Şuanda 290 konuk çevrimiçi
BugünBugün5882
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13606
Bu ayBu ay13606
ToplamToplam10482030
Marksizm ve geçmişten kurtulmak PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Çarşamba, 11 Şubat 2015 07:38


20. yüzyılda komünist düşünce ve pratik 1914 ve 1989’da iki büyük çöküntü yaşadı.

Marksistler kendilerini avutmakta becerikli oldukları için bu çöküntüleri, “ama bunlar teorinin yanlışlığını göstermez” diyerek açıklayabilirler. Kendinize gösterdiğiniz bu toleransı başka teorilere neden göstermiyorsunuz? Hiçbir teori, teorik olarak insanlık hakkında kötü şeyler istemez. Liberalizm de böyledir, Nazizm bile böyledir. Tümündeki söylem aynıdır: şöyle yapılırsa insanlık için iyi olacaktır, güzel bir gelecek yaşanacaktır, denilir. Bu durumda zorunlu olarak kısa değil ama uzun pratiğe bakılması gerekir. Teori o pratikte hiç de iyi sonuçlar vermemişse, başarısız pratiğin teorik sonuçları da olacaktır. Teori ve pratiğin birliği herkes için geçerlidir, öyle değil mi!

1914 ve 1989 sembolik iki tarihtir ve o tarihlere gelininceye kadar önemli birikim yaşanmıştır.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması –daha öncesinde Polonya ve Macaristan’da önemli değişmeler olmuştu- ve bunun ardından da Çekoslovakya, Bulgaristan ve Romanya’daki reel sosyalist rejimlerin devrilmesi, sonra sıranın Arnavutluk’a gelmesi ve 1991’de de SSCB’nin dağılması… Başka bir deyişle 20. yüzyıl tarihini güçlü şekilde etkilemiş olan reel sosyalizmin tarih sahnesinden çekilmesi sadece iki yıl sürdü. Çin Halk Cumhuriyeti zaten 1979 yılından itibaren kapitalizme yönelmişti.

Reel sosyalizmin tarihi bilinmediği durumlarda, 1989 için değişik efsanelere dayanarak açıklama bulmaya yönelmek neredeyse kaçınılmazdır. Sorumluluğu Gorbaçov’a, Brejnev’e ya da Stalin’e yükleyebilirsiniz ama yapacağınız bu sözüm ona açıklama, açıklamadan daha fazla soruyu gündeme getirecektir.

Tarih kişilerle açıklanmaz denilmiştir ama insanın işine öyle geldiğinde bunu hemen unutulur.

1914 ve 1989’da, 20. yüzyılda komünist düşünce ve pratiğin yaşadığı iki çöküşteki ortak nokta; dönemin marksizm temsilcilerinin büyük oranda burjuvazinin safına geçmesidir. Burjuvaziye karşı olmak, onunla savaşmak ve onun safına geçmek; komünistlerin 20. yüzyıldaki bu diyalektik özelliğine ne kadar dikkat çekilse azdır.

Bugüne kadar reel sosyalizmin tarihi ve 1989’a nasıl gelindiği hakkında fazlasıyla yazdım. Bu yazıda 1914 üzerinde durmaya çalışacağım.

O yıllarda komünist partileri sosyal demokrat adını taşırdı. Sosyal demokrasi 20. yüzyıl başlarında Avrupa ve Rusya ile sınırlıydı. En büyük temsilcisi de Almanya’daki sosyal demokrat partiydi. Bu partinin önderi Karl Kautsky dönemin komünist hareketinin dünya çapındaki bir numarasıydı denilebilir.

Lenin, Ne Yapmalı’da, “işçi sınıfına politik bilinç dışarıdan iletilmelidir” görüşünü Kautsky’den aldığını belirtir. İşçi sınıfının örgütlenmesi ve bilinçlendirilmesi konusunda en tecrübeli parti Almanya sosyal demokratlarıdır.

Bu partiye ne olmuştu da Meclis’teki sosyal demokratlar grubu iki kişi dışında –Liebknecht ve Luxemburg- savaş kredilerini kabul ederek savaşta kendi burjuvazisini desteklemişti? Kautsky de savaşta kendi burjuvazisini destekleyenler arasındaydı ve bunun teorisini yapıyordu.

