Şuanda 342 konuk çevrimiçi
BugünBugün5911
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13635
Bu ayBu ay13635
ToplamToplam10482059
Tanilli ve Sol'un üç çizgisi PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Perşembe, 07 Ağustos 2014 06:53


Atatürk, İnönü’ye “Birinci İnönü Zaferi“ sonrasında (Yalçın Küçük’e göre I. İnönü Savaşı hiç olmamıştı, ya da çarpışma o kadar küçüktü ki, savaş olarak adlandırılamazdı) çektiği telgrafta, “Siz, Türk’ün makûs talihini yendiniz“ der. Yıllarca saldırı savaşlarını unutan ve ancak Plevne, Çanakkale gibi savunma savaşlarında başarı gösteren Türkler, daha sonra, bu alanda da yenilmeye başlamışlardı. Türk, tarih boyunca, en büyük becerisini askeri alanda göstermişti. Başka alanlarda da becerileri olmuştu, ama bunlar, genellikle tek örnekler olarak kalmışlar, süreklilik kazanamamışlardı.

   Savaştan, Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra, Türk “makûs talihini“ başka alanda, ekonomik ve toplumsal alanda da yenmek için önemli bir hamle yapmaya çalışır, ama zaman çok geçtir, başaramaz, ya da başarısı, ulaşmak istediklerinin yanında oldukça geride kalır.

   Başarısızlığın nedeni cumhuriyeti kuran kadroların yetersizliklerinde midir, yoksa 1950’de iktidara gelen ve yanlış olarak adlandırılan Demokrat Parti’de mi? ikisinde de değil. Hedef çok yüksek konmuştu. Geri bir yarı-feodal ülke olan Türkiye’nin, gelişmiş kapitalizm ya da emperyalizmde simgelenen “çağdaş uygarlık seviyesine“ ulaşması mümkün değildi. Bu dönemde Türkiye’nin şansı da vardı: uluslararası kapitalizm, 1929 büyük ekonomik krizinin ardından savaşa girmiş, Türkiye için yaklaşık 20 yıllık geçici bir serbestlik dönemi ortaya çıkmıştı. 20 yıl, geri bir ülkenin hele de kapitalizm koşullarında- ileri düzeye ulaşması için kısa bir zamandı; cumhuriyet kadroları –kendi anlayışları doğrultusunda- çok çaba harcadılar, ama bu dönemi gerektiği gibi değerlendirebildikleri söylenemez.

   Bugün yaşları 60-70 civarında olanlar, denilebilir ki ayrımsız olarak, Atatürk ve Cumhuriyet’i severler. Onlar, genç Cumhuriyet’in dinsel bağnazlığına karşı mücadelesinin, Batı’ya yönelmesinin ve genç kuşaklara güvenmesinin ve olabildiğince iyi bir eğitim vermesinin ürünleridir. (Bu olgu Fakir Baykurt örneğinde çok daha belirgindir. Eğer kısa süren Köy Enstitüleri olmasaydı, Baykurt, büyük olasılıkla yetenekli bir köylü genç olarak kalırdı.)

   Cumhuriyet, Türk’ün “makûs talihi“ni yenemedi. Gelişmiş kapitalist ülkelerin düzeyine ulaşamayacağımız 1980’li yıllarda açıkça ortaya çıktı ve Türkiye, sanayileşme temelinde yükselen ekonomik gelişme politikasından vazgeçti. Cumhuriyet yönetimlerinin yıllardan beri yaptıkları, dünya ekonomisi içinde kendilerine verilen rolü oynamanın ötesine gitmemişti; sadece bunu başka türlü göstermişler, dahası, durumun gösterdikleri gibi olduğuna kendileri de inanmışlardı.

   Türklerin –daha doğrusu Anadolu Türklerinin- her zaman büyük olmak, en azından kendilerini “büyük“ hissetmek gibi tarihsel bir saplantıları var. 1890-1920 arasında, 30 yıl gibi, bir neslin yaşamına sığabilecek kadar kısa bir zamanda, “hasta“ olarak nitelendirilse bile üç kıtaya yayılmış bir imparatorluktan, Anadolu’nun iç bölgesine sıkışacak kadar gerileyen, sonra zor bir “sınırları genişletme savaşı“ vererek daha geniş, ama imparatorluğa göre oldukça küçük bir devleti, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türklerin, sürekli yenilgi ve Avrupa’dan neredeyse atılma sürecini, aradan geçen bunca yıldan sonra bile hâlâ anlayabildikleri söylenemez.

