Şuanda 257 konuk çevrimiçi
BugünBugün5866
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13590
Bu ayBu ay13590
ToplamToplam10482014
Genelden Yunanistan özeline Syriza (1) PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 01 Şubat 2015 21:04


Başlık yazının içeriğini de anlatıyor. SYRIZA genelde yıllardan beri süren gelişmenin Yunanistan özelinde ortaya çıkan biçimidir. Ne Yunanistan’a ne de Avrupa’ya özgü değildir. Son birkaç yılda da ortaya çıkmamıştır.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ve Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin sona ermesinin ardından, 1991’de SSCB dağıldı. Bu yıllardan başlayarak değişik ülkelerdeki komünist partilerinin üye sayısında büyük azalma görülür. Örnek vermek gerekirse, Almanya Komünist Partisi’nin (DKP) üye sayısı 40 bin kişiden dört bin kişiye iner. Ayrılanların bir bölümü bağımsız kalır, bir bölümü sosyal demokrasiye gider, kalanı ise yeni sol partilere yönelir.

Yeni sol partilerin (SYRIZA dahil) üyeleri arasında çok sayıda komünist partisinden ayrılmış insan bulunuyor. Eskiden KP üyesi olmak başka bir deyişle komünist ve marksist olmak, yıllarca bu özelliğin sürdürüleceği anlamına gelmez. Ayrılanların bir bölümü artık komünist ve marksist değildir, ama soldadır. Bir diğer bölümü ise kendisini yine komünist ve marksist olarak görmektedir ama eskisi gibi değillerdir. Ayrıldıkları partilerdeki komünist ve marksistlere benzemezler.

Marksizm genel bir isimlendirmedir, tıpkı komünist gibi… Hangisi diye sorulması gerekir. Nasıl Müslüman demek genel bir isimlendirme ise ve insana ancak genel bir fikir verirse, benzeri bir durum Marksizm ve komünizm için de geçerlidir.

İçinde komünist ve marksistlerin de bulunduğu ama marksist veya komünist olmayan sol partiler ortaya çıkar. Bu insanlar kendi kimlikleriyle o partinin içindedir, komünist ve marksist olmayan solların da aynı partide bulunması gibi…

Bu partilerde bulunanların yaptıkları ilk işlerden bir tanesi, 20. yüzyıldaki komünist pratiğin değerlendirilmesidir. Bu konuda tam bir anlaşma olduğu söylenemez ama üzerinde anlaşılan konu, bu pratiğin değişik yönlerinden uzak durulmasının gerektiğidir.

“Karşı devrim oldu” türünden içeriği belirsiz genel değerlendirmeler yapılmaz. Eski KP’lerde kalanlar bu tür değerlendirmelerden uzaklaşamazken, ayrılanlar yaşanılan büyük değişimin ve sosyalizmin çözülerek dağılmasının iç dinamiklerine özellikle dikkat çekerler.

Halk yaşanılan sosyalizmi istemiyordu. Neyi ne oranda istemiyordu; bu konuda farklı görüşler bulunmakla birlikte, sosyalizmin dağılmasında iç dinamiğin belirleyici olduğu vurgulanır.

İlk büyük ayrılık konusu, yaşanmış büyük deneyin, 20. yüzyıl sosyalizminin değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmenin ardından bir bölüm insan marksizm ve komünizm düşüncesinden uzaklaşır ve solda başka arayışlara yönelirken, başka bir bölüm yine komünist ve marksist olarak kalır ama artık bu düşünceyi eskisinden oldukça farklı yorumlamaktadır.

Komünist partilerinin bir bölümü (DKP gibi) ayrılanlara karşı daha yumuşak bir ifade kullanırken (istersen kullanma, üyelerin yüzde 90’ı ayrılmış), Yunanistan Komünist Partisi (KKE) gibileri ise ayrılanları ama solda kalanları oportünist, revizyonist, burjuvazinin yeni işbirlikçileri olarak görür.

Bu suçlamalar biraz ajitasyonla sorunların üzerine örtmeye ve biraz da durumu kurtarmaya yöneliktir. Eski sosyalist yeni kapitalist ülkelerdeki burjuvazinin büyük bölümü eski KP üyesidir, önemli bölümü de sorumluluk taşımış üyelerdir. Burjuvazinin yeni işbirlikçilerini arıyorsan öncelikle eski SBKP’ye ya da şimdiki Çin Komünist Partisi’ne bakmak gerekir. Tüzüğünü değiştirerek artık zenginleri de üye kabul eden ÇKP’ye…

SBKP ve ÇKP komünizmin iki büyük örneğidir. Birisinin varlığı sona ermiştir, diğeri halen yaşamaktadır. KP’lerden ayrılanların önemli özelliklerinden bir tanesi de, SBKP’nin mirasına sahip çıkmamalarıdır. Bu parti 20. yüzyıl tarihinde önemli rol oynamış olmakla birlikte, geldiği yer de ortadadır. Gelinen yere birdenbire varılmadığı gibi, bu geliş oportünist yöneticilerin işi de değildir. 1960’lı yıllardan başlayarak sosyalist kuruluşun ileriye götürülmesinde yaşanılan fiyaskoyla ilgilidir. Kapitalizmi yıkmakta büyük başarı gösteren komünistler, bunun yerini alacak alternatif bir rejim kurmakta sağladıkları ilk başarıların ardından artan oranda çıkmaza girerler. Bu çıkmaz da birdenbire ortaya çıkmamış, Stalin çizgisi olarak da adlandırılan başarılı dönemin iç yetersizliklerinin gelişmesiyle şekillenmiştir.

