Şuanda 121 konuk çevrimiçi
BugünBugün1491
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15459
Bu ayBu ay15459
ToplamToplam10483883
Kifayetsiz muhterislik PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 13 Kasım 2016 21:30


Ne kadar belirtilse azdır: sosyalistler içinde yaşadıkları toplumdan ayrı olarak düşünülemez. Toplumsal özellikleri bire bir yansıtmazlar ama önemli oranda yapılarında taşırlar.

Bunu sol içi şiddet konusundaki bir yazıda ayrıntılı olarak açıklamıştım. (Bkz. www.yazinverlag.org (Devrimciler Arasında Şiddet ve Nebil Rahuma Olayı) Her tarafından şiddet fışkıran bir toplumda, bu toplumda sosyalize olmuş sosyalistlerin birbirlerine karşı şiddetten tümüyle uzak kalması mümkün değildir. En erken 16-17 yaşında devrimciliğe başlayan insanlar toplumda sosyalize oldukları yere göre farklılık gösteren değerler sistemiyle devrimci harekete gelirler. Bu insanlar boş kağıt değildir, belirli değerlere sahiptir.

Bu nedenle sol içindeki şiddet konusunu, erkek egemen anlayışı özel olarak solun hatasıymış gibi değerlendirmek doğru değildir. Gerçek nedeni yanlış bilirseniz, hedeflediğiniz değişikliğe ulaşamazsınız.

Buradan çıkarılacak sonuç, “ne yapalım, toplum böyle!” değildir. Devrimci harekete yeni katılan insanın hangi özelliklere sahip olduğunu –bunları açıkça göstermese bile- bilmek ve bu değerleri değiştirmek için çalışmak gerekir. İnsanlar devrimci harekette ikinci bir sosyalizasyon yaşamalıdır. Bu sosyalizasyon olumsuzlukları tümüyle ortadan kaldırmaz ama ciddi olarak törpüler.

Eskiden devrimci hareket içinde pek sevilen “halktan öğrenmek gerekir” düşüncesi bu nedenle tehlikelidir. Halktan iyi şeyler de öğrenirsin; kadına ve çocuğa şiddeti, pedofiliyi de öğrenirsin.

Günümüzde medya organlarında fazlasıyla yer alan örneklerin hepsinin son on yılda ortaya çıktığını düşünmeyin. Sayı artmış olabilir ama bugün bilinenlerin önemli bölümü eskiden de oluyordu, iletişim araçları bu kadar gelişmemiş olduğu için fazla duyulmuyordu.

Kifayetsiz muhteris, eski dilin bu güzel deyimi, çapıyla yetenekleri arasında büyük fark olan kişileri, grupları ve hatta toplumları anlatır. İhtiras sınır tanımıyor ama buna uygun çap yok; dahası özne bu çapın bulunmadığını kabul de etmiyor, istiyor ve yapmaya çalışıyor ve olmayınca da ya derin bir üzüntüye giriyor ya da -daha kolayı- başkalarını suçluyor.

İnsanların yapmak istediklerinin gerektirdiği yeteneklerle, gerçek yetenekleri arasında farklılık bulunabilir. Kifayetsiz muhteris ile anlatılan bu farkın büyük olma durumudur.

İhtiraslar ve bunların yansıdığı söylemle, gerçekte olanın neredeyse ilişkisi yoktur.

İçinde bulunduğu durumdan memnun olan bir toplum değiliz ve bu durum yıllardan beri böyledir. Türküz, dünyadaki yerimizin çok daha yukarıda olması gerektiğine inanırız, böyle olmadığını biliriz ve neden olarak da başkalarını suçlarız.

“Türkün Türkten başka dostu yoktur” sözünü bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Neden her halkın az veya çok dostları var da senin yok?

Başka halkların sahip olduğu büyük ihtiraslara destek olmasını istiyor, olmayınca da onları düşman olarak görüyor.

Sürekli dayatma yapmak ve sonuç alamayınca da karşısındakini düşman ilan etmek bilinen yöntemdir.

AKP hükümetiyle Avrupa Birliği arasındaki ilişkinin durumu son örnek olarak değerlendirilebilir. “Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yapılmazsa TC vatandaşlarına vize muafiyeti tanınmaz” denildi.

Bu durumda normal olarak ne yapılır?

Ya “değişiklik yapmayacağız, vize muafiyeti de istemiyoruz” denilebilir.

Bu bir yoldur ama hükümet böyle yapmaz. Sürekli dayatma yapar ve hatta “mültecileri üzerinize salarız” diye tehdit eder.

