Şuanda 247 konuk çevrimiçi
BugünBugün5859
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13583
Bu ayBu ay13583
ToplamToplam10482007
Sağın entelektüelleri PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Salı, 09 Eylül 2014 19:48


1970’li yılların başlarında kapitalizmin günlerinin sayılı olduğuna gerçekten inanıyorduk ve böyle inanmamız için de yeterli neden vardı.

Sosyalist bloğun varlığının yanı sıra, bizim için daha da önemlisi, sömürge ve yeni sömürge ülkelerde yükselen kurtuluş savaşlarıydı. İki büyük sömürge imparatorluğu, Fransa ve İngiltere’nin imparatorlukları, çöküyordu. Çok sayıda Afrika ülkesi genellikle sert bir silahlı mücadelenin ardından bağımsızlığını kazanmış ve yeni yönetimler de yüzlerini sosyalizme dönmüşlerdi. Emperyalizm bu ülkeleri kendi çeperinde tutmaya çalışıyor, bu nedenle de tehlikeli gördüğü yönetimlere karşı harekete geçiyordu. Büyüklüğü ve yer altı kaynaklarıyla önemli bir Afrika ülkesi olan Kongo’da Lumumba’nın öldürülmesi ve Çombe’nin yerine geçirilmesi gibi…

Kıtanın en uzun ve kanlı savaşı Cezayir’de yapılmış ve bu ülke Fransa’dan bağımsızlığını kazanmıştı.

Küba devrimi vardı, Latin Amerika ülkelerindeki gerilla savaşları vardı, Vietnam’da (ek olarak Laos ve Kamboçya’da da) yenilen ABD vardı…

Batı ülkelerindeki 1968 de henüz yeni sayılırdı.

İnsanın yaşadığı dönemdeki tarihi bütün boyutlarıyla kavraması mümkün değildir, bunun için aradan zaman geçmesi, o döneme uzaktan bakılabilmesi gerekir. Belirtileri görebilirsiniz ama bunlar hangi oranda ağırlık kazanacaktır, bilemezsiniz.

1970’lerin başında her şey ABD’nin gerilediğini gösteriyordu ve bu doğruydu.

Bugünden bakıldığı zaman ise, buna en azından 25-30 yıl sonra bakıldığı zaman da diyebilirsiniz, 1970’li ve 1980’li yılların daha sonra egemen olacak neo liberalizmin hazırlandığı yıllar olarak görmek gerekir.

Bazı yazarlar bu döneme “ekonomik karşı devrim” yılları da diyorlar.

Karşı devrim, burada, tersinin gerçekleşmesi anlamındadır ve tersi gerçekleşen de 1930’lu yıllardan beri yürürlükte olan Keynesçi politikalardır.

Devletin ekonomiye yoğun müdahalesini gerekli gören, gelir dağılımının düzenlenmesinde devlete aktif rol veren Keynesçi politikanın üretimdeki karşılığı Fordizm (seri üretim, bant üretimi) idi. Sınıfsal anlamı ise, gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvazi ile işçi örgütlerinin (sendikaların) uzlaşmasıydı. Bu yıllar, sosyal demokrasinin özellikle yükseldiği yıllardır.

Devletin ekonomiye mümkün olduğu kadar az karışmasını, gelir dağılımını düzenlememesini, insan ilişkilerinin tümünün paraya çevrilebilmesini, eğitim ve sağlık dahil olmak üzere her alana özel sermayenin girebilmesini savunan liberalizm, keynesçiliğin tersidir. 1930’lu yıllardan başlayarak liberaller sistemli bir şekilde hazırlanırlar. Dönem onların dönemi değildir ve hazırlıkları da uzun sürer. “Thinking the unthinkable” (Düşünülemez olanı düşünmek) adlı kitap bu dönemi, 1931-1983 arasındaki “ekonomik karşı devrim”i düşünce temelinde anlatır.

Bu düşüncenin en önemli ismi Hayek’tir. Gerçi Chicago Okulu ve Friedman da vardır ama Hayek en öndeki isimdir. O kadar ki, neo liberalizmin ilk büyük uygulayıcısı Thatcher 1979’da yönetime geldiğinde “yıllardan beri görüşleriyle kendilerini aydınlatan” Hayek’e teşekkür etmiştir.

