Şuanda 220 konuk çevrimiçi
BugünBugün5214
DünDün3402
Bu haftaBu hafta12938
Bu ayBu ay12938
ToplamToplam10481362
Bilinçaltı PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 09 Şubat 2014 10:48


Sürekli olarak belirtilir ama ne kadar belirtilse azdır. İnsanlık tarihinde üç büyük devrim vardır. Bu devrimler insanlığın kendisiyle ilgili değerlendirmelerini değiştirdiği için özel bir büyüklük taşırlar.

İlki Kopernik devrimidir. Dünyanın merkez olmadığı ve başka gök cisimlerinin de onun çevresinde dönmediğini göstermiştir. İnsanın yaşadığı dünya evrenin merkezi değildir.

İkincisi Darwin devrimidir. İnsanın evrim sonucu basit canlılardan gelişerek oluştuğunu ortaya koymuştur. Darwin insanın doğanın bir parçası olduğunu, onun dışında değil onun evriminin içinde yer aldığını da göstermiştir böylece…

Üçüncüsü Freud devrimidir. İnsanın nedenini bilmediği, açıklayamadığı kararlar alırken ya da davranışlarda bulunurken bunları yöneten mekanizmaya dikkat çekmiştir. İnsan kendi evinde bile egemen değildir bir başka deyişle…

Bu üç devrim arasında en az gelişmiş olanı sonuncusudur.

Freud bile son yıllarında psikoanalizin sadece bireyle ilgili olmadığını, toplum bilim alanında değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir ama bunun nasıl yapılabileceğini söylememiştir.

Sonraki adım, toplumu bireyin genellemesi olarak ele almaktır. Bu konuda en fazla incelenen konu Hitler faşizmidir. Önceleri esas olarak Nazilerin muhteşem kadrosuna bakmakla yetinen araştırmacılar, Adorno’nun önemli uyarısıyla tutum değiştirirler: Nazilerden daha fazla Alman halkına bakılması gerekir. Nazilerin iyi bir kadrosu vardı ama halk da kendisine verileni almaya hazırdı. Hazır olmasaydı o kadro anlam taşımazdı, bir şey yapamazdı.

Burada yönelim doğru olmakla birlikte psikanalizin topluma uygulanmasında bireyde bulunan özelliklerin genelleştirilmesi yoluna gidilir. Adorno ve Alexander Mitschlerlich bu dönemin önemli psikoanalizcileridir. Adorno’nun mesleği bu değildir ama psikanalizin önemini ilk fark eden Frankfurt Okulu olmuştur denilebilir.

Ne ki, toplum, bireyin özelliklerinin genelleştirilmesiyle açıklanamaz. Ya da fizikte eskiden beri bilindiği gibi; bütün, parçalarının toplamından fazla bir şeydir. Ama nasıl fazla bir şey, burası bilinemiyordu.

1960’lı yıllarda sadece bireylerin değil toplumun da bilinçaltı olduğu görüşü öne çıkmaya başladı. C. G. Jung tarafından ortaya atılan bu görüşün ilk savunucularından bir tanesinin sömürge halklarının psikolojisi üzerine çalışmalarıyla tanınan Frantz Fanon olması rastlantı olmasa gerektir.

O zamandan bu yana bilinçaltı konusunda önemli gelişmeler oldu ama bazı sorulara pratikten uzakta teori geliştirmenin ötesinde cevap verilemedi. Mesela bilinç ile bilinçaltının ilişkisi nedir? Bilinçaltı kendini nasıl üretir? gibi… Soru önemli çünkü bilinçaltı sabit kalmıyor, değişiyor, başka bileşenlere kavuşuyor…

1970’li yıllarda nihayet ve nihayet büyük bir adım atıldı ve bilinçaltı ile bilincin ilişkisi deneyle ölçülebildi. 1970’li yıllarda Benjamin Libet yaptığı bir dizi deneyle bilinçaltında alınan bir kararın bilinçli eylemden önce geldiğini gösterdi. Bu aynı zamanda bilinçaltının varlığının fiziksel bir deneyle de kanıtlanmasıydı. Bu deney çok tartışıldı ve halen de tartışılıyor. Tartışılan deneyden ziyade deneyin yorumu… Herkes deneyin büyük önemini kabul ediyor ama farklı yorumluyor.

