Şuanda 215 konuk çevrimiçi
BugünBugün4923
DünDün3402
Bu haftaBu hafta12647
Bu ayBu ay12647
ToplamToplam10481071
Türkiye 68'i PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Çarşamba, 31 Temmuz 2013 18:40


Politik ve askeri liderliğin birliği konusuna devam ediyorum ama arada büyük bir parantez açarak Türkiye 68’ini kısaca anlatmak gerekiyor, çünkü bu birlik meselesini ilk uygulayan örgütler 68’in içinden ortaya çıkmışlardır.

1968 üzerinde çok konuşuldu, yazıldı ama yine de bu tarih yazılmadı denilebilir.

Burada tarihin yazılmasından ne anlaşıldığı önemlidir.

Bir dönemin tarihinin yazılması çok sayıda olayın ve kişilerin anılarının sıralanması değildir. O dönemi kavramlaştırabilmeniz gerekir. Bu ise, dönemin, o günün dünya koşullarının yanı sıra ülkenin tarihi gelişmesi içinde belirli bir yere oturtulabilmesi demektir. Bunu yapamadığınız zaman bir özgüllükten ötekine dolaşıp durursunuz.

Türkiye 68’i şu genel saptama içinde ifade edilebilir:

68 hareketi, iflas ettiği ortaya çıkan Cumhuriyet projesinin daha sol bir temelde yeniden kurulması çabasıdır.

Cumhuriyet projesi, ülkenin modernleşmesidir ya da bilinen ifadeyle “muasır medeniyet seviyesine ulaşılması”dır ve 1960’lı yıllarda bunun olmayacağı ortaya çıkmış durumdadır.

Adalet Partisi iktidarı altında üretici güçlerin dışa bağımlı olarak hızlı gelişmesi söz konusudur. Ne ki, bu gelişmenin montaj sanayisinden ötesine geçemeyeceği görülmektedir. Ülke iç ve dış politikasında büyük oranda ABD’ye bağımlıdır. Ülkedeki ABD üslerinin sayısı ve tam yerleri bile bilinmemektedir.

O dönemi hatırlayanlar Haydar Tunçkanat’ın TBMM’de Adalet Partisi’ni üsler konusundaki sorularıyla nasıl sıkıştırdığını bilirler.

Amaç ülkenin tam bağımsızlığını kazanması ve hızlı bir kalkınma (sanayileşme) yoluna girmesidir. Bu bir Cumhuriyet projesidir ve hayata geçirilememiştir. 68, aynı projenin bu kez daha soldan hayata geçirilme çabası olarak başlayacaktır.

O dönem herkes solcudur. Gerçi solculuktan, sosyalist olmaktan farklı şeyler anlaşılmaktadır ama ABD’den kopmak, SSCB ile iyi ilişkiler kurmak ve tümüyle olmasa bile onun hızlı sanayileşme modelini taklit etmek çok sayıda kişinin ortak görüşüdür denilebilir.

1960’lı yılların ortalarında sosyalistlerin önemli teorik kitapları arasında sayılan Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni adlı büyük eseri de bunları anlatır.

Bu durumda 1960’lı yıllardaki sol hareketin Mustafa Kemal’in farklı bir yorumundan hareket etmesi; anti emperyalist, kalkınmacı, bağımsızlıkçı yönünü öne çıkarması kaçınılmazdır.

Bu yönlerin tamamı ciddi eksiklikler taşımaktadır ama bu eksiklikler ya görülmez ya da dönemin kısıtlı koşullarına bağlanır.

Mustafa Kemalciliğin bugün bu kadar yaygın olması sadece yıllardır sürdürülen propagandaya bağlanamaz. Propagandanın uzun sürede tutabilmesi için az çok sağlam bir temel gereklidir. Bu temeli de Osmanlı tarihinin son iki yüzyılında bulmak mümkündür.

Son iki yüzyılda girdiği neredeyse bütün savaşları kaybeden, üç kıtaya yayılmış imparatorluktan Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu gibi dar bir alana sıkışan Türkler ilk kez Çanakkale ve ardından da Kurtuluş Savaşı ile savaş kazanırlar.

Tarihten silinme ya da bir kenara atılma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir halk, tarihe geri döner.

Okur, Kuzey Kürdistan halkı için Abdullah Öcalan’ın taşıdığı anlam ile, Türk halkı için Mustafa Kemal’in taşıdığı anlamın birbirine oldukça yakın olduğunu görebilir.

Dönemler farklıdır, halklar farklıdır, yaşanılan süreçler farklıdır ama iki sürecin ortak noktası halkların tarihe dönmesidir.

Mustafa Kemal ve sonrasındaki Kemalizm dönemiyle ilgili çok sayıda olumsuzluk sayılabilir. Herkesi Türkleştirme politikası, yasaklar, idamlar, katliam; bunların hepsi doğrudur. Ne ki, bu doğruluk Mustafa Kemal’in Türkler için taşıdığı fonksiyonu ortadan kaldırmaz, sadece onu daha gerçekçi bir çizgiye çeker.

