Şuanda 380 konuk çevrimiçi
BugünBugün5936
DünDün3402
Bu haftaBu hafta13660
Bu ayBu ay13660
ToplamToplam10482084
Yaşar Kemal PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 01 Mart 2015 12:12


İyi bir okur olduğumu sanıyorum. Eskiden iyi bir edebiyat okuruydum da… Sonraki yıllarda sosyal bilimler okuması ağır bastı, edebiyat geri plana düştü. Edebiyat okumamı sürekli artırmaya çalıştım ama sonuçta zaman ve kapasite meselesi… Sosyoloji, sosyal psikoloji, politika ve tarih zaten fazlasıyla yoğun bir alan… Çok sayıda önemli kitap yayınlanıyor, ek olarak dergiler de var ve bunların arasında –istemenize rağmen- edebiyat okumanız azalıyor.

Yaşar Kemal’in tek romanını okudum dersem şaşırmayın. Yaşar Kemal okuyamadığım romancılar arasındadır. İnce Memed 1’i 15 yaşındayken okumuştum ve çok sevmiştim. Sonraki yıllarda bu romanın devamları yayınlandı, okumayı başaramadım. Okumaya başladım ve bıraktım. Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde de benzerini yaşadım.

Yapıtlarını okuyamıyor olmam Yaşar Kemal’in edebi değerini eksiltmez kuşkusuz, söyleşilerini –eski ve yeni- zevkle okumamı da engellemez.

Peki neden okuyamıyordum?

Anlattığı dünya beni ilgilendirmeyen bir dünyaydı. O dünyada da bu kadar iyilik bulunduğunu hiç sanmıyordum. O dünyada da –sonraki dönemlerde olduğu gibi- alçaklık ve yiğitlik, yüce duygular ve adiliğin her çeşidi birlikte vardı. Halkın daha çok yüce duygulara sahip olduğu görüşüne hiçbir zaman inanmadım. Yaşar Kemal bana bu izlenimi veriyordu ve bu da bana ters geliyordu.

O iyi ve kötü insanlar fazlasıyla bugün de vardı ve Yaşar Kemal’de neyin eksik kaldığını ancak Tanpınar’ı okuyunca anladım. Huzur, Türk edebiyatının bence erişilmesi çok zor bir numarasıdır. Savaş karşıtı bir romandır, Türkiye toplumunun kemalizmle geçirdiği büyük dönüşümün yol açtığı çarpıklıkları sergilerken önemli bir derinliğe de ulaşır.

Huzur’u bugüne uzatabilirsiniz ve büyük romanların en önemli özelliği de kendilerinden sonraki zamana da ait olmalarıdır.

“Doğu-Batı sentezini gerçekleştirmeye çalışırken çift karakterli insanlar yarattık.”

Bu cümle üzerine bir kitap yazılır…

Yaşar Kemal de başka bir değişimi anlatır, yarı feodalizmden çarpık kapitalizme geçişin değişimini ama o derinliği kendisinde bulamadım diyebilirim.

Belirttiğim gibi çok sayıda yazarı okumak fırsatı bulamadım ve umuyorum bu eksikliğimi tamamlamaya yöneleceğim. Umuyorum diyorum çünkü yapması kolay değil…

Okuyabildiklerim arasında Orhan Pamuk vardır. Cevdet Bey ve Oğulları’nı okuyamadım, yarım bıraktım. Benim Adım Kırmızı ise muhteşem bir romandır ve bence edebiyatımızın en iyileri arasındadır. Yeni Hayat, Kara Kitap ve daha sayabilirim.

Yazarın politik görüşüne göre değerlendirilmemesi gerekir. Ne yazık ki tersi yönde eğilim bizde halen yaygındır. 25 yıl öykü ve şiirlere de yer veren bir kültür dergisi çıkardım (Yazın) ve yazar belirlemesinin önüne ekleme yapan herkesle de sorun yaşadım. İşçi yazar, emekçi yazar, sosyalist yazar… Fesuphanallah…

Yazar, iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Yazarlık için bunun dışında kriter bulunmaz. Kişi sol olmayabilir ama iyi yazar olabilir ya da tersi…

Yaşar Kemal kendisinden çok önce sona ermiş bir dünyanın yazarıydı ve o dünyayı gereğinden fazla iyi anlatıyordu.

Osmanlı’nın son dönemleriyle ilgili tarihsel araştırmaları okuduğunuz zaman o iyi insanların ya bulunmadığını ya da kalabalık arasında kaybolup gittiğini görebiliyorsunuz.

Önce İngilizcede sonra Almancada şiddet toplumlarını inceleyen kalın bir kitap çıktı. Kitabın özelliği, genellikle devletle sınırlandırılan şiddete halkın katılımını konu almasıdır. Soykırım için buna “katılımcı soykırım” da denilebilir. Yaygın şiddet sadece devlet tarafından gerçekleştirilemez. Halkın pasif ve az da olsa aktif katılımı zorunludur.