   Anadolu Türkleri tarihte önemli rol oynamış bir halk; ne var ki, 18. yüzyıldan başlayarak tarihin kenarında kalmış durumdalar. 18. ve 19. yüzyıldaki önemleri, önceden kurdukları imparatorluğun büyüklüğünden kaynaklanmış, 20. yüzyıl başında bu büyüklük de ortadan kalkmış. Anadolu Türkleri yine de kendilerini çağdaş tarihin önemli bir ulusu olarak görmek istiyorlar, ille de “büyük“ olmak gibi bir saplantıları var, ama kısaca “döveriz, yeneriz“ olarak ifade edilen askeri becerileri dışında gelişmiş bir “yetenekleri de olmamış. 20. yüzyılın büyük bölümünü kapsayan“ yaşayan sosyalizm“ döneminde, nükleer savaş tehlikesinin sürekli gündemde olduğu yıllarda, bu alandaki yetenekleri de bir işe yaramamış. Bu kez ülkenin jeopolitik önemine yaslanarak, dünyaca önemli olduklarına kendilerini inandırmışlar. 20. yüzyılın sonlarında ise başka bir durum var: Diğer Türk kökenli halklara açılma ve Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya’da alt-emperyalist bir ülke olmaya yönelmek sözkonusu. Eskisi gibi dünyaya kafa tutarak değil, bir büyüğün, ABD’nin gözetimi altında. Olsun, bu da bir çeşit “büyüklüktür“ ve Türk’ün büyüklük ihtiyacını bir oranda da olsa tatmin edebilir. Bunun dışındaki “büyüklük“, futbolda kazanılan başarılara ve tek tek yeteneklerin uluslararası alanda çeşitli konularda yaptıkları çıkışlara kalmıştır.

   Türkiye solunda durum farklı mı; değil. Farklı olması da garip olurdu; ciddi dengesizlikler içinde yaşayan, içine kapalı, birbiriyle uğraşmaktan dünyada ne olduğuyla fazla ilgilenemeyen, ilgilense de bu konuda oldukça yüzeysel kalan bir devletin ve halkın bulunduğu bir ülkeden, oldukça ayrı özelliklere sahip bir sol çıkmaz.

   Solcumuz –özellikle 1990’lı yılların başına kadar- maşallah hiç de az değildi. Denilebilir ki, bu yıllara kadar Türkiye’nin entellektüel yaşamı büyük oranda sol’un tekelindeydi. Ne yazık ki, Türkiye 1990 öncesinde de sonrasında da entelektüel sefaleti yaşamaya devam ediyor. Sol, okumuyor, ya da sadece işine geleni okuyor; dolayısıyla üretmiyor da. Tarihi boyunca doğru veya yanlış üretenlere, öğretmeyi ve üretmeyi yaşamlarının ayrılmaz parçası yapmış olanlara da hiç iyi davranmamış. Bir örnek Hikmet Kıvılcımlı’dır, bir başkası İdris Küçükömer. Bu ülkede solda bile özgün düşünceye yer yok, ya da o düşünce zorlayarak kendi yerini açmak zorunda. “Sen kimsin de bu konuda görüş ortaya atıyorsun?“ denir, denmiştir. Bu anlayış, sonuçta ülkenin her yanında var. “Sen kimsin de filanca malı üreteceksin? Anlaşma yap, burada benzerini üret“ demekle, “filanca yapıtı çevirip yayınlamak, daima özgün düşünceden daha değerlidir“ anlayışı arasında ne fark var?

   Türkiyeli araştırmacılar, her yıl, kalitesi dünyaca tanınmış ve alanlarında otorite sayılan dergiler ve kurumlar tarafından da kabul edilen pek az araştırma yayınlıyorlar. Bunların büyük bölümü doğa bilimleri alanında, bu araştırmalar da genellikle yurtdışında okumuş, en azından doktora yapmış kişiler tarafından yapılıyor. Türkiye’nin sosyal bilimler alanındaki konumu ancak “felaket“ sözcüğüyle nitelendirilebilecek kadar geri. Dahası, bunlar konuyla ilgili herkesin bildiği gerçekler; karşı çıkan da yok, değiştiren de.

   Server Tanilli’yi bu hiç de hoş olmayan tarihsel çerçeve içinde değerlendirecek olursak: Tanilli sadece bir bilim adamı değil, aynı zamanda militan bir sosyalistti. 1970’li yıllarda Türkiye’de sosyalist olmak oldukça tehlikeliydi. Üniversitede, ülkedeki politik ortama göre eğilip bükülen, herşeyden biraz olan ama asla “ileri gitmeyen“ “solcu“lardan birisi olmak zor değildi. Tanilli düşüncelerini açıkça söylemeyi, bunları yazmayı ve ders olarak vermeyi tercih etti. Hakkında açılan soruşturmaların yanısıra faşistlerin silahlı saldırısına da uğradı ve yaşamını tekerlekli sandalyede geçirmek zorunda kalacak düzeyde yaralandı. Ardından Fransa’ya gitti, tedavi gördü, Starsbourg Üniversitesi’nde emekli oluncaya kadar ders verdi.

