Şuanda 381 konuk çevrimiçi
BugünBugün5937
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13661
Bu ayBu ay13661
ToplamToplam10482085
2300 yıl sonra anılmak... PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 23 Kasım 2014 11:39


Rastlantı sonucu bir kitap elime geçti. Aristoteles’in 2300. ölüm yılında kendisini anmak için düzenlenmiş bir sempozyumun bilgisini içeriyordu. Yıl 1978 ve yayınlandığı yayınevi de Almanya’nın Halle kentinde yani zamanın Demokratik Almanya Cumhuriyeti sınırları içinde… Kitap Marx ve Engels’in Aristoteles’i öven değerlendirmeleriyle başlıyor. Marx’ın değerlendirmesi özellikle ilginç… Aristo’nun felsefe, mantık, ahlak öğretisi, estetik, doğa bilimleri ve tarih konularında nesiller boyunca süren yaratıcı etkisinden söz ediyor ve kendisinin bu disiplinlerin birliği konusundaki rolünden söz ediliyordu.

            İnsanın aklına ister istemez hemen hepimizin okuduğu Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri kitaplarında Aristo’nun ne kadar geri ve ilkel anlatıldığı geliyor. Dilimizde de “Aristo mantığı” diye yanlış ve geri düzeyde mantık kurmayı anlatmak için kullanılan bir deyim bulunuyor.

            Aristo yaklaşık 1500 yıl Hıristiyanlık dünyasının belirleyici filozofu olarak görülmüş, sonraki yıllarda da yapıtları eski Yunancadan defalarca yeniden çevrilerek basılmış, düşünceleriyle ilgili olarak yazılmış ve halen de yazılan değişik dillerde çok sayıda yapıt bulunan bir düşünür…

            Eskiden beri felsefenin neden Helen dünyasından başlatıldığını, bu dönemin neden tarihte de önemli rol oynadığını düşünürdüm. “İnsanlık çok gelişti, ama temel sorular aynı kaldı” saptamasını bu dönemi biraz öğrenince doğru bulmamak mümkün değildir. Bu sorular da büyük oranda o dönemde sorulmuştur.

            Milattan önce 500.-300. yıllar döneminde Helen filozoflarının o günün çok sınırlı teknik olanakları içinde sordukları doğa bilimlerine ait sorular hayret vericidir. Bir insan evrenin sonsuz olabileceğini nasıl düşünebilir? Tarihteki ilk üniversiteyi o yıllarda Platon kuruyor ve değişik felsefi okullar arasında sürekli tartışma yürüyor.

            Akla şöyle bir soru gelebilir: aynı dönemde başka uygarlıklar da var. Mesela Helenlerle sürekli savaş içinde olan Persler… Onların insanlık tarihine katkısı yok mudur, varsa neden esas olarak Helenlerden söz ediliyor?

            Helenlerden söz edilmesinin en önemli nedeni, yaptıklarının önemli bölümünü yazılı olarak geride bırakmış olmalarıdır. Sadece yazmamışlar, farklı insanlar farklı yönlerden değerlendirmeler yapmışlar. Persler’de ise yazılı kaynak hem az hem de zamanın kralına –Darius gibi- yapılan övgülerle dolu; zamanın toplumsal yapısı ve başka özellikleri hakkında yeterince bilgi verilmiyor.

            Antik Çağ dünyasının toplumsal tarihini biraz öğrendiğiniz zaman bile, marksizmdeki kendini yönetme anlayışının buradan alındığını görebiliyorsunuz. Zamanın en önemli iki kent devleti, Atina ve Sparta köleci toplumlar… Kölelerin sayısı özgür vatandaşlardan fazla ve bu vatandaşlar kendilerini yönetecekleri seçiyorlar, pazar yerinde toplanıp tartışarak karar alıyorlar… Sparta gibi katı kurallarıyla bilinen bir kent-devletinde bile iki kral bulunuyor. Bunların adı kral, bildiğimiz krallıkla ilgisi yok… Her yıl seçilen bir kurul bunları denetliyor, mahkemeye verebiliyor ve işin ucu idama kadar gidebiliyor.

