Şuanda 246 konuk çevrimiçi
BugünBugün5858
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13582
Bu ayBu ay13582
ToplamToplam10482006
Küba ve neden hep böyle oluyor? PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Salı, 06 Ocak 2015 10:20


Küba ile ABD arasında diplomatik ilişki kurulması için adım atılması solda, alışık olduğumuz üzere, bilgisizlikle karışık bir şaşkınlıkla karşılandı.  Bu şaşkınlığın önce küçük bölümünü inceleyelim:

ABD’nin Küba devriminin başından beri ya da 1959’dan beri süren devrimi yıkma çabasında yeni bir aşamaya girdiği tespit edildi.

Bu tespit doğrudur ama bunu söylemek anlam taşımıyor.

Avrupa Birliği (AB) ülkeleri yıllardan beri ABD’nin Küba’ya uyguladığı ambargoyu eleştiriyor ve ABD’nin böyle yaparak gerçekte rejimi desteklediğini belirtiyorlardı. AB ülkelerindeki hükümetlerin hiç birisi Küba’daki rejimin dostu değildi ve “bu iş böyle yapılmaz” diye ABD’yi defalarca uyardılar.

ABD Başkanı Obama da nihayet elli yıldan fazla zamandır uygulanan ambargonun sonuç vermediğini, başarılı olamadıklarını kabul etmek zorunda kaldı.

Buradan hareketle ABD politikasının başarısız olduğunu belirtmek hem doğrudur hem de tehlikelidir. Doğrudur, çünkü olan budur. Tehlikelidir çünkü Marksistler başarı kazanmayı pek severler ve ardından neyin gelebileceğini de düşünmezler.

Yakın tarihte örnek bulunuyor: Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) örneği…

Soğuk savaş yıllarında DAC bir süre ABD ve müttefikleri tarafından diplomatik olarak tanınmadı. Ardından DAC’deki rejimin yerleştiği görülünce politika değiştirildi ve bu konuda ilk adımı da DAC’nin en büyük rakibi Federal Almanya Cumhuriyeti ve üstelik de SPD iktidarı altında attı: DAC’yi tanıdı.

SPD iktidarının önemli isimlerinden olan Egon Bahr, sosyalist yönetimleri doğrudan karşıya almanın sonuç vermediğini, onlarla diyalog kurularak sonuca farklı yoldan gidilmesi gerektiğini savunuyordu ve öyle de yapıldı.

Borçla yaşayan DAC ekonomisi (Romanya dışında bütün sosyalist ülkelerin halktan gizli yapılan yüksek dış borçlanması vardı) için uluslararası bankalar ek borç vermeyince, Almanya’nın tanınmış gericilerinden Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi’nin o zamanki başkanı Strauss kefil oldu ve yeni borç bulundu. Bu kefillik karşılığında seyahat kısıtlamasının gevşetilmesi gibi bazı ödünler de alındı. Batı, sosyalist ülkelerle diyalogu kendi lehine çevirebildi.

ABD’nin çok geç kalarak da olsa yapmak istediği bu olsa gerektir. Karşımıza aldık sonuç alamadık, diyalog kurmalıyız ve amacımıza bu yoldan ulaşmaya çalışmalıyız.

Ne ki, bu diyalogun ciddi sorunları bulunuyor.

ABD’de sayısı bir milyonun üzerinde Küba kökenli yaşıyor. Bunlar arasında devrim öncesindeki burjuvazi de bulunuyor. Eğer günün birinde Küba’daki rejim yıkılırsa, 1959 öncesindeki Küba burjuvazisi adaya dönecek ve mallarını geri alacaktır. Bu nedenle de Küba’da çok sayıda insan evsiz kalacaktır denilebilir.

Benzer bir talep, DAC tarihten silindiğinde, FAC’ye katıldığında da gündeme gelmiş, 1945 öncesinde sonradan DAC bölgesi olan topraklarda malları bulunanlar bunları geri istemişlerdi. Hükümet bu talebi kabul etmedi, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular; o da kabul etmedi. Gerekçe şöyleydi: DAC bağımsız bir devletti. Onun devlet olarak yaptığı uygulamaları (kamulaştırmaları) geriye çevirmemiz mümkün değildir.

