Şuanda 250 konuk çevrimiçi
BugünBugün5861
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13585
Bu ayBu ay13585
ToplamToplam10482009
Sürgünlük tarihine sorular (1) PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazartesi, 30 Haziran 2014 20:57


Göçmenlik tarihi ile politik sürgünlük tarihi hem iç içedir hem de ayrı özelliklere sahiptir. Politik sürgün de sonuçta bir çeşit göçmendir; ne ki, onun göçmenliğinin ayırıcı özellikleri bulunmaktadır. Temel ayırıcı özelliği başka bir ülkeye politik nedenlerle gelmek zorunda kalmış olmasıdır. Normal göçmen, parası varsa, her yıl bir veya birkaç kez ülkesine gidebilir; politik göçmen ise gidemez. Giderse ya öldürülür ya da en azından yıllarca hapiste kalmak zorunda kalır.

Aşağıdaki inceleme Almanya’daki birinci kuşak göçmenlerle politik mülteciler ya da sürgünler arasındaki ilişkiyi inceler. Farklı Avrupa ülkelerindeki durumun bundan çok farklı olduğunu sanmıyorum, ama sonuçta aşağıda yapılacak olan saptamalar Türkiyeli göçmenlerin yaklaşık üçte ikisinin bulunduğu Almanya’ya özgüdür.

Almanya’da üçüncü kuşak göçmenler çalışma hayatına girecek yaşa ulaşmış durumda, dördüncü kuşak ise okul yaşındadır denilebilir.

Politik sürgünlerle birinci kuşak göçmenler arasındaki benzerliklere geçmeden önce bu saptamaların ortalamayı yansıttığını, kişiler tek tek incelendiklerinde durumlarının şu veya bu oranda farklı olabileceğini belirtmek gerekir.

SORU 1: Göçmen ya da politik göçmen olsun Türklerin ve Kürtlerin yaklaşık üçte ikisinin yaşadığı Almanya’da politik göçmenler neden birinci kuşak göçmen işçilere benzerler?

Önce bu benzerliklerin neler olduğunu belirtmek gerekir:

Birincisi: Hem birinci kuşak göçmenler hem de sürgünler bitmez bir dönüş özlemi içindedir. 25-30 yıldır bu ülkede yaşamaktadır, Türkiye bıraktığı Türkiye değildir, bunu bilmektedir, eski ilişkiler artık yoktur, ama yine de dönüş özlemi bitmemektedir.

Birinci kuşak göçmenler için bu durum anlaşılabilir. Sonuçta hemen her yıl gidip geldikleri için oradaki ilişkileri tazeliklerini korumaktadır. Politik göçmenlerde ise böyle bir durum söz konusu değildir.

Dahası, ilk kuşak göçmenlerin bir bölümü dönmüş, bazısı eskiden geldiği ülkeye uyum sağlayabilmiş, önemli bir bölümü ise sağlayamamıştır. Politik göçmenlerin bunların hepsinden haberi vardır. Günün birinde dönebilirlerse oraya yeniden uyum sağlayabilecekleri hayli şüphelidir ve belki de gitmek ya da gitmemek konusunda kendi iradeleriyle karar veremedikleri için dönme özlemi aradan 25-30 yıl geçmiş bile olsa varlığını sürdürmektedir.

İkincisi: Politik göçmen de birinci kuşak göçmen de yaşadığı ülkenin dilini öğrenmekte özürlüdür. Birinci kuşak göçmen için bu durum anlaşılabilir. Eğitim düzeyi düşüktür ve yıllardan beri de Almanca öğrenmek için uğraşmamıştır.

Politik göçmen ise genellikle en az lise mezunudur; ne ki, bu durum onun yaşadığı ülkenin dilini öğrenmesinde pek de yararlı olmamaktadır.

Üçüncüsü: Sürgün de birinci kuşak göçmen de yaşadığı topluma yabancıdır ve genellikle Alman toplumundan nefret eder ya da ona karşı en azından iyi duygular beslemez.