            Helen dünyasından başlayan taban demokrasisi uygulamasının ancak küçük topluluklarda gerçekleşebileceği, köleciliği kaldırıp gerisini aynı bırakarak çözüm üretilemeyeceği 20. yüzyıl tarihinde örnekleriyle görüldü. Paris Komünü gibi sınırlı bir alanda az sayıda insanı ilgilendiren bir deneyimi yerel demokrasi yönünden inceleyenler, sonraki yıllarda daha geniş alan ve daha büyük insan sayısı söz konusu olunca ortaya çıkan sıkıntılardan ve çıkmazlardan söz etmezler. 1918/19 Alman devriminde yerinden demokrasi anlayışı büyük sorunlarla karşılaştı. Bu dönem Leninist olmayan bir sosyalist, Anton Pannekoek, işçi sovyetleri deneyimini inceleyen yapıtlar vermiş ve bunlar “sosyal devrimle ilgili metinler” olarak yaklaşık 700 sayfalık bir kitapta toplanmış… Günümüzde Alex Demirovic gibi sovyetler, yerinden yönetim, çalışma demokrasisi gibi konularda görüş üretenler bu yazara referans verirler, mutlaka verirler. Bu kitap tabii ki Türkçeye çevrilmemiştir, başka ne bekliyordunuz!

            Pannekoek Hollandalı, bu ülkede ilk rasathaneyi kuran bir astronomi profesörü… Çok ilginç insanlar bunlar…

            Bizde de biliyorsunuz, yerel meclisler yıllardan beri kurulur ve çalışamadan sönüp gider. Son örneğini HDK’da yaşadık, başkaları da geliyor. Benzer bir örneği Almanya’da ÖDP’nin ilk yıllarında da görmüştük. Parti örgütlenmesine karşı meclis örgütlenmesi savunuluyordu ve bu örgütlenmenin boş bir söz olduğunu, pratikte karşılığının bulunmadığını görmek için fazla beklemek gerekmedi.

            Einstein, “Sürekli aynı şeyi yaparak farklı sonuç alacağını sanmak, aptallık göstergesidir” derken, sadece doğa bilimlerinde değil sosyal konularda da bu tür uygulamaları kastetmişti.

            Kadın meclisleri, bir bölgedeki halkın toplanıp tartışarak karar vermesi, yerinden yönetim gibi uygulamalar, yıllarca diktatörlükle yönetilmiş topraklarda büyük ilerlemedir, ama teoride savunulanın epeyce gerisinde kalındığı bir süre sonra görülecektir. Görüntü iyi ama gerçek işleyiş başka türlü yürüyor; zamanla bunu daha iyi görebileceğiz.

            Üstelik halka danışmak da her zaman iyi sonuç vermiyor. Bilinen örneği İsviçre’dir. Plebisit ya da önemli yasaların halk oylamasına sunulması veya yeni ve önemli bir yasa teklifinin plebisitle değerlendirilmesi bu ülkede eski bir uygulamadır. Bu imkanı iyi kullananlardan birisi de ırkçı gruplardır. Göçmenlere ve genel olarak yabancılara karşı büyük kısıtlamalar içeren yasa tekliflerinin plebisite götürülmesini isterler ve bazen bunda başarılı da olurlar.

            Başka bir örneği Gezi sonrasındaki forumlarda yaşadık. Yerel demokrasinin temeli olacağı varsayılan forumlar çalışmadı, bir süre sonra sönerek faaliyetlerine son verdiler.

            Konu büyük ve geniş tarihsel boyutunun da incelenmesi gerekiyor. Ülkelerin kendi içlerinde ve ülkeler arasındaki yoğun bağlantıyı dikkate alırsak, yerel demokrasinin ancak güçlü bir merkeziyetçilikle birlikte var olabileceğini, sorunun merkeziyetçiliğin kaldırılmasında değil, bunun etkin olarak denetlemesi için gerekli mekanizmaların kurulmasında olduğunu daha iyi görebiliriz.

            Teorik alıntılar yapmak yetmiyor, bir de bunların uzun bir zaman süresince ve değişik ülkelerde pratikte görülen karşılıkları bulunuyor. Demirovic’in Almanya solunun önemli teorik yayın organlarından Prokla’da çıkan ve sovyet deneyimini ya da türevlerini incelediği bir yazısında yaptığı saptama haklıdır: Sovyet deneyimi, Ekim devriminden önce de bütün devrimlerin başlangıcında bir süre görülmüş, sonra gerek karşı tarafın baskısı ve gerekse de uygulayıcılarının vazgeçmesi sonucu başarılı olamamıştır. Bu başarısızlık Sovyet anlayışını kutsallaştırmış ve eleştirilmemesini sağlamıştır.

            Sovyet yerine yerinden yönetim, meclis vb. de diyebilirsiniz. Bunlar güzel istekler ama uygulama sonuçlarına bakmadan güzel istek savunmakta ısrar etmek neye yarar?

            Yeniden yazının başına dönersek, konu Helen dünyası ve Aristo ile ilgilidir. Yerel demokrasi kent devletlerinde kölecilikle birlikte ilk kez bu dönemde ortaya çıkıyor ve tarih boyunca farklı örneklerle kendisini gösteriyor.