Tersi yönde bir karar alınsaydı, DAC artık bulunmasa bile o bölgede yaşayan halk ciddi tepki gösterirdi. Zaten o bölgede yüzde 20 civarında oy alan PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) vardı ve atılacak adımlarla bu partiyi daha da güçlendirmenin anlamı yoktu.

1959 öncesindeki Küba burjuvazisi adaya geri dönecek olursa böyle olmayacaktır.

Küba halkı bunu biliyor ve bu bilgi de sosyalist rejimin yıkılmasının istenmemesi için yeterli nedendir.

ABD’nin Küba’daki rejimi yıkması bu nedenle hiç kolay değildir.

Küba günün birinde sosyalist olmaktan çıksa bile, bu çıkış önceki örneklere benzemeyecektir. İnsanların çoğu günün birinde sosyalist olmaktan uzaklaşsa bile, en az iki kuşaktır sahip olduklarını 1959 öncesinin burjuvazisine vermeyeceklerdir.

ABD ambargosunun başarısız olduğunun kabul edilmesi fazla anlam taşımıyor ve hele de buradan “Küba başarılı oldu, kazandı” gibi sonuçlar çıkarmak anlam taşımıyor. Karşı koymakla eskisi kadar güçlü olunamayacak daha tehlikeli bir politika geliyor. Bu politika, 1970’li yıllarda Almanya sosyal demokrasisinin politikasıdır.

1917 sonrasında sosyal demokratlar, komünistlerle mecbur kalmadıkça bir araya gelmez, birlikte herhangi bir iş yapmazdı. 1970’li yıllardan başlayarak bu politika değişti: komünistlerle yan yana gelmek gerekir, diyalog gerekir. Bu diyalog çerçevesinde onları değiştirebiliriz, anlayışı hakim oldu.

Farklı koşulların birleşmesiyle gerçekten de böyle oldu, ama ABD’nin bu politikayı uygulayabileceğini hiç sanmıyorum. Sadece çok daha dikkatli olmak gerekiyor.

Asıl büyük şaşkınlık konusu, ikincisidir.

Küba’da küçük üretim tarımda ve hizmet sektöründe hızla gelişiyor. Devlet işletmeleri küçültülüyor, bazıları tasfiye ediliyor. Küba’da 1990’lı yıllardan beri zenginler ortaya çıktı ve gelir dağılımı gittikçe daha fazla dengesizleşiyor.

Küba’nın iki para birimi vardır: birisi pezo’dur, diğer para birimi ise ABD dolarına bağlıdır. Adı ABD doları olmasa bile gerçekte böyledir.

Zenginleşmenin iki kaynağı bulunuyor: birisi turizmdir. Bu sektörde çalışanların gelir durumu genellikle iyidir. Ek olarak önemli bir kaynak daha bulunuyor: ABD’de akrabası olanlardan gelen dolarlar… Herkesin orada akrabası bulunmuyor. Bugüne kadar ABD’den Küba’ya para gönderimi sınırlıydı ve bunun kaldırılması planlanıyor. Bu durum gelir eşitsizliğini daha da artıracaktır.

Daha önemli başka bir konu bulunuyor: neden hep böyle oluyor?

Bütün reel sosyalist ülkelerde tarım üretiminde sorun vardı. Lenin’e göre büyük tarım üretimi daha verimliydi ama bu tespit kapitalist ülkeler için geçerli olmakla sınırlı kaldı. Sosyalist ülkelerde tarımda küçük üretim, büyük üretimin yapamadığı kadar verimli oldu. Benzer bir durum bütün sosyalist ülkelerde facia denilecek kadar kötü işleyen hizmetler alanında da görüldü. Ancak küçük işletmeciliğe dönülerek bu alanda işlerlik sağlanabildi.

Küba da aynısını yapıyor. Raul Castro’nun başkanlığıyla başlayan reformların daha öncesine uzanan geçmişi bulunuyor.

Neden bütün reel sosyalist ülkeler aynı yola girmek zorunda kaldılar?

Devlet sektörünün küçültülmesi, merkezi planın oldukça esnekleştirilmesi, tarım ve hizmet sektörüyle giderek imalat sanayisinde küçük üretime izin verilmesi…

Geçmişte neredeyse bütün sosyalist ülkelerde olan budur.

