Şuanda 517 konuk çevrimiçi
BugünBugün649
DünDün6244
Bu haftaBu hafta14617
Bu ayBu ay14617
ToplamToplam10483041
Fotoğrafta kadın da var mıydı? PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cumartesi, 16 Mayıs 2015 08:28


“Fotoğrafta kadın da vardı”, Heinrich Böll’ün bir romanının adıdır. Yazının başlığı ise başka bir konuyla ilgili… 20. yüzyılın dünya komünist hareketinin son büyük toplantısında salon dolu ama fotoğrafta kadın da var mıydı?

Yıl 1987, Kasım ayının ilk günleri…

Ekim Devrimi’nin 70. yılında düzenlenen büyük toplantı ve tören nedeniyle Sol Birlik Partileri olarak Moskova’dayız. Haydar Kutlu, Nihat Sargın, Kemal Burkay, Yalçın Yusufoğlu, Serhat Dicle ve ben. Çin Komünist Partisi’nin katılmadığı, Kuzey Kore var mıydı pek emin değilim ama bunun dışında dünyanın bütün ülkelerinden SSCB ile bağlantılı en azından ona karşı düşmanca tavrı olmayan bütün komünist ve sol partilerin temsilcileri Moskova’da 70. yıl nedeniyle yapılacak büyük toplantıya katılıyor.

Büyük bir salon, upuzun bir masa ve çevresinde sıkışık olarak oturmuş insanlar…

Fidel Castro, Honecker, Çavuşesku, Gorbaçov ve düşünebileceğiniz neredeyse herkes burada…

Sıkışık oturma nedeniyle tam olarak saymak mümkün değildi ama sayı 200 kişiden biraz fazlaydı. Kadınları saydım; yine sıkışıklık nedeniyle birkaç kişiyi atlamış olabilirim ama sayıları on kadardı.

Dünya komünist hareketinin 20. yüzyıldaki son büyük toplantısına katılan heyetler içinde kadınların oranı yüzde on bile değildi.

O zaman bunun son toplantı olduğunu kimse bilmiyordu hatta düşünemiyordu.

İki yıl sonra Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki reel sosyalist düzenler sone erecek, Çavuşesku öldürülecekti.

Dört yıl sonra ise SSCB dağılacaktı…

Bu toplantı kimsenin böyle olduğunu bilmediği son büyük toplantıydı.

Çavuşesku yaptığı uzun konuşmada Gorbaçov’a verip veriştirmişti.

Toplantının en fazla yankı yaratan konuşmasını ise Almanya’dan Yeşiller adına katılan Jutta Ditfurth yapmış ve sözlerinin sonunda, “Bu salonda daha çok kadın görmeyi isterdim” demişti. Kadının konuşması ertesi gün çıkan bütün gazetelerde fotoğrafıyla birlikte ilk sayfada yer alacaktı.

14 yıl sonra, 2001 yılında…

Almanya’da Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS)’in Frankfurt il örgütünün yönetimindeyim. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından o zamanki Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde kurulan, ardından Batı Almanya’da da örgütlenen partide yüzde 50 kadın kotası vardı. Adına eşbaşkanlık denilmiyordu ama bütün parti örgütlerinde kadın ve erkek iki sözcü bulunuyordu.

Dört yıl sonra, 2005 sonlarında, SPD’den ayrılan büyük bir grupla PDS’in birleşmesi ve Sol Parti’nin kurulmasında en büyük anlaşmazlık konusu, sol SPD’lilerin yüzde 50 kadın kotasını kabul etmekte zorlanmalarıydı. Önerileri, üyeler arasında kadın oranı ne ise yönetimde de o kadar olsun şeklindeydi.

SPD, Almanya işçi hareketini en güçlü temsil eden partidir.

Zamanın PDS yönetimi, kadın kotasını kesinlikte ödün verilemeyecek bir ilke olarak savunduğundan sonunda kabul edilecekti.

Bunları neden yazdım derseniz…

Birincisi: marksizm, marksizm-leninizm kuyusundan çıkıp biraz çevrenize bakabilirseniz iyi olacak… Sınıf mücadelesi, işçi sınıfı, sosyalizm deniliyor ama önemli toplumsal değişmeler konusunda burjuvaziden geride kalınmış durumdadır. Çok sayıda ülkedeki komünist ve sol örgütlerde kadın sayısı halen sınırlıyken, özellikle Avrupa ülkelerindeki burjuva partilerinde yüzde 30 ve giderek yüzde 50 kadın kotası uygulanmaya başlıyor.

Sorun sadece kota değil, kadınların bulundukları örgütlerde “vitrin elemanı” olmanın ötesinde işleve sahip olmalarıdır. Yoksa Almanya’daki demokratik bir federasyonda kadınlar çok görünüyor ama görünüyorlar, o kadar…

İkincisi: kadın cinayetlerinin azalmadan sürdüğü bizde ise, kadınların toplumsal yaşamda ve politikada ön planda temsil edilmeye başlanması, kimilerince “etnik ve ırkçı” temele sahip olan bir hareket sayesinde gerçekleşti.

HDP sınıf yönü güçlü bir parti değil… Sınıf analizini ön plana da çıkarmıyor ama önemli bir toplumsal değişimin gerçekleşmesinde büyük rol oynuyor.

Komünist hareket büyük oranda bir erkek hareketi oldu. Tarihinde Rosa Luxemburg, Clara Zetkin gibi tanınmış kadınların bulunması bu özelliğini değiştirmiyor.

Komünist hareket de her politik hareket gibi içinde bulunduğu toplumdan doğar ve orada açık bir erkek egemenliği varsa bu durum kaçınılmaz olarak o harekete de yansır. Ve bu durum, laf olarak ne derseniz deyin, değişmesi için özel çaba harcamazsanız yıllarca sürüp gider.

Bizde bu durum daha da önemlidir.

Konuyu bir sonraki yazıda sol içi şiddeti yeniden düşünmek konusuna bağlayacağım…