   Tanilli, Avrupa’da bulunduğu süre içinde, sağlığının izin verdiği oranda, bütün önemli etkinliklere katıldı. Yazdı, mesaj yolladı, konferanslar verdi. Gelecek için hesaplar yaparak ülkedeki 12 Eylül rejimine şirin –en azından ılımlı- görünmeye çalışmak yerine, eleştirilerini açık olarak dile getirdi. 1982 Anayasasıyla ilgili olarak sonradan çok yaygınlaşan tanımlama, “Bu bir Anayasa değil, kışla talimatnamesidir“ O’na aittir.

   Fransa’da bulunmak Tanilli’nin entelektüel gelişmesinde ve üreticiliğinin artmasında açık olarak önemli rol oynadı. En başta sürekli sorgulama, tutuklanma ya da saldırı tehdidi altında olmadığından zamanını ve yeteneklerini daha verimli kullanabildi. Dahası, Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar geniş ve verimli bir entelektüel ortamda bulundu. Türkiye’de insan, ilgi alanı ne kadar geniş, kafasının çalışması ne kadar boyutlu olursa olsun, bir noktadan sonra içinde yaşadığı ve kısırlığı herkesçe açık olan entelektüel ortam tarafından sınırlandırılır. Bu sınır aşılabilir, aşılamaz değil; ama bunun için zamanı, enerjiyi ve yetenekleri belirli oranda tüketmeyi göze almak gerekir.

   Gerçekte her ülkedeki entelektüel ortam biraz sınırlayıcıdır. Fransa’da da durum farklı değildir. Örneğin Frankfurt Okulu –kurucuları Alman olduğu için- fazla bilinmezken, Yapısalcılık – Fransız malı olduğundan olsa gerek- fazlasıyla abartılır. Bu nedenle, sınırları ne kadar geniş olursa olsun tek tek ülkelerdeki entelektüel yaşamla kendilerini sınırlandırmak istemeyenlerin, birisi İngilizce olmak koşuluyla iki temel dili (Fransızca veya Almanca) bilmeleri, bu dillerde ilgilendikleri konudaki yayınları izlemeleri gerekir.

   Tanilli, Fransa’da iken çok sayıda yapıt verdi. Türkiye’de iken başladığı büyük çalışmasını tamamladı. Fransızcadan çeviriler yaptı ve güncel konularda –İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi? gibi- kitaplar yazdı. Bunlara çok sayıda makaleyi de eklemek gerekir.

   Tanilli’nin gelişme çizgisindeki değisimi ele almadan önce, Türkiye solunda kabaca üç çeşit gelişme çizgisi üzerinde durmak gerekir: Kemalizm, Türkiye’nin tarihsel özellikleri nedeniyle, toplumda –doğal olarak solcularda da- derin izler bırakmıştır. Kemalizm-sosyalizm konusunda üç gelişme çizgisinden söz edilebilir:

   İlkine göre; sosyalizm, kemalist çizginin geliştirilmesi demektir. Mustafa Kemal’in 1930’lu yıllardaki düşüncelerinden sapılmasaydı eğer, Türkiye sosyalist olmasa bile sosyalizme çok yakın olurdu. Bu anlayış, özellikle 1960’lı yıllarda aydınlar arasında çok yaygındı, sonraki yıllarda etkinliği kırılmakla birlikte yine de varlığını sürdürmektedir. 1970 sonrası yaşananlar, kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar olduğunu yeterince göstermiştir.

   Tanilli, başlangıçta bu çizgiye daha yakındı. O ortamda yetişmiş, ilk entelektüel gıdasını böyle bir ortamda almış kişiler için bu durum doğal da sayılabilir. O dönemin devrimci hareketi de “2. Kuvay-ı Milliye“den sözediyor, kemalizmle sosyalizm arasında büyük farklar olmadığı inancını taşıyordu. Tanilli’nin özellikle islamcı bağnazlığa karşı yazdığı bugünkü yazılarda bile o dönemin güçlü izlerine rastlanabilir.