Bu politika 1960’lı yıllarda sosyalist ülkelerde tartışılmış ancak bu tartışma bastırılmıştı. O yıllarda “böyle devam edemeyiz, edersek yıkılmamız kaçınılmazdır” diyenler haklı çıktılar ve tedbir almak için de artık çok geçti.

ABD’nin katı ambargosu olmasaydı Küba bu yola daha önce girerdi.

“Küba’da sosyalizmden uzaklaşılıyor” diye ağlaşmanın anlamı bulunmuyor. Küba halkı ağlamıyor ama bizdeki solun bir bölümü onların yerine ağlıyor.

Sırtlarında yumurta küfesi yok tabii…

Küba tüketilen yiyeceği büyük oranda ithal ediyor.

ABD dışında yiyecek ithal ettiği ülke çok…

En başta Kanada sayılabilir…

ABD yiyecek tekellerinin bu durum fena halde bozuldukları ve hükümetleri ambargonun gevşetilmesi için sıkıştırdıkları biliniyor.

“Burnumuzun dibindeki ülkeyle ticaret yapamıyoruz” derken haklılar tabii…

ABD ile ticaretin serbestleşmesi Küba’nın da işine geliyor çünkü böylece hem daha ucuza ithalat yapabilecek ve hem de ihracat için pazar aramak zorunda kalmayacak…

Ve soru hala yerinde duruyor: neden bütün sosyalist ülkelerde aynısı oldu ve oluyor?

Daha önce bizdeki marksist-leninistlerin bu soruyu sormaktan çekindiklerini, bunun yerine “sosyalizmden uzaklaşılıyor” gibi sonuçsuz söylemlerinden birisini daha tekrar etmeyi tercih ettiklerini düşünürdüm.

Kısa süre önce İonna Kuçuradi’nin bir söyleşisini okudum ve daha farklı düşünmek gerektiğini anladım. Kırk yıldan fazla zamandır hocalık yapan Kuçuradi, üniversite öğrencilerindeki önemli sorunlardan birisinin, olaylar arasında bağlantı kuramamak olduğunu söylüyor. Tek tek olayları biliyorlar ama bunlar arasında bağlantı kuramıyorlar.

Sosyalist ülkeler örneğine dönersek…

Her sosyalist ülke ayrı özelliklere sahipti ve bunlarda sosyalizmin çözülmesi ve yerini kapitalizmin alması da farklı oldu.

Farklı sosyalist ülkelerin yapısal özelliklerinde, bu ülkelerdeki rejimin çözülmesinde ve sosyalizm sonrası kapitalizmde, her ülke için farklı olan bu süreçte ortak çizgiler var mıdır?

Evet, vardır.

Hepsinde birbirine benzeyen sorunlar ortaya çıkmış ve benzer çıkış yollarına başvurulmuştur.

Neden hep aynı şey oluyor, sorusunu sormak bu kadar zor almasa gerektir.

Aynı soruyu, “sosyalizmde geriye dönüş mümkündür” saptaması için de sormak mümkündür.

Neden bütün sosyalist ülkeler birbirine benzeyen aşamalarda geriye (kapitalizme) dönüş yaptılar?

Önce hızla gelişerek sanayi ülkeleri durumuna geldiler ve ardından ikinci sanayi devriminde takılıp kaldılar, kapitalizmde elektronik ve otomasyon aşamasına geçemediler. Tarımda büyük sorunlarla karşılaştılar. İlk yıllarda iyi çalışan merkezi plan giderek ağır aksaklıklar göstermeye başladı…

Başka ortak özellikler de sayılabilir.

Küba’nın özel bir durumu var. Küçük bir ülke, ABD’ye çok yakın ve yıllarca SSCB’nin ardından araya giren zor bir dönemden sonra Venezüella’nın desteğine çok şey borçludur. Ama bu ülkede de benzer sorunlar vardı ve şimdi daha açık olarak ortaya çıkmış durumdalar.

Dahası, Küba, SSCB’nin dağılmasının ardından yaşadığı çok zor dönemi atlatıp görece rahatladıktan sonra aşamalı olarak merkezi planı gevşetmeye ve küçük üretimi serbest bırakmaya yöneldi.

