Şuanda 146 konuk çevrimiçi
BugünBugün1505
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15473
Bu ayBu ay15473
ToplamToplam10483897
İkinci politik sosyalizasyon PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Cumartesi, 08 Ekim 2016 19:51


Yıllarca Türkiye’de devrimci politik mücadele yürüten, şu veya bu örgüt saflarında mücadele eden, bu ortamda politik olarak sosyalize olan kişiler; ülkeyi terk etmek ve başka bir ülkede –genellikle bir Batı Avrupa ülkesi- yaşamak zorunda kaldıklarında, bir süre bulundukları ülkedeki politik mücadeleyle ilgilenmezler. Akılları tümüyle geride bıraktıkları ülkede olduğu gibi, yaşadıkları ülkedeki politik mücadele de onlara yabancı gelir.

1980’li yıllarda 12 Eylül darbesinin ardından ülkeyi terk etmek zorunda kalanlar yaşadıkları ülkede sosyalist mücadele olmadığını düşünürlerdi. Sosyalistlerin Almanya’da bira Fransa’da şarap içmesi onlara garip gelirdi ve hele de kadın-erkek ilişkisindeki serbestliğe neredeyse tahammül edemezlerdi. Sanırlardı ki sosyalist mücadele Türkiye ve Kürdistan’a özgüdür, başka yerde yoktur.

Bu yabancılık bulunulan ülke ve kişiye göre değişmekle birlikte en az 15 yıl sürerdi denilebilir. Kişinin ülkedeyken büyük kentte mi ya da küçük bir yerleşim biriminde mi politik mücadele içinde bulunduğu, eğitim düzeyi, ilk sosyalizasyonu yaşadığı aile çevresi ve ülkeden ayrılınca yaşamak zorunda kaldığı ülke; bunların tümü yabancılıktan kurtulmakta ya da sürmesinde etkendi.

Fransa’da sosyalist mücadeleyle ilişki kurmak daha kolaydı, Almanya’da ise en azından 1980’li yıllarda hiç kolay değildi. Federal Almanya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti olarak ikiye bölünmüş olan eski Almanya, soğuk savaşın Avrupa’daki merkeziydi.  Batı olarak da bilinen Federal Almanya’da sosyalistler üzerinde büyük baskı vardı, ek olarak bu alan Türkiyeli sosyalist örgütler arasında paylaşılmıştı. Yeşiller’in de sol sayıldığı o dönemde her örgüt kendisine uygun bir yapıyla çalışıyordu ama anlaşabildikleri de pek söylenemezdi.

Türkiyeli sosyalist bir örgüt proletarya enternasyonalizminin gereği olduğunu düşünerek ayrı örgütlenmeyi reddetmiş, kendisini feshetmiş ve düşünce olarak yakın oldukları bir Alman örgütüne katılmıştı ama sorunlar kısa sürede ortaya çıkmıştı. Birlikte çalışılacaktı ama çok farklı toplumsal ortamlardan gelmiş insanlar birbirine uyamıyordu.

Şöyle bir örnek zamanın bir yayın organında yer almıştı:

Alman sosyalist kendilerine katılan kardeş örgüt kökenli grupla konuşmak için evlerine gider. Çok az kişinin Almanca öğrendiği bir dönemde nasıl konuşurlar orası ayrı bir sorun olmakla birlikte bir şekilde iletişim kurarlar. Adam gittikten sonra, köpeğiyle birlikte gelmiştir, evdekiler birbirine sorar: “Bu adam bu iti neden yanında dolaştırıyor?”

Başka bir örnek Almanya Komünist Partisi’ne (DKP) katılan bir bölüm arkadaş için de verilebilir. O yıllarda Almanya’da bulunan ve büyük çoğunluğu işçi olan iki milyon Türkiyelinin Almanya işçi sınıfının parçası oldukları anlayışından hareketle, bu ülkede ayrı örgütlenmenin milliyetçilik olduğu, görüşleri yakın bir Alman örgütüne girip çalışılması gerektiği sonucuna varmışlar; partilerinden ayrılıp DKP’ye katılmışlardı. Ne çare ki, bırakın politik dili, günlük Almancaları bile bulunmuyordu. Bu durumda toplantılarda başlarını sallayarak onaylamaktan başka bir şey yapamadıkları söylenebilir.

