Şuanda 160 konuk çevrimiçi
BugünBugün477
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14445
Bu ayBu ay14445
ToplamToplam10482869
Oktay Sinanoğlu PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 26 Nisan 2015 13:37


Bilim dünyamızın değeri bilinmemiş bir insanı, Oktay Sinanoğlu vefat etti.

“Bilim dünyamızın” derken, tereddüt ettim çünkü ABD bilim dünyasının insanıydı. Bilime katkılarını da oradaki üniversitelerde çalışırken yapmıştı. Her ne kadar alanı olan teorik kimyanın bizdeki kurucusu da olsa, hem Türkçü olması ve hem de bilim dünyamızın oldukça üzerinde bir düzeye sahip olması sonucu “Türk Einstein”ı gibi yakıştırmaların ötesinde bilimsel kimliği bizde yeterince ilgi görmedi.

Öncelikle Sinanoğlu ile Einstein kıyaslamasının yersizliğini belirtmek gerekir. Einstein fizikte devrim yapmış, özel ve genel görelilik kuramıyla fizikte yeni alan açmış bir bilim insanıdır. Sinanoğlu’nun kitaplara kendi adıyla geçmiş (many electron theory gibi) teorileri vardır, ama Einstein değildir.

Fizik ve kimyadan haberi olmayan insanlar bu alanın tanınmış isimlerini tanıtmaya kalktıklarında böyle durumlarla karşılaşmak kaçınılmaz oluyor.

Oktay Sinanoğlu benim maceralı biçimde yüksek lisans yaptığım ODTÜ Teorik Kimya Bölümü’nün kurucusudur. Bu bölümün ilk kurulduğunda küçük olan eğitim kadrosunun yetişmesinde de önemli rolü vardır.

Sinanoğlu Türkçüydü ama değişik bir Türkçüydü. İslamcılığa hiç yakın değildi ve yaklaşık on beş yıl kadar önce öğrenimin giderek İslamlaştırılmasına tepki göstererek, “Allah bu millete acısın” demişti. Eğitimin bugünkü durumu hakkında görüşlerini bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum.

Bu Türkçülerle ilginç bir ilişkim olmuştu.

1972 yılı Temmuz ayında Kimya bölümünü bitirdim ve yüksek lisans yapacağım ama nerede yapacağım. 12 Mart 1971 darbesi olmuş ve öğretim üyelerinin tutumları da hemen değişmişti. ODTÜ’de sosyal demokratların elinden alınan son dernek olan Kimya Bölümü Derneği yönetimindeydim ve öğrencilerin yönetime katılması çerçevesinde bölüm öğretim üyelerinin toplantılarına da derneğin temsilcisi olarak katılıyordum.

Yüksek lisans öğrencileri arasında iyi bir çevremiz vardı ve dedikleri şuydu: Bölümü dört yılda bitirdin ama sana burada dört yılda bile yüksek lisans yaptırmazlar (normal süre iki yıldı), seni resmen süründürürler. Kendine başka yer bul!

Başka yer buyayım da nereyi bulacağım?

O sırada Kimya Bölüm Başkanı despotluğuyla bilinen Bahattin Baysal idi. Alanı fiziko kimya idi. Ben de kimyanın bu dalını severdim, ek olarak yeni açılmış teorik kimya bölümünden de dersler almıştım.

İsteyerek kimya bölümüne girmiştim ama üçüncü yılda kimyayı pek de sevmediğimi fark etmiştim. Artık çok geç tabii… Fizik ve özellikle matematiği acayip seviyordum ve kimyacıların almak zorunda oldukları modern fizik ve matematik derslerinde iyiydim. Teorik kimyada derseniz aldığım en kötü not yüz üzerinde 85 idi, artık düşünün…

Tek seçenek yeni kurulan teorik kimya bölümüne geçmekti. Bunun için başvuru yapmam ve bölüm yönetiminin de bunu kabul etmesi gerekiyordu. Pek olacak iş gibi görünmüyordu ama başka yol yoktu, başvuruyu yaptım.

