duyacağı sevgi, eğer o kişinin hayatındaki amaçlarla iç içe ise, onunla bütünleşmiş ise, mükemmel ve oldukça sağlam demektir.

Aşk için birinci kural –tabii benim için- onun insanın hayatına entegre olmasıdır. Bir hayatım var bir de aşk var, değildir olay…

Bunun kolay olmadığını biliyorum. Bir kere en başta sizin sürekli peşinden koştuğunuz amaçlarınızın olması gerekir. Amaç deyince yuva kurmak, çocuk büyütmek filan anlamıyorum. Bunun ötesindeki şeylerden söz ediyorum. Kadın bu amaçların içine yerleşebiliyorsa, bu müthiş bir şeydir.

Böyle bir şey olabilir mi, diye sorarsanız, bunu birden fazla kere yaşadım, yani olabilir derim.

Bu olabiliyorsa ve sürebiliyorsa eğer, benim için hayat boyu tek kadın yeterlidir.

Sürebiliyorsa diye ekledim çünkü bugün iyi başlamak diyelim on yıl sonra da bu iyiliğin sürdüğü anlamına gelmiyor. Kadın ve erkeğin bugün benzer noktalarda bulunması yetmez, zaman içinde az çok paralel gelişmeleri de gerekir. Aksi durumda diyelim on yıl sonra ortaya iki yabancı çıkar, birbiriyle ilgisi kalmamış iki insan çıkar.

Kadınların başlangıçtaki amaçlarından vazgeçmelerini ve başka bir hayata koşmalarını yaşadım. Kendi tercihleridir ve demek ki yollar ayrılmaktadır.

Meseleye böyle baktığınız zaman ilk günlerin heyecanının sürmesi gibi konular önemini kaybeder. Birbirinin hayatı içinde olan iki insanın birlikteliğinde güçlü bir dayanışma ve güven duygusu neredeyse kendiliğinden oluşur. Esas olan birliktelik değil, aynı olmasa bile birbirine uzak olmayan amaçlara birlikte yürüyebilmektir. Heyecan o amaçlar için gereklidir ve karşınızdaki de hayatınıza entegre olduğu için ya da siz onun hayatında aynı konumda olduğunuz için genelin heyecanı her yere yansır.

Bu temeldeki bir aşk bitmez. İki taraf da amaçlarını değiştirmediği sürece bitmez.

“Yani sen bunu istiyorsun ve hayatında da bunu birden fazla kere bulabildin, öyle mi?” diye sorarsanız, evet, derim.

Yukarıda anlatılanların doğal sonucu hayatımda asla aynı anda iki kadının bulunmamasıdır.

Okurların büyük bölümünün inanmayacağını biliyorum ama ben de kimse inansın diye söylemiyorum zaten… Hayatımda hiç kimsenin peşinde koşmadım. Olmuyorsa olmuyordur. Kimse benden hoşlanmak zorunda değildir ve bu nedenle de hiç ısrar etmem. Bana ısrar edilince sinirlenirim ve herkesin de böyle bir hakkı bulunduğunu bilebilirim.

Her zaman uzun vadeli, mümkünse hiç bitmeyecek ilişkiden yana oldum ama bu konudaki gelişme sadece bana bağlı değildi. Yine de uzun vadelilik konusunda fena değilim diyebilirim. İnsanın hayatındaki ilişki sayısına bakarak kendisine pay çıkarmasını aptalca bulurum. Diyorum ya keşke bir bilemedin en fazla iki olsaydı ve ömür boyu sürseydi…

25 yaşına kadar karşı cinsle önemli bir yakınlaşmam olmadı. Bunu garip bulabilirsiniz. Evet, 1970’li yıllar bugünkü gibi değildi, kadın-erkek ilişkisi oldukça kısıtlıydı ama biz de –ODTÜ’lüler olarak- herkesin gözü üzerinde olan insanlardık. O yıllarda gösterilen ilgiden sıkıldığım için kalabalık toplantılardan sürekli kaçtığımı hatırlarım.

Bir kadın bu konuda doğru bir yorum yaptı, doğrusu ben düşünmemiştim:

“22 yaşında ODTÜ’yü bitirmişsin, bu arada TDGF merkez yayın organı İleri’nin son sayısının yazı işleri sorumlusu olmuşsun, THKP-C’nin yayın organı sayılan Kurtuluş gazetesini iki kişiyle birlikte üç sayı çıkarmışsın, yüksek lisans yapmışsın, askere gitmişsin, üç yıl iyi paralı bir işte çalışmışsın, tanınmış bir örgütün kurucuları arasında olmuşsun, bir dönemin en iyi broşürü sayılan TDAS’ı yazmışsın, evlenmişsin ve çocuğun olmuş, ardından başka bir kadınla büyük bir sevgiyi yaşamışsın ve hapse girmişsin… Yaş kaç, 27. Eğer erken yıllardan beri hayatında bir kadın olsaydı bu kadar iş yapamazdın!”