Zaman geçti…

Türkiye ve Kürdistan’dan gelen politik kişilerin çok azı bulundukları ülkedeki politik bir yapıyla birlikte çalıştı. Bu alanda çalışanlar büyük çoğunlukla küçük yaşta genellikle işçi ailesi olarak bu ülkeye gelmiş ya da burada doğup büyümüş insanlar oldu. Bu arkadaşların dil sorunu yoktu, zaten bu dilde eğitim görmüşlerdi ama başka bir sorun karşısındaydılar:

Türk ve Kürt toplumunda sosyalize olmuşlardı ve bu toplumlardaki insan ilişkileriyle, bulundukları ülkenin sosyalist hareketindeki ilişkiler birbirinden oldukça farklıydı. Dahası genellikle babalarının bulunduğu şu veya bu Türkiyeli ya da Kürdistanlı sol örgüte bağlıydılar ve onların anlayışı doğrultusunda yaşadıkları ülkenin sosyalistleri arasında çalışma yürütmeye çalışıyorlardı ama olmuyordu.

Her politik örgüt içinde bulunduğu toplumsal yapıdaki insan ilişkilerini bünyesinde şu veya bu oranda yansıtır. Çok farklı iki toplumdaki sosyalist yapıların da birbirinden farklı iç ilişkilere sahip olması doğaldır. Birisine iyi diğerine kötü denilemez, farklıdırlar.

Yaşanılan ülkedeki sosyalist örgütlerde çalışıldığında ikinci politik sosyalizasyonun yaşanması gerekiyor. İkinci sosyalizasyon birincisinin reddedilmesini gerektirmez ama ayrı bir sosyalizasyon olarak olmazsa olmazdır. Aksi durumda yaşadığınız ülkede insanların ne yaptıklarını, politik ilişkilerin nasıl yürüdüğünü anlamakta ciddi olarak zorlanırsınız.

Herhangi bir Avrupa ülkesindeki sol bir örgütte politika yapanlar büyük çoğunlukla göçmenlik-mültecilik sorunları çerçevesinde faaliyet gösterirler. Kökenleri nedeniyle bu alana ilgi duymaları normal olmakla birlikte, ilginin bir başka nedeni de görece kolay olmasıdır.

Bu toplumlarda göçmenlik-mültecilik büyük sorunlardan sadece bir tanesidir. İçinde yaşadıkları toplumu anlamak, bu toplumda sol politika yürütmek isteyenlerin genel ya da başka sorunlar hakkında da bilgisinin bulunması gerekir.

Türkiye veya Kürdistan solundan mısın, burasının solundan mı sorusu, eskiye ait bir sorudur. İletişim araçlarının büyük gelişme göstermediği, sosyal ilişkilerin bugünkü kadar iç içe girmediği 1990 öncesi yıllara aittir. 2000’li yıllarda iyice görülebildiği gibi insanlar sadece politik alanda değil başka alanlarda da birden fazla yere ait olabilirler. 15-20 yıl hatta daha fazla zamandır bir ülkede yaşayanların kimliklerinin çeşitlenmiş olması gerekir (hibdid kimlik deniliyor).

Bu çeşitlenme ikinci bir sosyalizasyonu da gerekli kılar. Kişinin bunu ne kadar bilinçli yaşadığı ayrı bir konu olmakla birlikte yaşanılması zorunludur.

Bunun alternatifi içine kapalı, gelinen ülkeye gösterilen ilgiyle sınırlı olarak  yaşamaktır. Eskiden böyle bir ilgiyi sürdürmek daha zordu. Haber almak, iletişim kurmak hiç kolay değildi. Şimdi ise Diyarbakır’da olan bir olayı İstanbul, İzmir, Berlin ve Paris’te yaşayanlar aynı anda öğrenebiliyorlar. Birbirleriyle kolayca iletişim kurabiliyorlar ve insan kolayca nerede yaşadığını unutabiliyor.

Ta ki yaşanılan yer kendini hatırlatıncaya kadar…

Yaşanılan ve bir türlü atılamayan yabancılıkla ilgili olarak 1980’li yılların ikinci yarısından bir örnek vereyim.

Sosyalist arkadaş tanınmış bir sendika başkanıdır, 12 Eylül’den sonra ülkeden ayrılmak zorunda kalmış ve Fransa’ya iltica etmiştir. Fransızca kursuna gitmekte ama bir türlü yapamamaktadır.

Bir keresinde bana, “Türkiye’ye dönünce işçiler benimle alay edecek, yıllarca Fransa’da kaldın, dil öğrenemedin diyecekler” demişti.

Bu arkadaş Fransızcasını geliştirmek için atılım yapmaya karar verir. Nedir sorunum, diye düşünür. Konuşamıyorum, o halde pratik yapmalıyım.

Merkez tren garına gider ve ilk gördüğüne, “Mösyö, der, Fransızca konuşuyor musunuz?”

Adam da, “Herhalde, burası Fransa, öyle değil mi” der.

Daha sonra duyduğuma göre arkadaş Fransızca öğrenmekten vazgeçmişti!

Bu düzeyde bir yabancılık artık yok, politik göçmenler yaşadıkları ülkedeki günlük dili biliyorlar ama yabancılıktan iyice kurtulabildikleri de söylenemez.