Şuanda 472 konuk çevrimiçi
BugünBugün6005
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13729
Bu ayBu ay13729
ToplamToplam10482153
Marksizm ve kaybolan gelecek (3) PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 11 Mayıs 2014 13:00


Konuyla ilgili ilk yazıda üçüncü bölümün sosyalist ülkelerde çözülme,  burjuvazinin ortaya çıkması ve hızla zenginleşmesi ile ilgili olacağını belirtmiştim. Bu konuda önceden yazdıklarımı tekrarlamayacağım.

Öncelikle sosyal emperyalizm konusuyla ilgili olarak yazdığım üç yazının bağlantılarını veriyorum.

 

 

http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=2256:sosyal-emperyalizme-ne-oldu-1&catid=34:engin-erkiner

 

http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=2259:sosyal-emperyalizme-ne-oldu-2&catid=34:engin-erkiner

 

http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=2264:sosyal-emperyalizme-ne-oldu-3&catid=34:engin-erkiner

 

 

Sosyalist ülkelerin çözülmesi sosyal emperyalizm tezinin yanlışlığını da ortaya çıkardı. Sosyal emperyalizm doğru olsaydı eğer, sosyalist denilen gerçekte sosyal emperyalist ülkelerde burjuvazinin zaten iktidarda olması ve çözülmeyle birlikte bir kapitalizmden başkasına geçişe uygun olarak burjuvazinin de dönüşmesi gerekirdi. Gerçekte ise böyle bir dönüşümün olmadığı, burjuvazinin çözülme süreci içinde ortaya çıktığı yapılan değişik araştırmalarla ortaya konuldu.

Çin Halk Cumhuriyeti ve Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde burjuvazinin iktidarda bulunduğunu savunan görüş Çin Komünist Partisi kaynaklıdır. Bu görüş ülkemize 1960’lı yılların sonlarında Doğu Perinçek ekibinin çıkardığı Beyaz Aydınlık dergisi tarafından getirildi ve o dönemde aynı grup içinde yer alan İbrahim Kaypakkaya tarafından da savunuldu. Daha sonra bu çizginin kendi içinde ayrışmalar oldu. Sosyalizmin çözülmesinin ardından da büyük oranda unutulup giti ya da o dönemki savunucuları tarafından unutulması tercih edildi.

 

Yukardaki üç yazının yanı sıra beş yıl önce Berlin Duvarı’nın yıkılışının 20. yılı dolayısıyla Bianet’e konuyla ilgili olarak yazdığım yazılara da bakabilirsiniz.

www.bianet.org a gidiyorsunuz, yazarlar bölümüne giriyorsunuz, e harfinden adımı buluyorsunuz ve buraya yazılmış 50 yazı arasından “Sosyalizmden kapitalizme burjuvazi“ ve “Sosyalist ülkelerde burjuvazi nasıl doğdu ve gelişti?“ yazılarını buluyorsunuz.

 

Sosyalist ülkelerin çözülmesinin iç dinamikleri hakkında bu güne kadar o kadar çok yazı yazdım ki açıkçası tekrarlamak istemiyorum. Hangi çeşidi olursa olsun marksistlerin bu konuda tam anlamıyla çuvalladıklarını eklemek gerekir.

Asıl sorumluluğu Gorbaçov’a yükleyenler tarihi kişilerle açıklamanın yeni bir örneğini daha sundular!

Troçkistler deseniz başka bir çıkışsızlık örneği sergilediler.

1989’da Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde işçi devrimi olduğunu sanıyorlardı ve o günlerde Doğu Almanya’ya geçerek yaptığı konuşmalarla kitlelere „yol gösteren“ Mandel, yapılan ilk seçimde CDU’nun çoğunluğu sağlaması üzerine ne düşündü, bilemem. İnsan kendini inandırmak için her zaman uygun bir açıklama bulabilir tabii…

Yıllarca Polonya’daki Dayanışma Sendikası’nı ve onun dayandığı militan işçi hareketini sosyalist sanan Troçkistler’in durumu gibi…

Hareket açık bir şekilde kapitalizmi istiyor ama bir bölüm devrimci onların sosyalizm istediklerine inanmaya inatla devam ediyordu.

