Şuanda 252 konuk çevrimiçi
BugünBugün5863
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13587
Bu ayBu ay13587
ToplamToplam10482011
Marksizm ve kaybolan gelecek 4 PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cuma, 16 Mayıs 2014 21:59


Bu bölümde işçi sınıfının tarihsel rolünü ele alacağım.

Marx-Engels’e göre bu sınıf kendisini ve insanlığı kurtarabilecek olan tek sınıftır. Sosyalizm mücadelesinin öncü gücüdür.

Lenin’de de aynı anlayış vardır. Sadece Marx-Engels’ten farklı olarak işçilerin kendiliğinden hareketle ancak sendika bilincine ulaşabileceklerini, bu sınıfa dışarıdan politik bilinç götürülmesini savunur. Lenin’in Ne Yapmalı’da birkaç kez belirttiği gibi bu görüşün ilk savunucusu 19. yüzyılın sonunda dünyanın en büyük sosyal demokrat partisi olan (o yıllarda komünist partiler bu adı taşırdı) Almanya sosyal demokrat partisinden Kautsky’dir.

20. yüzyıl devrimlerinde işçi sınıfının rolüne bakalım:

İlk devrim, 1917 Ekim devrimidir.

Bu devrimde işçiler asker elbisesi giymiş köylülerle birlikte iktidarı iki sanayi kenti, Petograd ve Moskova’da ele geçirirler.

Köylüler diyorum çünkü iki sanayi merkezi dışında (bunlara petrol nedeniyle Bakü de eklenebilir), Çarlık Rusya’sının büyük bölümü yarı feodal özellik taşımaktadır. Dolayısıyla köylülük tarım burjuvazisi, orta köylülük, küçük köylülük, yoksul köylülük ve tarım işçileri olarak fazla ayrışmamıştır.

Sanayi kentlerinde iktidarı asker elbisesi içinde köylülerle birlikte alan işçi sınıfı, kırsal alanda hemen uygulamaya geçilen toprak dağıtımıyla (Bolşevikler bu amaçla Sosyalist Devrimciler’in programını benimsemişlerdi) birlikte bütün köylülükle birlikte büyük toprak sahiplerine karşı iktidarı alır.

Ekim sosyalist devriminde işçi sınıfı motor güç rolünü oynamakla birlikte köylülük ve kent küçük burjuvazisinin de (özellikle sosyalist aydınlar) önemli yeri vardır.

İkinci devrim, Çin devrimidir. Çin de yarı feodal ve ek olarak da yarı sömürge bir ülkedir. Bu ülke devriminde işçilerin rolü çok azdır.

Çin Komünist Partisi 1925 yılında Komüntern’in politik çizgisine uyarak işçilerin olduğu birkaç kentte ayaklanma düzenlemiş ve ağır yenilgiye uğramıştır. Yine Komüntern çizgisine uyum adına yapılan Çan Kay Şek ile ittifak ÇKP’ye pahalıya mal olmuştur.

Mao’nun yapıtlarını incelediğinizde Çin devriminin her şeyi olarak köylülüğün belirtildiğini görürsünüz. Köylüler ve sosyalist aydınlar… Bunların dışında işçilerin rolü sayılarının hem çok az hem de birkaç büyük kent ile sınırlı olmaları nedeniyle çok azdır.

Daha sonra gerçekleşecek Vietnam devrimi için de benzeri söylenebilir.

Doğu ve Orta Avrupa’ya Kızıl Ordu’nun getirdiği devrimlerde ise iki ülkenin görece iç dinamiğinden söz edilebilir: Bulgaristan ve Yugoslavya. Her iki ülkede de köylülük büyük oranda ağır basmaktadır.

Köylülüğün devrimde büyük rol oynadığı ülkelerde de işçi sınıfı önderliğinden söz edilir. Bu önderlik sayı olarak önderlik değil, işçi sınıfının dünya görüşünün önderliğidir. Mahir Çayan’ın deyimiyle fiili değil ideolojik önderliktir.

Üçüncü örnek Küba devrimidir. Küba dışa bağımlı kapitalist bir ülkedir. Bu ülkede silahlı mücadelenin başladığı ve hızla yayıldığı Siera Maestra bir küçük köylü bölgesidir. İşçi sınıfının devrimdeki rolünden ancak devrimin ileri aşamalarında söz edilebilir.

Nikaragua, El Salvador gibi ülkeler üzerinde durmuyorum. Bu ülkelerin nüfusları en fazla üç milyondur ve bu kadar küçük nüfustan hareketle sonuç çıkarmak doğru olmaz. Kaldı ki, her iki ülkedeki silahlı mücadelede kırsal alanın ve bu alanda yaşayan köylülerin önemli rolü bulunmaktadır.

