Şuanda 274 konuk çevrimiçi
BugünBugün5875
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13599
Bu ayBu ay13599
ToplamToplam10482023
Marksizm ve kaybolan gelecek (5): işçi sınıfı PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 25 Mayıs 2014 18:19


Marx ve Engels işçi sınıfını neden insanlığı ve kendisini kurtaracak bir sınıf olarak gördüler?

İşçi sınıfına neden ezilen diğer sınıf ve katmanların üzerinde özel bir önem verdiler?

Komünist Manifesto 1848 devrimi günlerinde yazıldı. Çeşitli Avrupa ülkelerini saran işçi ayaklanmaları sonuçta devrimle değil de kapitalizmin yeni bir gelişme evresiyle sonuçlansa da, değişik ülkelerde grevler ve değişik işçi direnişleri sonraki yıllarda da sürdü.

O yıllarda bırakın işçi partilerini, sendikaların bile doğru dürüst gücü bulunmuyordu.

Kendiliğinden gelişen işçi hareketi değişik ülkelerde kapitalizmi ve burjuvaziyi zorluyor, onun istediği gibi sömürmesine imkan tanımıyordu.

Burada “kendiliğinden gelme” denildiği zaman, bunu genellikle sanıldığı gibi örgütsüz olarak düşünmemek gerekir. En örgütsüz kitle hareketlerinde bile sosyal bir örgütlenme vardır. Önceki yılların deneylerinden edinilen kültürel bir birikim ve çevre ile hareket eden sosyal bir örgütlenme vardır. Kendiliğinden gelmeden kastedilen yönetici politik bir örgütün bulunmamasıdır, yoksa tümüyle örgütsüzlük söz konusu değildir.

Daha sonra 1871 Paris Komünü ile sınırlı bir coğrafyada ve kısa bir zaman süresinde de olsa önemli bir işçi ayaklanması ve yönetimi deneyi daha yaşandı.

Marx ve Engels sadece teorik olarak değil, dönemlerindeki işçi hareketliliği temelinden de hareket ederek bu sınıfa özel bir önem verdiler.

Kendiliğinden harekete geçerek isyan etmek işçi sınıfına özgü değildir. Sonraki dönemde, 1920-30’lu yıllarda Çin’de birbiri ardı sıra patlak veren ve kendiliğinden olarak adlandırılan köylü isyanları vardı.

Son olarak Gezi için de büyük oranda kendiliğinden denilebilir. Politik örgüt ya da örgütlerin yöneticiliğinden ziyade sosyal bir örgütlenme vardı.

Marx ve Engels’ten sonra 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başında Çarlık Rusya’sında kendiliğinden gelme büyük işçi grevleri yaşandı.

İşçi sınıfının daha kolay bilinçlenme ve toplu harekete geçebilmek bakımından iki önemli özelliği bulunuyordu:

Birincisi: Büyük üretim birimlerinde yoğunlaşmıştı. O yıllarda beş-on bir kişinin çalıştığı üretim birimleri az değildi. İşçiler üretim sürecinde toplu olarak bir arada bulundukları için, kolektif hafıza ve deney birikiminin oluşması görece kolaydı. İşçiler arasında az çok ön plana çıkmış bir kesimin kalan kitleyi etkilemesi de zor değildi.

İkincisi: İşçiler sadece üretim sürecinde değil, günün geriye kalan bölümünde de birlikteydi. Büyük işçi semtleri vardı ve burada oturanlar genellikle kombina olarak adlandırılan büyük fabrikalarda çalışmaya giderlerdi. Genç işçi, büyük bir işçi kitlesi içinde sosyalize olur, onunla birlikte yaşardı.

Bu iki özellik işçilerin köylülere ve kent küçük burjuvazisine göre daha kolay bilinçlenmesini ve daha kolay toplu harekete geçmesini sağlardı. Harekete geçince de üretimi durdurduklarından kapitalizmi ve burjuvaziyi ciddi olarak zorlayabilirlerdi.

1970’li yıllardan başlayarak bu iki özellik büyük oranda değişti.

Birincisi: Üretim tekniğinin değişmesi sonucu işyerleri büyük oranda küçüldü. Artık beş-on bin işçinin çalıştığı işyerleri kalmadı ya da oldukça azaldı. İşçiler birbirlerinden ayrıldılar.

Dünya genelinde bakıldığında işçilerin sayısının azalmadığı, tersine arttığı görülür. Yarı feodal ya da kapitalist ama sanayileşme oranı düşük olarak ülkeler liberal küreselleşmeyle birlikte dünya genelindeki üretim sürecine katıldılar. Tekeller için öncelikle üretim maliyeti önemli olduğundan, sermaye ucuz işgücünün olduğu ülkelerde doğrudan yatırımlara ağırlık verdi. Sonuçta bu ülkelerde az çok büyük denilebilecek üretim birimleri kuruldu. İşçilerin sayısı arttı ama çok dağıldılar.