Dahası, değişik sosyalist ülkelerdeki komünistlerin bir bölümü 1960’lı yıllardan başlayarak gidişatın hiç de iyi olmadığının farkındaydı ve bu yıllarda sosyalizmin geleceği konusunda önemli bir tartışma yaşandı. Bu tartışma öğrenildiğinde, 1989-1991’de yaşanılan çözülmenin hiç de şaşırtıcı olmadığı görülür.

Buradan çıkarılması gereken önemli sonuç şudur: reel sosyalizmin ya da 20. yüzyıl sosyalizminin sorunları Marx-Engels ve Lenin’den alıntılar yapılarak öğrenilemez. Sonuçta bu insanlar o sosyalizmi yaşamamışlardır, Lenin ancak ilk dönemini yaşamıştır. O dönemi yaşayan ve dağılma olduktan sonra da solda kalan insanlar bu dönemin en iyi değerlendirmesini yaparlar.

Tahmin edilebileceği gibi bir bölüm komünist bu insanların söylediklerinden hiç hoşlanmaz ve onları yok sayar, ama yok saymakla bu sorunlar da ortadan kalkmaz.

Bu satırların yazarı reel sosyalizmin ve genel olarak sosyalist teorinin sorunlarını bu insanlardan öğrenmiştir. Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) yaşayan sosyalizmin en ileri örneği sayılır ve hatta “sosyalizmin vitrini” olarak adlandırılırdı. Sosyalist ülkeler arasında üretici güçlerin en gelişmiş olduğu ülkeydi. DAC, kapitalist ülkelerdeki örneklerine göre geri de olsa bilgisayar ve robot yapabilen tek sosyalist ülkeydi. Burjuva demokratik devrimi yaşamış bir geçmişten geldiği için feodalizmin kalıntılarına bile sahip değildi (nazi geçmişin sorunları vardı, bunlara sonra değineceğim).

DAC’de beş yıllık planı hazırlayan komisyonun ikinci başkanı Sigfried Wenzel ve ülkenin önemli ekonomistlerinden olan Harry Nick’ten sosyalizmin ekonomik sorunlarını duyduğum zaman hayretler içinde kalmıştım. Sosyalizmin ekonomik sorunu olabilir miydi?

Benim kuşağım ve bu kuşağın öncesi ve sonrası sürekli olarak kapitalizme özgü ekonomik sorunların (işsizlik, yoksulluk, pahalılık gibi) sosyalizmde olmayacağını öğrenmişti. Bu doğruydu, bu sorunlar sosyalist ülkelerde yoktu, ama bu durum başka ekonomik sorunların olmadığı anlamına gelmiyordu. Sosyalizmin, kapitalizminkinden farklı, kendine özgü sorunlarının olduğunu öğrenmek şaşırtıcı olmakla birlikte açıklayıcıydı. Bu sorunları öğrenmeye başlamak, sosyalizmde yaşanılan çözülmenin komplolar ve oportünist yöneticilerle açıklanamayacağını anlamaya başlamanın başlangıcı sayılır. Reel sosyalizmde şimdiye kadar bilmediğimiz, kapitalist ülkelerdekinden farklı ekonomik ve toplumsal sorunlar vardı. Bunlar çözülemeyerek birikmiş ve 1989-1991 gelmişti.

Ardından DAC tarihinin büyük ekonomisti, Federal İstatistik Dairesi Başkanı Fritz Behrens’in tanınması gelir. İnsan 1960’lı yıllarda otuz yıl sonrasını ancak bu kadar açık görebilir: hızla gelişen DAC ekonomisine rağmen, “böyle devam edersek kaçınılmaz olarak çökeceğiz” diyen ve görevden alınan Behrens’in görüşleri yine de derin iz bırakır. DAC’de iktidarda olan Sosyalist Birlik Partisi’nin Genel Sekreteri Walter Ulbricht, Kapital’in ilk cildinin yayımlanmasının 100. yılında yaptığı konuşmada (1967) marksist sosyalizm teorisinden ayrılmanın ilk işaretini verir. Ulbricht’e göre sosyalizm, komünizmi hedeflemekle birlikte, onun ilk aşaması değildir; kendine özgü yasallıkları olan bir toplumdur. Tahmin edilebileceği gibi ortalık birbirine girer ve SBKP’nin de müdahalesiyle revizyonist görüşleri olan Ulbricht görevi bırakır. Yerini “eski hamam eski tas”ın savunucusu Eric Honecker alır.

