Şuanda 315 konuk çevrimiçi
BugünBugün542
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14510
Bu ayBu ay14510
ToplamToplam10482934
Engels ve Doğanın Diyalektiği PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Salı, 05 Mayıs 2015 19:10


Kaç yıl oldu bilemiyorum ama Doğanın Diyalektiği’ni uzun zaman önce okumuş ve bu kitabın neden bu kadar abartıldığını da anlamamıştım. Doğa bilimleri alanında üniversite düzeyinde eğitim görmemişseniz, bu kitapta önemli şeyler yazıldığını sanabilirsiniz; gerçekte ise hiç de böyle değildi ve bazı konulardaki yüzeysel yaklaşımına da hayret etmiştim.

Almanya’nın tanınmış marksist bilim adamlarından olan Elmar Altvater’ın “Engels neu Entdecken” (Engels’i yeniden keşfetmek) adlı yeni yayımlanan kitabını görünce aldım. Altvater’ı severim; kargadan başka kuş tanımayan Marksistlerden değildir, konuya eleştirel yaklaşmasını bilir.

Bu yıl Engels’i ölümünün 120., Doğanın Diyalektiği’nin yayımlanmasının da 90 yılı olduğunu kitabın ilk sayfalarında öğrenmiş oldum.

İlk sayfalarda başka şeyler de öğrendim.

Engels’in mühendislik eğitimi gördüğünü sanıyordum. Bu bilgiyi nereden edinmiştim, bilmiyorum. Her durumda bilgi yanlışmış, Engels babası tarafından lisedeyken okuldan alınmış ve aile firmasının işleriyle ilgilenmeye yönlendirilmiş.

Bunu okuyunca Engels’te daha önce garip bulduğum bazı konulardaki yüzeyselliği daha iyi anladım. Marx’ın görüşlerinin gelişmesinde Engels ile yaptığı fikir alışverişi ve özellikle de Engels’in maddi katkısı önemli olmakla birlikte, Engels’i Engels yapan Marx’tır. Kendi başına Engels’teki yüzeyselliği görmemek mümkün değildir.

Engels, kendi kendine öğrenmiştir. Bu da önemli bir çaba olmakla birlikte iyi bir eğitimin yerini tutmaktan uzaktır. İyi bir eğitim insana sadece bilgi kazandırmaz. İnsan bilgiyi kendisi okuyarak da kazanabilir. İyi bir eğitim bilginin iç ilişkilerini, bilgiden bilgi üretmeyi de öğretir. Ve bunları da kendi kendinize öğrenmeniz hayli zordur.

Doğanın Diyalektiği Engels’in ölümünden 30 yıl sonra 1925 yılında Moskova’da Rusça ve Almanca olarak yayımlanıyor. Yapıtı yayımlayan Ryazanow yapıtın yayımlanmasından önceki durumunu da anlatmış. Altvater’ın aktardığına göre; Doğanın Diyalektiği Eduard Bernstein’da bulunuyor. Yapıt hakkındaki fikrini öğrenmek ve “basılmaya değer mi” konusuna cevap aramak amacıyla metni Albert Einstein’a veriyor. Einstein; yapıt tarihsel bir kişilik tarafından yazılmamış olsaydı basılmasını önermezdim, çünkü ne fiziğin bugünkü durumu ne de fizik tarihi açısından belirgin bir anlam taşımıyor, cevabını verir.

Einstein’ın bunu hangi yıl söylediği bilgisi verilmiyor ama Engels’in 1895’te öldüğünü ve fizikte de 1900’de Max Planck’ın parçacık teorisinin temelini atması, 1905’te Özel Görelilik Kuramı’yla devrim karakterinde bir gelişmenin başladığını düşünürsek, yaklaşık bu yıllarda olduğunu varsayabiliriz. Fizikte 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanılan iki büyük devrimle (görelilik kuramı ve parçacık mekaniği) sadece fizik değil, bilim teorisi ve dış dünyanın tanınmasının sınırları konusunda da büyük değişim yaşanır. Felsefecilerin bilmedikleri konuda (fizik) genellikle saçmaladıklarını gören fizikçilerin kendisi felsefeci olur: Planck, Heisenberg, Einstein, Bohr modern fiziğin felsefesi hakkında farklı görüşler üretirler.

Benzer bir durum 20. yüzyıl sonları ve 21. yüzyıl başlarında da yaşanacak, felsefenin tekelinde sanılan bilinç, düşünme gibi konular, beyin araştırmalarında yaşanılan büyük ilerlemeyle birlikte bu alandaki bilim insanlarının konunun felsefesini yapmalarına yol açacaktır.

Bu konuda aklıma sürekli olarak iki örnek gelir.

Birincisini 1980’li yıllarda Cumhuriyet’in Bilim ve Teknik Eki’nde okumuştum. Hapishaneden bir kişi dergiye mektup yazıyor ve parçacık mekaniği hakkında bazı sorular soruyordu. Sorulan sorular kişinin konu hakkında pek bilgisi olmadığını da gösteriyordu. Okur mektuplarına cevap veren öğretim üyesi bir kişi ise, önce zor koşullar altında bu konuyla ilgilendiği için mektup sahibini övüyor ve ama, diye ekliyordu: “Siz konuyu bilmeden onun felsefesini yapmaya kalkıyorsunuz, bu olmaz.”