Dini duyguları güçlü olan birinci göçmen kuşağı için bu durum bir oranda açıklanabilir. Sonuçta Almanlar başka dindendir, bir bölümü de dinsizdir. Başka bir deyişle bunlar “gavur”dur. Sürgünler için ise açıklamak zordur.

 

Sürgünler ile birinci kuşak göçmenler arasında yukarda sıralanan benzerliklerin nedenlerini sürgünler için açıklamaya çalışacak olursak…

Bitmez bir dönüş özlemi içinde olmak, ikinci ve üçüncü özelliğin sonucudur denilebilir. Yıllardır içinde yaşıyor olsanız bile, bir topluma yabancı iseniz, dilini pek az öğrenebilmiş iseniz, orada yaşamak istemezsiniz. Bu durumda esas olarak ikinci ve üçüncü maddeleri incelemek gerekir.

Politik mülteciler, ilticaları kabul edilmiş olduğuna göre bir süre parasız Almanca kursuna da gitmiş olduklarına göre, yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmekte neden bu kadar geridirler?

Normal olarak politik mültecilerin hızlı dil öğrenmesi gerekir; çünkü iletişimsizlik ve yalnızlık onları buna iter. Geldiği ülkede iletişimsiz ve yalnız olmak çok sayıda politik mültecinin karşılaştığı bir durum olmakla birlikte, Türkiye’den gelenler bunu yaşamamıştır.

Hangi Avrupa ülkesine gitmiş olursa olsun, insanlar bir Türkiye’den çıkıp başka bir Türkiye’ye geldiler. Gittikleri yerlerde akrabaları ya da hemşerileri ya da örgüt arkadaşları vardı. Bunlar önceki yıllarda bu ülkeye gelmişlerdi ve yeni gelen için çevresizlik ve iletişimsizlik söz konusu değildi. Başka bir deyişle, dil öğrenmek ihtiyaç değildi. İlk yıllar için anlaşılabilecek olan bu durum sonraki yıllarda da değişmedi.

Politik sürgün yaşadığı ülkenin dilini mükemmel derecede olmasa bile öğrenmemiş ise, yaşadığı toplumla olan ilişkisinin gelişmesi mümkün değildir.

Burada şu önemli noktayı belirtmek gerekir: Almanca öğrenmek Alman toplumuyla bağ kurabilmek anlamına gelmez. Dil bilgisi bağ kurabilmek için gerekli ama yeterli olmayan bir şarttır.

İçinde yaşanılan toplumla bağ kurulmadığında, Türk ve Kürt çevresinde kalındığında, Almanları bir çeşit düşman olarak görmenin şaşılacak tarafı kalmıyor. Hayat tarzı, sahip oldukları değerler Türk ve Kürt toplumundan farklı olunca, sizin de bağlantınız olup onları tanımayınca, düşman gibi görmeniz neredeyse kaçınılmazdır. En azından ilgisiz kalırsınız.

Yıllar geçer ve ilginç bir durum ortaya çıkar: politik kişi 25-30 yıldır bir ülkede yaşamaktadır ama bu ülkenin günlük bir gazetesini okumaz. Türkçe gazeteleri okur. Almanya solun gelişmiş olduğu bir ülkedir; ama kendisini sosyalist olarak tanımlayan sürgünün bu ülkedeki solla herhangi bir ilgisi yoktur.

Burada ilgiden kastedilen sol bir partiye üye olmak ve içinde çalışmak değildir. Bunu yapanlar çok azdır. Burada söz konusu olan daha düşük düzeyde bir ilgidir, bilgi sahibi olmak düzeyinde ilgidir.

Sürgünler genellikle yaşadıkları ülkedeki başlıca sol örgütleri sayamazlar, yayın organları hakkında neredeyse hiç fikirleri yoktur. Teorik tartışmalarla ilgilidirler ama geldikleri ülkenin solu içindekilerle… 25-30 yıldır yaşadıkları ülkenin solunda kim neyi savunuyor, bilmezler.

Burada sonraki yazının konusu olan ikinci soru ortaya çıkıyor: sürgünlerin bugünkü garip ama çok garip durumlarında en başta kendi sorumlulukları bulunuyor. Başkaca sorumlu olanlar yok mudur?