Lenin, uluslar arası işçi hareketinin büyük önderi Kautsky’nin, “dönek Kautsky”ye dönüşmesinin ve Almanya sosyal demokrasisinin, işçi sınıfının bu en büyük partisinin burjuvazinin safına geçmesini özellikle işçi aristokrasisi bağlar:

Burjuvazi sömürgelerden elde ettiği kazancın bir bölümünü işçilere dağıtarak işçi aristokrasisi oluşturmuştur.

(Bu saptama pek doğru değildir çünkü Almanya’nın çok az sömürgesi bulunuyordu. Almanya’da işçi aristokrasisi vardı ama bunun nedeni sömürgeler değildi.)

İşçi aristokrasisi, bu kesimin temsilcilerinin sosyal demokrat partide bulunması, legal çalışma şartlarının getirdiği rahatlık ve buna benzeyen faktörler partinin savaş kredilerini desteklemesi sonucunu vermişti.

Bu açıklama doğruları da içermekle birlikte hayli yetersizdir.

İşçilerin neredeyse koşarak savaşa gitmesi ve sosyal demokrat meclis grubunun büyük çoğunluğunun savaşı desteklemesi sadece işçi aristokrasisine bağlanamaz.

Sosyal demokratlar savaşı destekleme tutumlarını savunurlarken, bunu, işçi kitlesinin böyle istemesine dayandırırlar. Doğrudur, sadece Almanya’da değil işçi sınıfının örgütlü olduğu bütün ülkelerde bu sınıf savaşı istiyordu ve az sayıda komünistin karşı propagandasına da aldırmadan neredeyse koşar adım savaşa gidecekti.

Alman işçi sınıfının savaşı savunması ve asker olarak savaşa koşarak gitmesini sosyal demokratların savaşı desteklemesine bağlamak doğru değildi. Doğru olan, Almanya’da ve diğer kapitalist ülkelerde yıllardan beri yükselen milliyetçilik ve sosyal demokratların (komünistlerin) de buna karşı bir şey yapmamış olmasıydı.

Neden yapsınlar?

Üretim araçlarında özel mülkiyet kaldırılınca bütün sorunlar çözülecekti.

Üst yapı da alt yapıyı etkilemekle birlikte sonuçta alt yapıya bağlı olduğu için milliyetçilik gibi burjuva görüşleri üzerinde durmak gerekmezdi.

Ne ilginçtir ki, 50 yıl kadar sonra Marksistler dünyanın önde gelen milliyetçileri arasında yer alacaklar ve çok sayıda sömürge kurtuluş savaşına önderlik edeceklerdi. Sömürge olmaktan kurtulmak, ulus olmak, bağımsızlık kazanmak milliyetçilik olmadan mümkün değildir. Buradaki milliyetçilik, saldırgan ulus milliyetçiliğinden farklıdır.

Milliyetçiliğin şu veya bu yönüyle işçi sınıfını ve emekçileri derinden etkilemeyeceğini sanmak, o dönem marksizmine özgüdür.

Lenin de, birazdan göreceğimiz gibi, farklı yönlerine rağmen, sonuçta bunun dışında değildi. 15 yıl kadar sonra aynı anlayış sonucu olarak komünistler nazizmi anlamakta ciddi olarak zorlanacaklardı. O yıllarda SBKP’den sonra ikinci büyük parti olan Almanya Komünist Partisi şöyle düşünüyordu: “Ekonomik kriz koşullarında ancak komünistler iktidara gelebilir, Naziler değil…”

Naziler burnundan kıl aldırmayan komünistleri hem sandıkta hem de sokakta yenerek iktidara geldiler. (Ayrıntılı bir analiz için www.enginerkineryazilar.wordpress.com daki politik psikoloji başlıklı iki yazıya bakınız.)

Nazizmle ilgili değerlendirmeler sonraki yıllarda Marksizmlerin doğmasının hızlanmasına neden oldu denilebilir.