Bu deney, beyinde cereyan eden fiziksel ve kimyasal reaksiyonlarla beynin bilinçli ya da bilinçsiz karar alması arasındaki ilişkiyi gösterdiği için özellikle önemlidir. Bu temelde yıllarca felsefenin konusu olagelmiş bilinç felsefesi alanı da böylece doğa bilimlerine açılıyordu.

Bu alanda aydınlatılmamış birçok soru bulunuyor ve beyin son derece karmaşık bir mekanizmaya sahip olduğu için gelecekte ne oranda aydınlatılabilir, bilinmiyor.

Beyin araştırmalarında iki konuyu birbirinden ayırmak gerekiyor: beyinle ilgili hastalıkların tedavisi ve karar alma mekanizmasının açıklığa kavuşturulması…

Bu iki alan birbiriyle hem ilgilidir hem de ayrıdır. İlk alanda büyük gelişme var. Mesela şizofreni gibi hastalıklarda (hem fiziksel hem de psikolojik bir hastalıktır) beynin hangi kesiminde ne olur ve buradaki bozukluk nasıl düzeltilebilir konusunda önemli gelişme bulunuyor. Belirli ilaçların yanı sıra belirli sosyal ortamlarda bulundurularak hasta büyük oranda tedavi edilebiliyor.

Bu alanda bile ilerleme kolay olmadı. 20. yüzyılın başında Freud bedenle ilgili sanılan bazı hastalıkların (şizofreni gibi) gerçekte psikolojiyle ilgili olduğunu, bu alanda “makine bozuldu” olarak adlandırılan modelin geçerli olamayacağını açıklamıştı. Sonraki yıllarda iki özelliğin birlikte bulunduğu, psikolojik hastalıklarda bedende de bazı değişikliklerin ortaya çıktığı anlaşıldı. Mesela şizofrenide beyindeki sıvıların bileşiminde değişiklik olabiliyordu.

İkinci alanda ise yani beyindeki fiziksel ve kimyasal mekanizmalar bilinçli ya da bilinçsiz karar alımında hangi rolü üstleniyor, karar fiziksel ve kimyasal mekanizmaların hangi bileşimiyle orta çıkıyor konusunda ise ilerleme pek fazla değil… Libet’in beyindeki elektrik akımı ile bilinçli karar arasındaki bağlantıyı göstermesi büyük bir adım ama daha yolun başı sayılır.

Bu konuda üç alan birleşiyor: beyin üzerine araştırma yapanlar (beynin işlemesi, beyin hastalıkları gibi konular) ile psikoanalistler ve felsefeciler… Üçünün birlikte bu konuda konuşabileceği çok şey bulunuyor.

Kabaca söylersek, ilk iki kesimin beyinle ilgili olarak, bilinç ve bilinçaltı olarak hayli birikimi var. Felsefe ise bu ayrı birikimleri yorumlama ve birleştirme konusunda işlev görebiliyor.

Bu üç kesimin bir araya gelerek konuyu tartışması, tebliğler sunması büyük bir olay olsa gerektir.

Şubat sonu ve Mart başında İngiltere ve Almanya’dan değişik isimlerden oluşan bu üç kesim bir araya geliyor. Felsefeci yok gibi ve esas olarak beyin bilimcileriyle psikoanalistler bir araya geliyor. Frankfurt’ta üç günlük bir konferans var ve herkese açık… Yaklaşık 25 konuşmacı var, üniversite düzenliyor ve belediye de destekliyor.

Konferans iki dilde, İngilizce ve Almanca… Bu tür toplantılarda İngilizce konuşulduğu zaman çeviri yapılmaz, İngilizce bilim dilini bilmek zorundasınız.

Konunun önemine başka bir yönden daha bakmakta yarar var:

Max Planck Enstitüsü’nde yıllardan beri bu alanda uğraşan kişiler (örneğin Wolf Singer gibi) insanda irade özgürlüğünün, serbest karar alabilmenin ciddi sınırları olduğuna dikkat çekiyorlar, bu sınırlarla bilinçaltı ve beyindeki işleyiş arasındaki bağlantıya işaret ediyorlar ve giderek de ceza yasasının bu husus dikkate alınarak değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar.

Kişi özgür iradesinin sınırlı olduğu bir durumda suç işlemişse, cezada bu durumun dikkate alınması gerekir.

Bu arada kitlenin kolektif bilinçaltı meselesi de ayrı bir dikkat gerektiriyor.

Bunun son derece politik bir konu olduğunu belirtmek herhalde gerekmiyor.