O sırada Bahattin Baysal ayrı bir bölüm olarak kuruldukları için Teorik Kimya bölümüne düşmandı. Teorik kimya, kimyayla ilgili ama matematik, fizik ve kimya karışımı bir bölümdü; bu bakımdan ABD üniversitelerindeki gibi ayrı bölüm olması doğaldı.

Kimya Bölümü’ne yeni asistan almak için sınav açıldı. Normal olarak herkes bu sınava giremezdi, girebilmek için bitirme ortalamasının ABD not sistemine göre 4 üzerinden 2,70 olması gerekiyordu. O yıl ortalama değişti ve 2,80 yapıldı. (Bitirme ortalamam 2,77 idi.) Sınava girer, kazanır, başımıza bela olur diye işi garantiye almışlardı.

Teorik Kimya Bölüm başkanı Timur Halıcıoğlu ile (alanı istatistik mekanik idi) Bahattin Baysal arasında uzun ve atışmalı bir toplantı gerçekleşiyor. Teorik Kimya bölümünün yüksek lisans öğrencisine ihtiyacı var, bu nedenle beni istiyor ve bu durumda da isteğe engel olunması mümkün değil…

Toplantıya katılanlardan öğrendiğime göre Baysal bakıyor ki, engellemesi mümkün değil, bunun üzerine soruyor: “Engin hangi hocada tez yapacak?”

Daha önce Timur Halıcıoğlu ile konuşmuş ve iki ders aldığım bir hocanın adını tez hocası olarak vermiştim.

“İskender Öksüz’de tez yapacak…”

“Birisi Dev Gençli diğeri Ülkü Ocaklı, olacak şey mi bu?”

Haklı, İskender Öksüz MHP’ye yakın bir isimdi.

1970 yılının sonbaharında o sırada İstanbul’dan ODTÜ’ye gelip yurtlarda kalan Deniz Gezmiş bir MHP’linin üzerinde bağış makbuzu bulur. O yıllarda herkes acemi tabii, MHP’li kimden ne kadar para aldığını yazıp makbuz kesmiş. İskender Öksüz Ülkü Ocaklarına 600 TL vermişti, ki bu para o yıllarda küçük bir memurun maaşı sayılırdı.

Deniz Gezmiş bunun odasına gidiyor, tartışıyorlar, ardından da İskender Öksüz’e birkaç yumruk atıyor. Bu olay basında da yer almıştı.

Öksüz, teorik kimyanın parlak tiplerinden de bir tanesiydi.

Müstakbel tez hocam böyle bir kişiydi.

Bölüm değiştirmem kabul edildi, tez konusunu konuşmak için odasına gittim. İlk sözü: “Ben seni parlak bir talebe olarak hatırlıyorum. Sen nasıl Dev Gençlisin?”

O yıllarda devrimciler tembel öğrenci olarak görülürdü, ki bunun gerçeklikle ilgisi yoktu. Normal şartlarda hepsi iyi öğrenciydi, ama 1970-71’in o hareketli ortamında kimsenin derse girecek zamanı olmuyor ve notlar da kötüleşiyordu.

“Dev Gençliler derslere girebildiklerinde iyi öğrencidirler” dedim.

Ardından bölüm başkanı beni çağırdı ve “Bu bölümde politik görüşlerin nedeniyle sana yönelik hiçbir kısıtlama söz konusu olamaz” dedi.

Ben de başka bir şey istemiyordum zaten…

Bölümdeki öğretim üyeleri çok enteresandı…

Fuat Bayrakçeken, spektroskopi hocası ve 12 Eylül darbesinden sonra üniversiteden çok sayıda öğretim üyesi ayrılmak zorunda kalınca hemen yönetimdeki boşluğu doldurmak için gönüllü olacak bir kişi… Adamla aram o kadar iyi ki, bu kadar olur.