Marksizm değişik yönlerde genişletildiği oranda farklılaştı, Marksizmlerin sayısı arttı.

Burada bir parantez açıp, ülkemizdeki bazı marksist-leninistlerin ulusalcılığı üzerinde kısaca duralım. Onlara göre, milliyetçilik ve ulusalcılık ayrıdır. Ulusalcılık, ulusun –daha doğrusu o ulusa ait olan emekçilerin- iyi konumda olmasını savunur. Başkalarını ezmeye ve saldırganlığa yönelmez.

Bu anlayış bizde tutmaz çünkü:

Birincisi: Atatürk’ün adıyla anılan cumhuriyet projesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu ülke “muasır batı medeniyeti”ne ulaşamayacaktır. Bizde yaşanılan 68 hareketi aynı projeyi sosyalist temelde ileriye götürmeye çalıştı, başarılı olamadı. Ulusalcılık, ölmüş bir projeyi canlandırma çabasıdır ve zemini yoktur.

İkincisi: Türkiye alt emperyalist bir ülkedir ve dünyada ön plana geçme çabasını farklı bir zeminde sürdürmektedir. Ulusalcıların bunu anlayabildikleri söylenemez. Osmanlı’ya karşı Cumhuriyet’i savunarak çıkamazsınız, bu durumda kaybetmeye mahkumsunuz, çünkü Cumhuriyet projesinin kaybettiği yıllar önce ortaya çıkmıştır.

Kürt hareketini dikkate almasanız bile, Cumhuriyetin idealini sosyalist temelde yeniden oluşturmak, “tutunacak dal” değildir. 1968’de denenmiş, başarılı olamamıştır.

Devam edelim…

Lenin’e kadar marksizmin iki çeşidi vardı denilebilir: Bernstein ve Kautsky çizgileri…

Bernstein, o da kendisini marksist olarak görüyordu, çizgisine karşı Kautsky ve Luxemburg açık tutum almışlardı. Lenin de bu çizgiyle birlikteydi.

Rusya’da Bolşeviklerle Menşevikler arasında demokratik devrim ve parti anlayışı konusunda farklılık ortaya çıkmakla birlikte, bu farklılık 1917’ye kadar görece geri plandaydı denilebilir.

Marksizm’de yeni bir çizginin, yeni bir anlayışın ortaya çıkması, 1917’de Nisan Tezleri ile başlar. Leninist devrim anlayışı Nisan Tezleri’nde ifadesini bulur da denilebilir.

Lenin, kendi düşüncesinde önemli değişiklikler yapabiliyordu.

Nisan Tezleri’nde devrim anlayışı değişir. Daha önce, bir devrimin alt ve üst yapıdaki görevleri bütün olarak ele alınırdı. Demokratik devrim demek; feodalizmin yıkılması ve iktidarın –koşullara göre- burjuvazi ve köylülük veya işçi sınıfı ve köylülük tarafından ele geçirilmesi demekti. Bu devrimin ana görevi, feodalizmin tasfiyesi ve toprak devrimiydi.

Lenin 1917 Şubat Devrimi’nde devrimin alt ve üst yapısının birbirinden ayrılabileceğini görür. Çarlık iktidardan uzaklaştırıldığı için demokratik devrim politik olarak tamamlanmıştır ama alt yapıda henüz bir şey yapılmamıştır. Bu durumda yapılması gereken demokratik devrimin alt yapı görevlerinin tamamlanması için çalışmak değil, sosyalist devrime doğru ilerlemektir. Sosyalist devrim, demokratik devrimin eksik bırakılmış yanlarını da tamamlayacaktır ve bu yanlar başka türlü de tamamlanamaz.