Ulbricht, kapitalist ülkelerde belirtileri görülen üçüncü sanayi devriminin ya da zamanın sosyalistlerinin kullandığı deyimle “bilimsel teknolojik devrim”in önemine vurgu yapan ilk genel sekreterdi. Sosyalist ülkelerin bu devrimi yapmak zorunda olduklarını ve bunun için de önemli değişikliklerin gerektiğini savunmuş ve “bunu anlamayan hiçbir şey anlamamıştır” diye de eklemişti.

Kendisine cevap olarak, “kapitalizmin bilimsel teknolojik devrim yapabilecek kapasiteye sahip olmadığı, gerici bir toplumsal ekonomik sistemin bunu yapamayacağı” söylenmişti.

Yirmi yıl kadar sonra gerçek görüldüğünde ise artık çok geçti.

Tarihsel materyalizmde toplumlar üretici güçlerin gelişme düzeyine göre sınıflandırılır. Üretici güçlerin en gelişmiş olduğu toplum, daha ileri toplumdur.

Sosyalizmde üretici güçler kapitalizmden daha gelişmiş olacaktır saptamasına uygun olarak sosyalist ülkelerde “kapitalizme yetişmek ve geçmek” temel hedefti.

Şöyle de söylenebilir: sosyalist ülkelerin üstünlüklerini gösterebilmeleri için emek üretkenliğinde gelişmiş kapitalist ülkelerden mutlaka daha ileride olmaları gerekmeyebilirdi; ne ki, üretici güçlerin gelişmesi konusundaki farklılık çok büyük olunca, çözülme kaçınılmaz olarak ortaya çıkar.

1989’da üretici güçlerin en gelişmiş olduğu sosyalist ülke olan DAC’de ulaşılan seviye, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin yüzde 40’ı kadardı. Bu konuda SSCB ile ABD arasında yapılacak karşılaştırmada ortaya çıkan farklılık daha da büyüktü.

Sosyalizmle ilgili tabularınız yıkıldığı zaman gerçek durumu –yine de süreç içinde- daha iyi görmeye başlıyorsunuz.

Hatırlayacaksınız, Marksistler ekoloji üzerine çok laf etmişler ve çevre sorunlarının kapitalizme özgü olduğunu savunmuşlardır. Gerçekte ise sosyalizmde de büyük çevre sorunu vardı. Çernobil bunun tek örneği değildi, ona gelinceye kadar daha neler vardı.

Sosyalist ülkelerden geçerek Karadeniz’e dökülen Tuna nehri akan bir lağıma dönüşmüş, Aral gölü önemli oranda kurumuş, Özbekistan’da toprak aşırı gübreleme sonucu verimsizleşmiş, Bulgaristan’ın sanayi merkezi Pilovdi’de havadaki kurşun oranı normalin çok üzerine çıkmıştı.

Hızla sanayileşmek, kapitalizme yetişmek ve onu geçmek çabasıyla yapılan üretim doğayı mahvetmişti.

Resmi gerçekle varolan gerçek arasındaki bu uyumsuzluk, sosyalist partileri yalana yöneltmişti. Yalan aracılığıyla varolanla resmi olarak açıklanan arasındaki çelişkiyi kapatmaya çalışıyorlardı.

Bulgaristan Komünist Partisi’ne göre hava kirliliği yoktu, ama gerçek ortaya çıkmasın diye hava kirliliğiyle ilgili rakamlar “devlet sırrı” gerekçesiyle açıklanmıyordu.

Hava kirliliğinin düzeyini anlamak için nefes almak yeterliydi, rakamlar olmadan da anlaşılıyordu.

Honecker döneminde iflasın eşiğine gelen DAC ekonomisi, Federal Almanya hükümetinin kefil olmasıyla uluslar arası bankalardan borç alıyor ve bu durum halktan gizleniyordu.

Romanya dışında bütün sosyalist ülkelerin yüksek dış borcu vardı ve bu durum ancak 1989 sonrasında ortaya çıkacaktı. Sosyalist ülkelerde halkın sahip olduğu ileri sosyal standartlar ancak halktan gizli yapılan yüksek dış borçlanmayla sürdürülebilmişti.

Sosyalist ülkeler ürettiklerinden fazlasını tüketiyordu, teoride tersi savunuluyordu ama yeterince üretilemiyordu.

Bu ise benzeri şimdiye kadar görülmemiş yeni bir sorundu.

Kapitalist ülkelerde piyasada mal bolluğu vardır ama insanlarda bunları alabilecek ekonomik kaynak bulunmamaktadır.

Sosyalist ülkelerde ise insanlarda para vardır ama piyasada gerekli malı bulmak hayli zordur. Harcama imkanının kısıtlı olduğu bir durumda insanların yeterli gelirinin olması neye yarar, diye sorulmalıdır.

Liste uzatılabilir ama bunların görülmesi çok sayıda insan için KP’lerden ayrılmanın, marksizmden uzaklaşmanın ama solda kalmanın, farklı seçenekler aramanın çıkış noktası olmuştur denilebilir.

Yazının ikinci bölümünde solun farklı çehresi ve bunun pratik görünümleri üzerinde durulacaktır.