Militan bir işçi hareketi kapitalizmi ister mi, demek ki istiyormuş…

Bu bölümün sonunda Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ndeki ırkçılık üzerinde durayım…

DAC yönetiminin faşizmi kültürel kökenlerinden kopararak sadece tekelci burjuvazinin bir egemenlik biçimi olarak ele alması ve bu sınıf tasfiye edilince de faşizmin sona erdiğini sanmasının bu ülke için ağır sonuçları oldu. DAC’de Yahudi düşmanlığı ve ırkçılık yasak olmasına rağmen her zaman varoldu. 1989 sonrasında yapılan araştırmalar konuyu yeterince açığa çıkardı.

Bunu belirttiğimde eski TKP’lilerin itirazlarıyla karşılaştığımı hatırlıyorum. Sadece itiraz ediyorlardı, herhangi bir gerekçe getiremiyorlardı. Siz DGB ve başka kuruluşlar tarafından 1989 sonrasında yapılan araştırmaları ve 1990’lı yıllarda nazizmin eski DAC topraklarında hızla örgütlenebilmesini örnek gösteriyorsunuz; onlar ise “hayallerimizi yıkma“ temelinde itiraz ediyorlardı.

Ben de yıkmak istemezdim ama ne yapayım ki gerçek böyleydi.

Aşağıdan yukarıya örgütlenerek iktidara gelmiş nazi hareketinin Almanya’da güçlü kültürel kökleri vardı. Batı Almanya bu köklerle ancak 1968 hareketiyle birlikte hesaplaşabildi, DAC’de ise bu durum yaşanmadı.

Gelecek hafta Ulrich Herbert’in yazdığı 20. Yüzyılda Almanya Tarihi adlı bir kitap piyasaya çıkıyor. 1451 sayfalık bu kitap gerçekte 1890 yılından, Almanya’da kitlesel milliyetçi hareketin ortaya çıkışından başlıyor.

Özellikle ilgimi çekti çünkü Lenin’in Birinci Dünya Savaşı sırasında SPD’nin kendi burjuvazisini desteklemesini mahkum ederken, bu partinin işçi tabanına hiç bakmamasını sürekli yadırgadım. Liebknecht ve Lüxemburg dışında bütün SPD milletvekilleri savaş kredilerini ve dolayısıyla kendi burjuvazilerini desteklerken aynı gerekçeyi öne sürüyorlardı: Tabanımız böyle istiyor.

Taban istese bile böyle yapmaları doğru değildi ama partinin işçi tabanının bunu istediği doğruydu.

Marx-Engels, Bebel, Lassalle, Kautsky, Lüxemburg gibi sosyalizmin önde gelen şahsiyetlerinin ve daha yüzlerce militanın onlarca yıl uğraşarak oluşturdukları SPD (o dönemde komünist partiler sosyal demokrat adını taşırdı)  kısa sürede sosyal şoven bir yapıya dönüştü.

Marksizmin yaşadığı ilk büyük çözülme 1989’da değil 1914’tedir.

1914’te SPD’nin, dünyanın en büyük sosyal demokrat (komünist) işçi partisinin büyük bir hızla burjuvazinin yanına nasıl geçtiği hiç bir zaman iyi sorgulanmadı. Sorun tepedeki yöneticilerin değil tabanın da aynısını yapmasıydı ve bu konuda asıl insiyatif kullanan tabandı, işçi tabanı…

Lenin, SPD’nin yaşadığı bu hızlı dönüşümü işçi aristokrasisinin burjuvaziye yaklaşmasıyla açıklıyordu ama sayıca çok az olan bu aristokrasinin geniş işçi tabanını nasıl etkileyebildiği konusunda hiçbir şey söylemiyordu.

Güçlü bir parti olan SPD’nin ikisi dışında bütün milletvekilleri savaş kredilerini desteklediler ve marksizm 20. yüzyıldaki ilk büyük çözülmesini yaşadı.

Kitap çıkar çıkmaz alacağım ve 1451 sayfa nasıl okunur bilemem ama en azından 20. yüzyılın başıyla ilgili bölümünü okuyup bitirmeye çalışacağım.

Kitabın yazarıyla Almanya’nın en büyük haftalık gazetesi Die Zeit’ta uzun bir söyleşi yayınlandı. Ulrich Herbert bir soru üzerine nazizmin kültürel etkilerinden söz ediyor ve DAC’de FDJ’nin (iktidardaki Almanya Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED) gençlik örgütü) yürüyüşlerinin nazilerin yürüyüşlerine ne kadar benzediğini anlatıyordu.

1914 ve 1989;  iki tarih birbirinden ayrıdır ama aralarında yeterince incelenmemiş bir bağ da bulunuyor.