Rusya’da sosyalist devrim anlayışına Kautsky, Luxemburg ve Menşevikler karşı çıkarlar ve Lenin’i marksist olmamakla suçlarlar. O zamana kadar geçerli olan marksizm anlayışına göre Lenin marksist olamazdı. Gerçekten de öyle! Marksist devrim tanımına göre, üretim ilişkileri üretici güçlerden geri kalır ve onları cendereye sokar ve yeni üretim ilişkilerinin ya da yeni üst yapının oluşmasının yolunu açar. Rusya’da ise sosyalist devrim olması durumunda, üretim ilişkileri üretici güçlerin hayli önünde olacaktı ve bu durum yıllarca sürecekti. Üst yapı sosyalist (sosyalist iktidar var), alt yapı ise yarı feodalizmden yeni kurtulmuş ya da az gelişmiş kapitalizm… Marksizm’de alt ile üst yapı arasındaki dengesizlikte ilk yön daha ileri yön olarak ağır basarken ve devrimle bu durum düzeltilirken, Rusya’daki sosyalist devrimle tersi gerçekleşiyordu ve alt yapının üst yapıya yetişmesi yıllarca sürebilecekti.

Lenin bu tersliğin geçici olarak çaresini bulmuştu ve Rusya’da devrimin Avrupa devrimini hızlandıracağını savunuyordu. 1920’li yıllarda durumun böyle olmadığı anlaşılınca Lenin marksist teoriye bir ekleme daha yapar ve sonradan “sosyalist modernleşme” olarak adlandırılacak görüşü savunur.

Evet, sosyalizm ancak sanayi toplumu koşullarında gerçekleşebilir ama bu düzeye ancak burjuvazinin egemenliği koşullarında ulaşılabilir diye herhangi bir yerde yazmıyor. Aynı yol daha hızlı olarak işçi sınıfı iktidarı altında geçilebilir.

Gelişme de böyle oldu. SSCB, Stalin döneminde sosyalist iktidar altında sanayileşen bir toplum haline geldi. Burjuvazinin yaklaşık yüz yılda aldığı yol, sosyalist iktidar altında yaklaşık yirmi yılda alındı. Ülkenin büyük bölümünde yarı feodalizmden yeni çıkmış bir yapıya sahip olan SSCB, sosyalist iktidar altında sanayi toplumu haline geldi.

Ana hatlarıyla anlatılan bu süreçten beş sonuç çıkarılabilir:

Birincisi: 1917 Ekim devrimi, komünist hareketin ilk büyük çöküşünü atlatmasını sağladı. Hasar yine de büyüktü çünkü işçi hareketi sosyal demokratlar ve komünistler arasında 20. yüzyıl süresince bir daha birleşemeyecek kadar bölünmüştü. İkinci Enternasyonal’e karşı olarak Üçüncü Enternasyonal kurulmuştu. Yine de komünist hareket bu kez marksist-leninist temelde kendisini toparlamıştı. Aksi durumda, önde gelen parti ve kadrolarının burjuvazinin safına geçmesiyle birlikte komünist hareket bitmiş olurdu.

İkincisi: hangisi marksizmdir hangisi değildir sorusu pratikte cevaplandırılabilecek bir sorudur. Lenin’in marksizm anlayışı döneminde geçerli olan marksizm anlayışına hiç uymuyordu ve önemli iradeci yanlar taşıyordu. Sonuç teorik tartışmayla değil, pratikte alındı. Ekim devrimi yapılamasaydı Leninizm hiç olmazdı ya da sadece teoride kalır, ciddiye alınmazdı.

Üçüncüsü: Leninist devrim anlayışı, içeriğine bakmadan mevcut olan bütün çelişkileri komünist partisinin çizgisinin parçası haline getirmeye büyük önem verir. Güncel bir talep kendi başına ele alındığında burjuva içerikli olabilir. Önemli olan talebin içeriği değil, mevcut koşullarda burjuvazinin onu yapıp yapamayacağıdır.

Toprak devrimi burjuva bir taleptir. Keza toprakta özel mülkiyetin kaldırılması da öyle… Toprağın devlet mülkiyetinde olması Ekim devrimi öncesinde köylülüğün taleplerinden birisiydi, toprağı işleyenlerin onun mülkiyetine değil de kullanma hakkına sahip olması, özünde burjuva bir taleptir. Keza savaşın bitirilmesi için de benzer değerlendirme yapılabilir.

Bunlar burjuva taleplerdir ama o koşullarda burjuvazi tarafından yerine getirilemezler. Leninist devrim anlayışı her çeşit talebi, sınıfsal içeriklerine bakmadan kendisine bağlamaya çalışır.  