İkinci örnek ise, fiziko kimya profesörü Robert Havemann’a aittir. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (DAC)  yaşayan bu bilim adamı, diyalektik materyalizmin sosyalist fizikçiler tarafından bile neden ciddiye alınmadığını merak eder. Araştırır ve nedenini bulur: Sovyet felsefecileri fizikteki son gelişmeleri diyalektik materyalist olarak yorumlayan yapıtlar üretmekte ve bunlar da Almancaya çevrilmektedir. Yapıtlar rezalettir çünkü yazan felsefeciler fizik bilmemektedir.

Sovyet felsefecilerinin diyalektik materyalizm adına görelilik kuramını ve özellikle de parçacık mekaniğini reddettikleri biliniyor. Reddettiler de ne oldu, orası ayrı bir konu ama, bu tutumlarıyla kendi insanları tarafından bile ciddiye alınmayan bir duruma düştüler.

Havemann, Dialektik ohne Dogma (Dogmatik Olmayan Diyalektik) adlı ince kitabında (bu kitap DAC’de yasaklanacak ve ancak Batı Almanya’da basılabilecektir), bilimdeki yeni gelişmelerden öğrenilmesi gerektiğini vurgular. Marksist felsefeciler ise tersini yapmakta ve akıllarınca fiziğe yol göstermektedirler.

Belirttiğim gibi daha kitabın başlarındayım ama önemli bir konu daha öğrendim.

İnsanlığın tarihi, insan toplumlarının tarihidir. Bu, bilinen bir şey… Altvater bunun kapitalizme kadar geçerli olduğunu, kapitalizmle birlikte tarihin artan oranda doğanın  tarihini de içermesi gerektiğini belirtiyor. Kapitalizmle birlikte insan toplumunun ve doğanın tarihi birlikte değerlendirilmelidir, çünkü kapitalizm doğayı önceki üretim tarzlarıyla karşılaştırılamayacak düzeyde tahrip etmektedir.

İnsanlığın kapitalizm koşullarındaki tarihini bu yönden inceleyen bir bilim dalı da yaklaşık 20 yıl önce kurulmuş bulunuyor.

Kapitalizmle doğa ilişkisi Marx-Engels’te bulunmakla birlikte onların döneminde konu önem kazanmamıştır. Hava kirlenmesi, havanın ısınması ve buzulların erimesi, suların ve toprağın kirlenmesi henüz dikkat çekecek derecede değildir.

19. yüzyılın ikinci yarısında kapitalizmin doğayı böylesine tahrip edeceği öngörülmüyordu ve bu da normaldir.

Burada da aklıma aydınlatıcı iki örnek geliyor.

1980’li yılların başlarında Almanya sokaklarında Komünist Partisi Gençlik Örgütü’nün bir afişi görülebilirdi: onlar güneşten söz ediyor, biz sınıf mücadelesinden…

O yıllarda hızla gelişmekte olan Yeşiller’in ana konusu çevre kirlenmesiydi ve petrol yerine güneş enerjisinin kullanımı gündeme getiriliyordu.

Almanya’da dünyanın en büyük Yeşiller Partisi gelişti ve bu gelişme komünistlerin yanı sıra SPD’nin de hayret dolu bakışları altında gerçekleşti. Başka ülkelerde de benzeri oldu, Yeşiller ayrı bir çizgi oluşturdular. Çizgileri toplumda tuttu, o kadar ki 30 yıl sonra çevre sorunlarından söz etmeyen parti programı bulunmaz oldu.

Toplumun değişme yasalarını bildiğini iddia edenlerin kendi toplumlarındaki büyük fırsatı kaçırması olacak şey değildi ama oldu.

Yaklaşık on yıl kadar önce sosyalistlerimiz arasında “Marx’ta çevre konusu yer alıyor” belirlemesini duyardık. Böyle bir belirleme yapılmasını garip bulurdum. Evet, vardı ama o dönemin gereğine uygun olarak geri plandaydı. Ek olarak, olmayabilirdi de… Bazı Marksistlerin kendilerini ikna etmek için böyle dediğini sanıyorum. Böylece hem kendilerini ikna ediyor ve hem de marksizmde her şeyin bulunduğunu bir kere daha ilan ediyorlardı.

“Kuran’da çevre sorunlarından söz edilir” gibisinden bir açıklama yapıldı mı, bilmiyorum; ama yapılmışsa şaşmayacağım.

İki açıklama aralarındaki büyük farka rağmen özünde aynıdır.

Neden aynı olmasın?

Faşist ve islamcı, liberal ve marksist; sonuçta herkes bu toplumda yetişti, çok sayıda değeri içselleştirdi. Bizde araştırmak, araştırma sonucunun arkasında durmak ve onu savunmak ender görülür. İnsanları ikna etmek istiyorsanız bir büyüğe referans vermeniz gerekir. Kitap’taki yerini göstermeniz gerekir. Bu kitap Kuran da olabilir, marksizmin herhangi bir yapıtı da…

Araştırma yapmak, konuyu öğrenmek, kendine ait fikre sahip olmak ve bunu savunmak olmayınca; Kitap’taki yerini göstermek çabası da kaçınılmaz oluyor.

Doğanın Diyalektiği’ni uzun bir aradan sonra yeniden okuyacağım.

Bu konuda tekrar yazarım…