Emperyalist ülkelerin büyük oranda kendi sorunları içinde kaldıkları 1918-1939 döneminde (ilk büyük savaşın yarattığı büyük hasarın giderilmesi, 1929 büyük ekonomik krizi ve ikinci dünya savaşının başlaması), bu yaklaşık yirmi yılda değişik ülkelerde hızlı modernizasyon çabası yaşanmıştır. SSCB bunların en bilinenidir, daha sonra Arjantin ve Türkiye gelir. SSCB’de sosyalist modernleşme –yaşanılan çok sayıda olumsuzluğa karşın- büyük başarı kazanırken, diğer iki ülkede de sanayileşme ve ekonomik bağımsızlık konusunda ilerleme sağlanmış olmasına karşın yeterli oranda başarı sağlanamamıştır.

Geç kalmış modernleşme ya da hızlı modernizasyon, ülke ister sosyalist ister az gelişmiş kapitalist isterse yarı feodal olsun, otoriter yönetimi gerektirir. Amaç kısa sürede ülkenin sanayi ülkesi durumuna getirilmesidir.

Birbirinden farklı ülkeler olmakla birlikte kullanılan yöntemler açısından bakıldığında Stalin dönemi SSCB’si ile Mustafa Kemal-İnönü dönemi Türkiye’si arasında önemli benzerlikler vardır. Ne ki, ilkinde geri tarım ülkesi bir sanayi ülkesine dönüşürken, ikincisinde böyle bir başarıya ulaşılamamıştır.

Stalin’in sosyalizm çözüldükten sonra bile Rus halkı tarafından sevilmesinin de benzer bir temeli vardır: girdiği savaşlarda sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu yenebilmiş, bunun dışında her savaşı kaybetmiş bir halkın konumunu değiştiren sembol isim olması… Ülkenin sanayileşmesinde ve Nazi Almanya’sına karşı zaferin kazanılmasında sembol isim olmasıdır söz konusu olan…

Yukarıda da belirttiğim gibi, Mustafa Kemal dönemi hakkında çok sayıda eleştiri getirilebilir ve bunlar doğrudur. Ne ki, bir dönemi sadece kendinize karşı ne yapıldığı açısından değerlendirirseniz (örneğin Kürtlere karşı ne yapıldığı gibi), aynı dönemin başka bir halk için anlamının farklı olabileceğini de kavrayamazsınız.

Sonuçta yaşadığınız tarihi yeterince anlayamazsınız.

Unutulmamalıdır ki, anlamakla kabullenmek birbirinden farklıdır.

Tekrar Türkiye 68’ine dönersek…

Türkiye 68’inin temelini başarısız olmuş Cumhuriyet projesinin bu kez farklı bir yoldan yeniden hayata geçirilmeye çalışılması oluşturur ve temel bu olunca da M. Kemal döneminin önemle dikkate alınması ve İkinci Kuvayı Milliye, İkinci Milli Kurtuluş Savaşı isimlendirmelerinin kullanılması normalleşir.

Buradan politik ve askeri liderliğin kişiler düzeyinde birliğine geçebiliriz.

Önceki yazıda Küba devriminden önceki devrimlerde bulunmayan bu özelliğin gündeme gelmesinde suni denge olgusunun belirleyici olduğu üzerinde durmuştum. Zamanın Türkiye koşullarında önemli bir başka faktör daha vardır: Politik ve askeri liderliğin kişi düzeyinde birliği denilince akla ilk gelen örnek Mustafa Kemal’dir. Çanakkale Savaşı’nda üst düzey bir komutan değildi, ama Büyük Taarruz adı verilen savaşı doğrudan yönetti. Mesleği askerlik olan birisinin hayatının savaş içinde geçmesi normaldir ve M. Kemal bu savaşların bir bölümünde aynı zamanda politik yöneticidir.

Bu özellik, ülke cumhurbaşkanının asker kökenli olması şeklinde sonraki dönemde de sürmüştür.

Mahir Çayan klasik halk savaşını savunduğu bir yazısında –Sağ Sapma Devrimci Teori ve Pratik ya da Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine adlı yazılarından birisindedir sanıyorum- Kurtuluş Savaşı sırasında da kırlardan şehirlere doğru bir rota izlenildiğini yazacaktır. Ya da Kurtuluş Savaşı da halk savaşına benzemektedir.

Silahlı mücadele örgütlerinde politik ve askeri liderliğin kişiler düzeyinde birlikteliğinin ülkeye özgü tarihsel temelleri de vardır. Küba devrimi, ardından Latin Amerika ülkelerindeki gerilla savaşları ve özellikle Che Guevara örneğinin üzerine ülke tarihinin özgün özellikleri de gelmiştir.

 

Sürecek…