SYRIZA’nın burjuva taleplerine bir de bu yönden bakılmasında yarar vardır.

Dördüncüsü: Leninist çizginin 20. yüzyılın başında başarılı olması ve komünist hareketi büyük çöküşten kurtarması ancak o dönem hakim durumdaki marksist anlayıştan radikal olarak uzaklaşılarak mümkün olmuştur. Yeni anlayışa da marksizm deniliyordu ama bu marksizm, Marx-Engels’ten beri geçerli marksizmden radikal olarak farklıydı.

Gramsci’nin Ekim devrimini “Kapital’e karşı devrim” olarak adlandırması boşuna değildir…

Beşincisi: Lenin’den sonra marksizmi yenilemeye çalışanlar ya marksizmin iyice parçalanmasına neden oldular (bugün kaç çeşit marksizm bulunuyor, saymak zordur) ya da marksizmden uzaklaştılar. Bir bölümü de anti kapitalist kalarak marksizmden uzaklaştılar.

21. yüzyılın başında Leninizm 20. yüzyıl başındaki gibi değerlendirilmiyor. Leninist sosyalizm anlayışının tıpkı 20. yüzyıl başında olduğu gibi komünistlerin kitlesel olarak burjuvazinin saflarına geçmesiyle sonuçlandığı görüldü. Bir tarihsel dönemde başarılı olan, sonraki dönemlerde de başarılı olur diye bir kural bulunmuyor. Leninizm sosyalist modernleşme gibi o güne kadar bilinmeyen bir kavramın olabileceğini pratikte gösterdi, sosyalizm için geçerli maddi temeli oluşturdu ama gelişmiş sosyalizmi kurmakta başarılı olamadı ve dağılmayla karşılaştı.

21. yüzyıl başında marksizm-leninizmin değil de marksizmin daha çok kullanılması bu nedenledir. Bu tercih aslında çıkışsızlıktır, en başta “hangi marksizm” sorusuna cevap verilmesi gerekir.

Son olarak; marksist olmayan anti kapitalist teori, marksizm-leninizmden de değişik unsurları alır, onun tarihsel tecrübesinden önemle yararlanır. Ama basit bir dille anlatacak olursak; nasıl Allah’a inanmayanın Müslüman olmasından söz edilemezse; işçi sınıfının tarihte özel rolü bulunan bir devrimci sınıf olmadığını, devrimci güçlerden birisi olduğunu savunanların da marksist olduğundan söz edilemez.

Lenin’den pratiğe bakarak ileriye gitmesini öğrenmek gerekir. Kim ne derse desin, hakim anlayış ne olursa olsun, teoriyi değiştirebilmek gerekir…

1917 Şubat devrimi yepyeni bir durum ortaya çıkarmıştı ve Nisan Tezleri de bu temelde şekillendi.

Kapitalist dünya bir krizden ötekine yuvarlanıyor ve neredeyse otuz yıldır komünistler kayda değer bir şey yapamıyorlar. Normalde gün onların günüdür, ama 20. değil 21. yüzyıl başındayız ve teorileriyle dünyayı anlayamadıkları için bir şey de yapamıyorlar. Büyük çaba harcıyorlar ama olmuyor.

Geçmişlerinden kurtulamadıkları oranda da yapamayacaklardır.

20. yüzyıldaki başarılarla, artık uzakta kalmış başarılarla öğündükleri oranda da bu durumdan kurtulamayacaklardır.

Bu fasit daireden çıkmak gerekir…

Reel sosyalizmin tarihinin öğrenilmesi gerektiğini sürekli olarak savundum. Bu tarihi öğrenenler, bugünkü görüşlerini savunamayacaktır.

Anti kapitalizm anlayışının içeriğini önceki yazılarda ifade etmiştim, tekrarlamayacağım.

Teorinin geliştirilmesi gerekir diye başlayan boş saptamalar üzerinde başka bir yazıda duracağım. Geliştirsenize o zaman, en az otuz yıldır arpa boyu yol gidemediniz ve aynı şeyleri tekrarlamaktan hala bıkmadınız mı!