Ek olarak, işçiler arasındaki çelişkiler de eskisine göre büyük oranda arttı.

Yıllardan beri gittikçe azalan oranda “saf işçi sınıfı” vardır. Eskiden göçmen işçiler sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde bulunurdu, şimdi ise hemen her ülkede bulunuyorlar. Bunların bir bölümü sürekli bir bölümü ise yılın belirli dönemlerinde gelip çalışıyorlar.

İşçi sınıfının iç bölünmesi artınca, birlikte hareket etmenin zorlaşmasının ötesinde, sınıfın değişik kesimleri arasında diyalog imkanları da azaldı. Dahası, işçi sınıfındaki iç düşmanlıklar belirgin derecede arttı.

Soruna sadece ekonomik temelde yaklaşırsanız ve “o da işçi bu da işçi, milliyetin ne önemi var” diye düşünürseniz, fena halde yanılırsınız. İnsanların şekillenmesinde yaşadıkları sosyalizasyonun, sosyolojik ve psikolojik faktörlerin büyük önemi bulunuyor. Bunları yok sayarsanız, sadece yanılırsınız.

Bu yazıdan sonra yaklaşık on yıl önce Yazın’ın 101. sayısında yazdığım bir kitap tanıtım yazısını aktaracağım. Hardt ve Negri, İmparatorluk adlı kitaplarında, ABD tekellerinin işçi sınıfının değişik bölümlerini birbirlerine karşı kullanmak konusunda ne derece uzmanlaştıklarını da anlatırlar.

İşçi sınıfının durumu ülkelere göre değişmekle birlikte şöyle bir genelleme yapılabilir: genel olarak sayısı artmış olmakla birlikte toplu olarak bir arada bulunması azalmış, bileşimi değişmiş, iç farklılıkları artmıştır.

İkincisi: İşçiler artık üretim sürecinin dışında kalan zamanda da birlikte değildir. İşçi mahalleleri ve eskiden varolan işçi kentleri ortadan kalktılar. Üretim sürecindeki dağılma yerleşim yerlerindeki dağılmayı da birlikte getirdi.

Ne ki, üretim süreci dışında kalan zamanda birlikte olmamaktan daha da önemli bir boyut bulunuyor: toplumda sosyalizasyon değişti; çocuklar ve gençler için olduğu kadar yetişkinler için de değişti.

Birinci sosyalizasyon denilen ailede sosyalizasyon azaldı. Çocukların küçük yaşta aileden uzaklaşmaları ve anaokullarına verilmeleri, eskiden neredeyse tümüyle aileye ait olan ilk sosyalizasyonun parçalanmasına yol açtı.

Dahası, ki bu durum gençler ve yetişkinler için de geçerlidir, medyanın sosyalizasyon alanındaki önemi olağanüstü derecede arttı. Televizyonun neredeyse 24 saat açık olduğu işçi ve emekçi evleri az değil… Kişi küçük yaşlardan başlayarak toplumdaki hakim sosyalizasyonun etkisine giriyor. Gençler ve yetişkinler için de aynı durum söz konusudur. İşçiler ve emekçiler artık üretim süreci dışında esas olarak birbirlerinden değil, medyadan etkileniyorlar.

 Diğer yandan kapitalizmin dünya çapında –çok sayıda ülkede dışa bağımlı olarak da olsa- hızla gelişmesi, eskiden tarihin kenarında duran çok sayıda insanı sosyal hareketlere katılmaya yöneltti. Bunların mutlaka işçi olmaları gerekmiyor.

Kitlesel hareketler dünya çapında azalmadı, arttı. Etnik kökenli hareketler, şu veya bu nedenle oluşan yerel direnişler büyük artış gösterdi. İşçi hareketinin genel kitle hareketi içindeki oranı azaldı.

Toplumu sarsan bazı kitle hareketlerinde işçi sınıfının bırakın yoğun katılmayı, pek de ilgilenmediğini gösteren örnekler az değil…

2000’li yıllarda çok sayıda Avrupa ülkesinde görülen büyük protesto yürüyüşlerinde (savaşa karşı, suyun özelleştirilmesine karşı, finans hareketlerinin vergilendirilmesi için vd.) işçiler büyük kalabalık içinde kaybolacak durumdaydı.

İşçi sınıfının toplumlar içindeki konumu değişti ve bu değişimin sonuçlarını da pratikte, büyük protesto hareketlerinde gözlemlemek mümkündür.

İşçi sınıfının bazı durumlarda açıkça karşı devrimci safta bulunması bile söz konusu olabiliyor.

1980’li yıllarda Polonya’daki Dayanışma Sendikası veya Venezüela’da Chavez yönetimine karşı grev yapan petrol işçileri gibi…

İşçi sınıfı devrimci bir sınıftır. Konumu şu veya bu ülkeye göre değişebilir. Bazen öne çıkar, bazen iyice gerilere gider… Asıl olan şudur ki, diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlara göre herhangi bir ayrıcalığı bulunmuyor.