Cumhuriyet’te Ergin Yıldızoğlu geç kalmış doğru bir soru soruyor: neden hep böyle oluyor? Bu soruya cevap aranması gerektiğini belirtiyor.

Haklı ve en azından neyin çalışmadığını bulmak da o kadar zor değil…

SSCB’de Stalin döneminde kurulan yapı bir dönem büyük başarı sağladı, ülke yarı feodal toplumdan sanayi toplumuna geçti. O yıllara kadar modernleşmenin sadece kapitalist yoldan yapılabileceği sanılırdı, SSCB pratiği bunun başka yoldan, sosyalist modernleşmeyle olabileceğini de gösterdi. 1945 sonrasında benzer bir yapı bütün sosyalist ülkelerde kuruldu. Çin Halk Cumhuriyeti’nde başarısızlık yaşandı ve bu ülke kendi gelişme yoluna yöneldi. Daha sonra komünist partisi önderliğinde kapitalizme yönelecekti…

Sovyet modeli 1960’lı yıllardan başlayarak artan oranda teklemeye başladı. Kapitalizm 1970’li yılların ikinci yarısında ve özellikle 1980’li yıllarda “üçüncü sanayi devrimi” aşamasına girerken, reel sosyalizm çaba göstermesine rağmen bunu yapamadı, sonuçta yenildi ve çözüldü.

SSCB’de 1950’li yıllara kadar, içinde önemli zaaflar da barındırmakla birlikte, yaşanılan büyük başarıyı tekrarlamakla yetinmek, 1980’li yıllardan başlayarak kapitalizmde yaşanılan değişimi görmemek, sosyalizmin üretici güçlerin geliştirilmesinde artan oranda geride kalmasına ve bunun sonuçlarını dikkat çekmeyerek hiçbir yere varılamaz. Nitekim varılamadı da… Sadece kişilerin kendini ikna etmesine yarayan etkisiz değerlendirmeler yapılabilir, ilerisine gidilemez.

Reel sosyalizm, marksist sosyalizm değildi ve olamazdı da…

Marksist sosyalizm teorisinde, güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşamak zorunda olan sosyalizm söz konusu değildir. Marksist sosyalizm teorisi hiç uygulanamadığı için, eğer uygulanabilseydi başarılı olur muydu, bilinmez, ama bundan sonraki anti kapitalist rejimlerin de reel olacakları söylenebilir. Güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşamak zorundadırlar. 20 yüzyıl sosyalizmi nasıl yaşayan kapitalizmi etkilemiş ise, bunun tersi de doğrudur. 20. yüzyılda kapitalizm de sosyalizmi güçlü bir şekilde etkilemiştir. Bu doğaldır ve bundan sonra da böyle olacaktır.

Buradan şu sonuç çıkar: sosyalizmin ya da anti kapitalizmin, kapitalizmden tümüyle ayrı, tamamen kendine özgü yasaları olamaz. Güçlü bir karşıt sistemle birlikte yaşamak zorundasınız, onu etkileyeceksiniz ve etkileneceksiniz. O sistemle birlikte yaşamayı beceremiyorsa, sosyalizm için gelecek de yok demektir. Ya dünya devrimini beklersiniz ya da Marx-Engels-Lenin’den (bazıları için Stalin ve Mao da eklenebilir) alıntılar yapmakla yetinirsiniz.

Anti kapitalist mücadelede yer alanlar yanlış yapabilirler…

Ne ki, sosyalist ülkelerin tarihini öğrenmekten sürekli kaçınan, “1956’de Kruşçev ile birlikte revizyonizm hakim oldu” gibisinden kolay çözümlere kaçan ve sonuçta alıntılar aktarmakla sınırlı kalanlar, yanlış bile yapamazlar.

Küba yöneldiği yeni yolla anti kapitalist rejimi ayakta tutabilecek mi, bilemeyiz.

Bilinmesi gereken, büyük sorunların varlığını ve bu yeni yolun mecburiyetini anlamaktır.

Küba halkı yerine ağlayanlar, kendi durumlarına ağlasalar daha iyi olur!