   Aydınlanma –Tanilli’nin bu çok sevdiği ve sık sık kullandığı sözcük- herşeyden önce, tanrının gökten yere indirilmesi, toplumun her alanda dinsel kurallardan uzaklaştırılması demektir. Bir islam ülkesi olan ama islamla arasına –sık sık oynayan biçimde de olsa- sınır çizmek isteyen Türkiye’de, bu klasik anlamıyla aydınlanma konusu bitmez. Türkiye’nin sol aydını –istese de istemese de- bu konuyla ilgilenmek zorundadır. Bir akıl ve aydınlanma ürünü olan 20. yüzyıl, aynı zamanda, insanlık tarihinin de en kanlı çağıdır. Aydınlanmanın ciddi eksikleri olduğu konusunda, 50 yıl önce “Aydınlanmanın Diyalektiği“nin yayınlanmasıyla iyice gelişen bir tartışma yıllardan beri yürümektedir. Türkiye aydını, dünyadan habersiz kalmak istemiyorsa, islamiyete karşı klasik aydınlanma anlayışını savunmakla yetinemez. Bu anlamda, islamcı bağnazlığa karşı mücadele hem gereklidir, hem de onun sınırları içinde kalındığında geriletici, köreltici bir yan taşır. Türkiye’deki kemalist aydınların bu kadar geri olmalarının önemli bir nedeni de, bu alanda takılıp kalmış olmalarıdır.

   Aydınlanmayla ilgili bir nokta daha var: bugünkü anlamıyla aydınlanma, dünya çapında yaşanan karanlığa biraz olsun ışık tutabilmektir. Son on yılda bir kere daha görüldüğü gibi ne din, ne kapitalizm, ne de Yeni Dünya Düzeni bu karanlığı ortadan kaldıramamış, tersine daha da koyu hale getirmiştir. İnsanlık şu anda karanlık içinde seçeneksizdir. Bu karanlığı aydınlatmaya çalışmayan, tersine iki-üç yüz öncesinin kavramlarıyla yetinen bir aydınlanma, belki yine bazı işlevler görebilir, ama fazla da işe yaramaz.

   Türkiye aydını aydınlanmanın üç boyutunu birden yaşamak zorundadır. Aydınlanmayı, aydınlanma eleştirisinden ve günümüzdeki işlevlerinden söz etmeden, sadece dinsel düşüncenin egemenliğine karşı çıkmaya indirgeyerek ele almak, onun işlevini önemli oranda azaltmak olur.

   Türkiye solundaki ikinci gelişme çizgisi, kemalizmin tümüyle yadsınmasıdır. Bu anlayışa göre, Anadolu Türklerinin tarihinde kemalizmin herhangi bir olumlu işlevinden söz edilemez. Cuntalar ve Kürtler bu ülkede Kemalizmin tartışılmasına, bırakalım sosyalizmi burjuva anlamda bile ciddi eksiklerinin olduğunun görülmesine önemli katkıda bulundular. Ama tarih –çarpık ta olsa- aydınlanmasına bu kadar yabancılaşmanın, onu bu kadar yadsımanın ne mantığı ne de geleceği vardır.

   Türkiye solunda kemalizm-sosyalzm ilişkisindeki üçüncü gelişme çizgisi, bunların arasında –daha doğrusu üzerinde- yer alır. Anadolu insanının tarihinde kemalizmin ilk yıllarındaki özelliklerinin gelişmesiyle sosyalizme ulaşılabileceği gibi düşüncelere de kapılmaz. Yine de bu anlayışın, tümüyle savunma ya da yadsıma anlayışlarında olduğu kadar biçimlenmiş olduğu söylenemez.

   Tanilli, entelektüel gelişmesinde, ilk çizgiden üçüncüsüne doğru bir yol izler. Kemalist için Osmanlı, neredeyse Türkün tarihindeki bütün kötülüklerin kaynağıdır. Fransızcadan “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi“ni çevirmesi bu konuda önemli bir örnektir. (Acıdır ama gerçektir, yabancılar Osmanlı tarihini Türklerden daha iyi bilirler.) Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrı bir devlettir, ama, kendi öncelinin önemli bazı özelliklerini de –kimini isteyerek kimini zorunlu olarak- almıştır. Osmanlı’yı bilmeyen Cumhuriyet’i anlayamaz.

   Kısa süre önce 6. ve son cildi “ 20. Yüzyıl: Yeni Bir Dünyanın Aranışında“ altbaşlığıyla yayınlanan “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası“, kısaca insanlık tarihini anlatır. Tanilli’nin bu büyük yapıtındaki bazı değerlendirmelere katılmayabilirsiniz, ama solcusundan sağcısına kendini biraz olsun bilgili sayan herkesin baştan sona okuması gereken bir yapıttır bu. Biz, dünya tarihinin bir parçasıyız ve ancak bütün zamanlarda ve bütün dünyaya bakıp, orada kendimizi görebildiğimiz oranda kendimizi anlayabilir, dahası kendimizi yeniden kurabiliriz.

   Sol, bu ülkeyi yeniden kurmaya adaysa ve bu adaylığın ciddiyetine en başta kendisi inanıyorsa, en başta –ne yazık ki halen çok az sayıda olan- kendi üreten insanını okumalıdır.

 

Avrupa ve Türkiye’de Yazın, Sayı 88, 1999.

Son Güncelleme: Perşembe, 07 Ağustos 2014 06:55