Doçentlik sınavına girmiş, konusu da “ışık kimyası”. Sınav heyetindeki profesörler,  “Işığın fiziği olur, kimyası olmaz” demişler. Spektroskopi ile değişik yıldızların çıkardıkları ışığın analizinden içlerindeki elementleri bulabilirsiniz ve buna da pekala ışık kimyası denilebilir. O yıllarda spektroskopi pek bilinmiyordu ve profesörler de ne yapsınlar; doçentlik için yabancı dil bilgisi gerekli ve ABD’de okumuş Bayrakçeken’i İngilizceden bırakıyorlar.

Bunları bana anlatır, ardından da “hepsi aptal bunların” derdi. O yıllarda da profesörler arasında islamcı sayısı az değildi. Konusundaki son gelişmelerden haberi olmayan, Allah-Muhammed söylemiyle işlerini yürüten insanlardı bunlar…

İskender Öksüz de aynı anlayışa sahipti. “Türklüğün dünyada tanınmasını istiyorum, bunun için Türkçüyüm. Başka bir şey istemiyorum” gibi bir anlayışı vardı.

Deniz Gezmiş’in idamının ardından da tek kelime söylemedi. Lehine konuşması beklenemezdi ama aleyhine de tek kelime duymadım.

Yüksek lisans öğrencileri bir seminer dersini almak zorundaydı, dersi veren de Fuat Bayrakçeken’di. Her dersten önce bana, “Bunları biliyorsun, sen girme, başka işlerin vardır, onlarla uğraş” derdi.

Yüksek lisansın bitmesine yakın doktora için burs teklifi geldi. Bazı ABD üniversitelerine yazıyorsunuz, iki öğretim üyesi de iyi referans verdi mi, tamam; bursu alıyorsunuz ve doktora için gidiyorsunuz.

Doktora yapmak istemediğimi söyledim.

Politik mücadelede ayrı örgüt olarak ortaya çıkmak kararı almıştık ve bu büyük bir işti. Türkiye’de bile doktora yapmak mümkün değildi, birbirinden ağır iki işi birden kaldıramazdım. Ek olarak da, alanında son derece iyi ama sosyal konularda çocuktan farksız bilim dünyası insanından bana gına gelmişti. Lisans öğrencisi olduğum yıllarda kimya bölümünde de aynısını yaşamıştım ve içimi sıkıntı basmadan bu insanlarla konuşamıyordum.

Gidecektim…

Son yaptıkları bitirme sözlüsünde gösterdikleri büyük tolerans oldu. Yazın, Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı yazmaya başlayacağım, aklım orada; teorik kimya artık bana uzak bir dünyaydı. 1974 yaz başlangıcında girdiğim bitirme sözlüsünde hiç iyi değildim ve ben olsam kendime geçer not vermezdim. “Madem doktora yapmayacaksın, al diplomayı git” dediler ama neden doktora yapmayacağımı da anlıyorlardı.

Sonraki yıllarda hiç ilgilenmediğim için haklarında çok az şey duydum. Bölüm öğretim üyelerinden Rıdvan Tokay’ın trafik kazasında öldüğünü öğrenmem bunlardan bir tanesidir.

Değişik, az bulunan bir sağcı tipiydi bu insanlar…

Unutmadan ekleyeyim…

İskender Öksüz’ün ilk eşini genç yaşta kaybetmişti, MHP’nin tanınmış yazarı Emine Işınsu ile araları çok iyiydi. Bazen odasına girdiğimde kadın da orada olurdu ve bağış yapmaları için değişik kişilere sürekli mektup yazardı. Mektup başlığını okuyunca içimden gülmek gelirdi: ülküdaş!

O yıllar MHP ile büyük çatışmaların başlamadığı, devrimcilere saldıran asıl gücün İslamcılar olduğu yıllardı.

Birkaç yıl sonra olsaydı İskender Öksüz ve diğerleriyle böyle bir ilişki de mümkün olmazdı.