Ve sormuştu:

“Birincisi TDAS’tan sonra değil mi?”

“Hemen hemen öyle! Yoksa dünyayı gözüm görmüyordu.”

Ulaşıncaya kadar yukarıdaki anlayışım doğrultusunda birliktelik olabileceğine inanmıyordum ve nitekim ilk denemede olmadı da…

Şimdi 62 yaşında olduğuma göre o zamandan bu yana 37 yıl geçmiş. Hesaplıyorum, yaklaşık yüzde 80’i dolu…

Bazı kadınların hayatıma büyük katkıları oldu, bazılarının pek olmadı.

Aynı katkıyı ben de onların hayatı için yaptım… Artık başka bir hayatı yaşasalar bile kendileri böyle söyler…

En sevdiğim kadın Belma’dır. Karşılıklı duygusal ilişki 6 yıl sürmüştür ama bunun birlikte bulunulan zamanı sadece 2,5 aydır. Yukarıda saydığım özellik, birbirinin hayatı içinde yer almak, insanların birbirinden kopmasını hayli zorlaştırıyor. Taraflardan birisi başka bir hayatı tercih edince yollar kaçınılmaz olarak ayrılıyor.

Ne mutlu bana ki, gerçekte ne mutlu ikimize ki, bu kadına yazdığım mektupların tamamına yakını fotokopi olarak bana geri döndü. Kadın ülke dışına kaçak çıkarken bile kocaman bir deste kağıdı yanında götürmüş ve yıllarca saklamış. Bunların hepsini bilgisayara geçtim, arada okuru ilgilendirmeyen az biraz politik tartışma bölümleri var, ki bunlar da yüzde 5’ten azdır, bunları çıkaracağım ve bastıracağım.

Kocaman bir deste kağıt derken abartmıyorum, kitap sayfası olarak yaklaşık 400 sayfa tutuyor…

Bunlar aşk mektupları değil… Olamaz da zaten, insan 400 sayfa ne yazacak ki!

Bunlar insanın amaçlarının içinde yer alan, onlarla bütünleşmiş bir aşkın mektuplarıdır.

Burada işin rengi değişiyor…

Tahmin edebileceğiniz gibi bu ayrılık bana fena dokundu. Ayrılığın kaçınılmazlığını gayet iyi görüyordum ama buna rağmen kötü dokundu.

Böyle durumlarda uygulanan tipik bir yöntem vardır: Yetenekli insanlar kendilerini çılgınca bir çalışmaya verirler. 1983 sonlarında ben de öyle yapmıştım.

Bugünleri sorarsanız açıkçası kadınlardan biraz korkmaya başladım. İnanılmaz bir saldırganlık var, geç kalmışlık duygusunun getirdiği bir saldırganlık…

Ülkeden diyelim ki Almanya’ya ya da başka bir Avrupa ülkesine gelmişler. Beraberlikleri bozulmuş, ayrılmışlar. Normal, aynı durumu çok insan yaşadı. Orada birlikte olduğun koşullarla buradakiler farklı ve kadınla erkek birbirinden farklı etkileniyor ve farklı gelişiyor. Arada uçurum oluşunca da ayrılık geliyor.

Bunun ardından gelen enteresandır…

Kadında da erkekte de görülüyor. Ben ne yaşadım ki, anlayışından hareket eden geç kalmışlık duygusu ve bunun getirdiği saldırganlık…

Bir bölümü, kadın ya da erkek, resmen sapıtıyor, kötü ilişkilere giriyorlar ve sonuçta kendilerini mahvediyorlar.

Bir gün büyük bir toplantıdayım. Bir kenarda birkaç kişiyle konuştum, bir ara yalnız kaldım. Tanımadığım bir kadın geldi:

“Siz Engin Erkiner misiniz?”

“Evet.”

“Televizyondan tanıyorum.”

Sonra ekledi:

“Ama ekranda bu kadar yakışıklı görünmüyorsunuz.”

Hemen buradan toz olayım diye düşündüm ve öyle de yaptım.

İnsanları anlıyorum ama böyle de olmaz ki!

Burada keseyim bari…

Yazdıkça yazacağım yoksa…