Bu durumu tarihin en iyi araştırılmış soykırımı, Almanya’da Yahudi soykırımında görebiliyoruz. Yahudiler de Almandı ve toplumun içindeydiler. Onlara ne olduğunu çok sayıda insan biliyordu en azından seziyordu ama seslerini çıkarmadılar. Küçük de olsa bir bölümü de onlara uygulanan şiddeti aktif olarak destekledi.

Kitabın önemli bölümü Ermeni soykırımına ayrılmış ve dönemin Anadolusunda Rumlarla birlikte maddi durumları görece daha iyi olan Ermenilerin koltuklar ve duvar fayanslarına kadar mallarının yıllarca onlarla komşu olarak yaşamış olanlar tarafından nasıl yağmalandığı, bu yağmalamada merkezi otorite-yerel otorite ve halk arasındaki pay kavgası anlatılır. Soykırımdan kaçanları koruyan da –koruma bazen para verilerek sağlanmaktadır- parası vardır diye öldüren de aynı halktır. Sayıları bilmiyoruz ama komşuların terk edilmek zorunda kalınmış evini yağlamayanların sayısı hiç az değildir, hatta çoğunluktur denilebilir.

Bu özellik Türkler ve Kürtlerle sınırlı değil… Yugoslavya iç savaşındaki büyük kitle şiddeti yıllardan beri komşu olarak yaşayanlar arasındaydı. Aynı durumu beş yıldır Suriye’de görmek mümkündür. Öldürme, kadınlara ve kız çocuklarına yönelik cinsel saldırıda resmi ve sivil hükümet güçleriyle muhalefet arasında önemli fark bulunmuyor.

Edebiyat hayatı bire bir yansıtmaz, yansıtmaması da gerekir. Genelleme düzeyinde bakıldığında ise, yaygın olarak görülen kitle şiddeti, “iyiler gitti, kötüler kaldı” ile açıklanamaz.

Bu tür olayları konu alacak iseniz, iyi bir sosyal psikoloji ve tarih bilgisi şarttır. İyi edebiyat için bunlar yetmez, edebiyatın kendi teknikleri ve kuralları da bulunmakla birlikte anlatılan konunun derin bilgisi olmadan olmaz.

Haftaya gidip yeniden o kitaba bakacağım. Konusu çok ilgimi çekmişti ama içerik sanki yetersiz gibi gelmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından Almanya’da yaşanan intihar dalgası… Üst düzey Nazilerin bir bölümünün intihar ettiklerini dönemle ilgili belgesel yanı ağır basan filmlerden biliyordum. Alt düzeyde de yaygın olduğunu bilmiyordum. Sadece tek örnek okumuştum: adamın birisi asker olarak savaştan evine gelir. Rusya seferine bile gitmiş, çok sayıda çarpışmada bulunmuş ve sağ kalmıştır. Eşi ve çocuklarıyla birlikte yemek yer, sohbet eder, sonra bahçeye çıkar ve kendini vurur.

Nedeni yaşadıklarının ağırlığını kaldıramamak mıdır yoksa dünyayı ele geçirmeye çalıştık, ama olmadı, o zaman yaşamanın ne anlamı var mıdır, belki ikisi de söz konusudur.

Der Untergang (Çöküş) adıyla Türkiye’de de gösterilen filmde Hitler’in son günleri anlatılır. Göbbels’in eşi Magda’nın birlikte intiharlarından önce vasiyetini yazdırdığı bir bölüm vardır: “Nasyonal sosyalizmin olmadığı bir dünya yaşanmaya değer bir dünya değildir.”

Bu kültürü anlamak istiyorsanız, Remarque’nin “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”unu okumanız gerekir. Bu savaş karşıtı bir romandır ve Naziler tarafından da yakılan kitaplar arasındadır ama yaklaşık kırk yıl arayla çöken bir dünya karşısında alınan tutum birbirine benzer.

Naziler deyince aklıma geldi; haftaya şu film bitmeden görmem gerekiyor: Martin Luther King’in hayatını ve ABD’deki vatandaş hareketini anlatan film. Irk ayrımına karşı mücadelenin yükselmesinde Nazilerin istemeden oynadıkları önemli ve pozitif rolü okuduğumda hayretten ağzım açık kalmıştı. Vatandaş hareketinin önemli militanlarının tümü eski asker ve genellikle Avrupa’da Nazilerle savaşmış olanlar…

Neyse filme gideyim, filmin adı Selma, filmle birlikte bu çok şaşırtıcı olguyu da anlatırım.

Son Güncelleme: Pazar, 01 Mart 2015 13:12