20. yüzyıl devrimlerinin bu kısa özetini sonuçlandırırsak; devrimlerde işçi sınıfının özel bir rolü olduğunu söylemek zordur. Sovyet devriminde bile iktidar bütün köylülükle ele geçirilmiştir. 20. yüzyıl devrimlerinin en önemli aktörleri köylülük ve sosyalist aydınlardır. İşçi sınıfının rolü esas olarak komünist partisi aracılığıyla ideolojik bir roldür, ideolojik öncülüktür.

İşçi sınıfının nüfus içindeki oranının son derece az olduğu ülkelerde bile bu sınıf komünist partisi aracılığıyla ideolojik öncülük yapabilir. Ama bu öncülüğü yapan partinin kitlesini oluşturan esas olarak köylülük ve sosyalist aydınlardır.

Leninizmin Kautsk’den gelen anlayışı olan; işçi sınıfı kendiliğinden ancak sendikal bilince ulaşabilir, politik bilinç ona dışarıdan iletilmelidir anlayışı; işçi sınıfı kendi haline bırakılırsa pek bir şey yapamaz demenin öteki çeşididir.

20. yüzyıl tarihi bu anlayışın doğru olduğunu gösteriyor. Bu yüzyılda kendiliğinden işçi ayaklanmaları yaşanmış, çok sayıda işyeri işgal edilmiş hatta işçiler kendiliklerinden Sovyetler bile kurmuşlar ama bunu fazla götürememişlerdir.

İşçi hareketi komünist partisiyle birlikte başarılı olabilir de olmayabilir de; ne ki, kendiliğinden işçi hareketinin başarılı olduğu tek örnek yoktur.

İşçi sınıfına dışarıdan bilinci kim iletecek? Lenin açık olarak cevap veriyor: kent küçük burjuvazisi kökenli sosyalist aydınlar…

Teoride ve pratikte durum bu kadar açık iken, Marksistlerdeki bu işçiciliğin nedeni nedir, diye sorarsanız, görünürde teoriye bağlı olmak diye cevap verebilirim.

İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin taşıyıcı gücü olması Marksizmin alemeti farikasıdır denilebilir. Bunu savunmuyorsanız marksist olamazsınız. İşçi sınıfının rolü köylülerden, sosyalist aydınlardan, kent küçük burjuvazisinden pek de fazla değildir anlayışına sahipseniz; siz marksist değilsiniz demektir.

Tersi örneklerle de karşılaştım. Yedi yıl kadar önce Frankfurt’ta yapılan Indeterminate Kommunismus kongresinde Kapital’in ayrıntılı analizini yaptığı çalışmasıyla tanınan Michael Heinrich (kendisini marksist olarak görüyordu); “20. yüzyıl tarihi insanlığı kurtarabilecek bir sınıfın bulunmadığını göstermiştir” dediği zaman hayret etmiştim. Hem işçi sınıfının tarihteki özel rolünü tanımayıp hem de nasıl marksist olunabilir, anlamadım; ama madem kendisini böyle tanımlıyor, o da öyle olsun, ne yapalım…

Bu yazıyı Soma katliamından önce yazmıştım ama yayınlanması bu katliam nedeniyle biraz geriye kaldı.

Soma katliamıyla ilgili olarak yapılan protestolar da işçi sınıfının hiç de öyle özel bir role sahip olmadığını yeniden gösterdi.

Bolivya, Küba ve Venezuela’da maden işçileri Soma için üç günlük yas ilan edip bir günlük grev yaparken, ülkemizdeki işçilerden bu düzeyde bir ses çıkmadı.

İşçi sınıfının toplumsal muhalefette özel bir rolü yoktur. Durumu ülkeye ve döneme göre değişir. Bazen biraz öne çıkar, bazen iyice geriye gider ama her durumda toplumsal muhalefette varolan öteki aktörler gibidir. Özel bir üstünlüğü bulunmamaktadır.

Soma ile ilgili yazdığım yazıya yorum olarak bir arkadaş “işçi sınıfı örgütsüz” gerekçesini yazmıştı.

Doğru, örgütsüz, ama örgütlü olunca herkes yapar…

Köylüler örgütlü olunca yapmıyor mu?

İşte HES direnişleri, siyanürlü altına karşı direniş, nükleer santrala karşı direniş ve diğerleri…

Memurlar ve teknik elemanlar örgütlü olunca yapmıyor mu?

Örgütlü olunca herkes yapıyor.

Lenin, işçi sınıfı kendiliğinden ancak sendikal bilince ulaşabilir, demişti.

Yüz yıl önceki bu sözü değiştirmek gerek…

Ülkemizde sendikalaşma oranı yüzde on bile olmadığına göre, “işçi sınıfı kendiliğinden sendikal bilince bile ulaşamaz” demek artık daha doğrudur.

Burada şunlar sorulabilir?

Marx-Engels neye dayanarak işçi sınıfına büyük bir tarihsel misyon biçtiler?

Sonra bu misyon neden ve nasıl değişti?

Bu soruların cevaplanmasını gelecek yazıya bırakıyorum.