Bunu neden anlattım? Sağın önemli entelektüellerine dikkat çekmek için anlattım. Hayek’in düşünce olarak çok orijinal bir yanı bulunmayabilir. Sonuçta savunduğu, köken olarak Adam Smith’de bulunmaktadır. Hayek’in farklılığı sadece eski görüşleri güncelleştirmesinde değil, bunun nasıl hakim kılınacağı konusunda da çalışmış olmasıdır. Basına, öğretmenlere, aydınlara, kısacası görüşleriyle bir şekilde kamuoyunu etkileyen herkese yönelik yıllar süren eğitim çalışması…

Döneminin gelmesi için 50 yıl beklemesi gerekti, ama dönemi geldiğinde de hızlı bir gelişmenin sadece maddi temeli değil (Fordizmin bunalımı) fikri temeli ve bunun nasıl hayata geçirileceği de hazırdı.

Hayek, entelektüellerin önemi ve bir görüşün kademeli olarak nasıl yayılabileceği konusunda Gramsci’den çok şey öğrendiğini belirtir. Gramsci’nin bütün yazılarını okumuştur. Gramsci görece geç çevrildiği için, kesin bilmiyorum ama, bu amaçla İtalyanca öğrenmiş de olabilir.

Hegemonya (açık zora dayanmayan ve esas olarak açık zor dışı araçlarla ikna) nasıl kurulur ve sürdürülür? Bunu ilk ve yetkin olarak açıklayan Gramsci’dir.

Hayek, Keynesçiliğin ve Marksizmin düşünsel hegemonyasına karşı kendi hegemonyamızı nasıl kurabiliriz, sorusundan yola çıkar. Bunun için Gramsci’yi dikkatle inceler. Öğrendiklerine kendi katkısını da yapar ve yıllarca uğraşır.

Kıssadan hisse: hegemonya kurmak sola özgü bir durum değildir. Solun yöntemlerini alıp bambaşka amaçlar için de kullanabilirsiniz. Tıpkı tekelci kapitalistlerin diyalektik materyalizmi iyi bildikleri ve uyguladıkları gibi…

Bunlar yöntemdir ve değişik amaçlar için uygulanabilirler.

“Kargadan başka kuş, Marx-Engels-Lenin’den başka entelektüel tanımam” diyorsanız, bir şey diyemem tabii!

Aydından değil entelektüelden söz ediyorum ya da bilgiden bilgi üretebilen kişiden…

Sağın entelektüelleri bizde yok gibi bir şey ama başka ülkelerde hiç de öyle değil…

Kemalistlerin yararlanabilecekleri başka ülkelerden de olsa herhangi bir entelektüel bulunmuyor. Zaten ihtiyaçları da yok; bir kurmay subayı entelektüel sanıyorlar!

İslamcılarda ise durum böyle değil…

Bizde yok ama başka ülkelerden yararlanabilecekleri İslam entelektüelleri var (Seyyid Kutub gibi mesela).

İyi bir birikim düzeyine ulaştıktan sonra sağın entelektüellerini incelemek gerekir. Önce iyi bir birikim düzeyi diye belirtiyorum çünkü bu düzeye ulaşmadan incelemeye başlayanların hızla karşı tarafa geçmesinin örneklerini yaşadım.

Yıllardır sol bir kitle örgütünün yöneticiliğini yapmış kişi birden namaza başlıyor. Ne oldu buna böyle? Olan bir şey yok aslında… Birikimi çok zayıf ve karşı tarafın biraz kaliteli unsurlarıyla karşılaşınca aklı şaşıyor! “Bize İslam’ı yanlış öğretmişler” deyip namaza duruyor.

Nedenini bilmeden, üzerinde düşünmeden kendiliğinden ateist olmuş ve aynı kolaylıkla da bundan vazgeçebiliyor.

Bırak karşısındakini, kendi safındakileri bile çok sınırlı olarak okumuş; başka ne beklenir?

Ya kuru inanç temelinde gidecek, ki bu gidiş de artık iyice sırıtıyor, ya da saf değiştirecek…

1930’lardan başlayarak marksizme ve keynesçiliğe karşı hegemonya mücadelesi veren ve bunu sadece fikri temelde değil, bu hegemonya nasıl kurulabilir üzerinde düşünerek ve uygulayarak da veren Hayek’in yaptığı takdire şayandır.