Bu yöntem yeni değil. Yıllar önce AB ile üyelik görüşmeleri yürürken insan haklarıyla ilgili Kopenhag Kriterleri’ne karşı “Bizde de Ankara Kriterleri var” denilmişti.

Kopenhag Kriterlerinde idam bulunmayabilir, ama bizimki Ankara Kriterleri, olabilir!

Sürekli olarak kendini olduğunun çok üzerinde bir varlık olarak görmek, karşısındaki bunu kabul etmeyince de hırçınlaşmak yıllardan beri bilinen olgudur.

İşin içinde bir de tribünlere oynamak var. Görünürde bağırıp çağırıp kükrersiniz, el altından da bütün şartları kabul edersiniz.

Donald Trump ABD Devlet Başkanı seçildi. Seçim kampanyası sırasında Müslümanlar için söyledikleri unutuldu ve “büyük dost” gibi görülmeye başlandı. Eğer Clinton seçilseydi, “İyi oldu, yüce Rabbim işini bilir, Müslüman karşıtını seçtirmedi” denilecekti!

Büyüğün gölgesine girip, o gölge sanki kendi gölgesiymiş gibi böbürlenmek bizde çok rastlanılan bir davranış tarzıdır. Büyük gölgeyi yapan biraz kenara çekilince ortada kalınır ve ya “biz adam olmayız” diye derin bir aşağılık kompleksine girilir ya da “neden çekiliyorsun” diye kızılır. Türkün Türkten başka dostunun olmadığı yeniden kanıtlanmıştır!

Bu özelliğin değişik şekillerde sosyalist harekete yansıdığını belirtmek gerekir.

Hangi örgüt ya da dernek olduğu önemli değil; bir yapılan plana bakın, bir de planın gerçekleşme oranına… Saatlerce toplantı yapılmış, konuşulmuş da konuşulmuştur, kararlar alınmıştır ve diyelim bir yıl sonra planın küçük bir bölümü gerçekleşmiştir.

Fark etmez! Yine aynısı yapılır, yine aynı sonuç alınır, ardından yine aynısı yapılır.

Mevcut imkanlarla yapılamayacak büyük işleri konuşup kendini tatmin etmek, geçici olarak da olsa bunları yapmış gibi hissetmek…

Olan budur, sürekli tekrarlanan da budur.

Ne yapmak istediğinizi biliyorsanız ama onu nasıl yapacağınız konusunda uygulanabilir planınız bulunmuyorsa, ne istediğiniz önemli değildir çünkü nasılsa yapılamayacaktır.

İstediğiniz kadar tartışın, kararlar alın; yapılamayacaktır.

Harcanılan zamana ve enerjiye yazık ama yapılamayacaktır.

Normal davranış tarzı şöyledir: şunu yapmak istiyorum ama eldeki imkanlar bunun için yetersiz; o zaman bunları nasıl yeterli duruma getirebilirim?

Bu düşünülür, bunun planı yapılır ve uygulamaya konulur.

Başarılı olamayabilirsiniz, ama en azından rasyonel bir yol tutturursunuz.

Burada her zaman olmasa bile başarı şansı vardır, diğerinde hiç yoktur ya da ancak büyük tesadüf sonucu olabilir ki buna da güvenilmez.

Bir işi yapmamanın en iyi yolu, onu yapılamayacak kadar büyütmektir.

Gerçekleştirilemeyecek büyük plan yaptığınızda kendinizi bir süre mutlu hissedebilirsiniz ama gerçeğin kendini göstermesi uzun sürmeyecektir.

1990’lı yılların ilk yarısında SÖZ isimli haftalık bir dergi yayınlanırdı. Birleşik Sosyalist Parti’nin yayın organıydı, ben de Avrupa sorumlusuydum.

İyi bir dergiydi. Derginin çok sayıda işini üstlenmiş Ali Küçük’ü tanımazdım, ama iş yapan birisiydi, takdir ederdim.

Kifayetsiz muhterislere verip veriştirir ve ardından vapurdan kendini denize atarak intihar eder.

Eşinin daha sonra açıkladığına göre bazı insanlara artık dayanamamıştı.

Laf çok, plan da çok, karar da çok ama sonuç yok!

Tanımıyordum ama gerçekten üzülmüştüm.

Kifayetsiz muhterislik, çapının ve imkanlarının oldukça üzerinde hedeflere yönelmeye hazır olmak, başka bir deyişle uçmaya hazır olmak olarak da tanımlanabilir.

1990’lı yıllar…

Yazın Dergisi ülkenin dergicilik tarihinde ilk kez hem Avrupa’da hem de Türkiye’de yayınlanıyor. Avrupa’dan Türkiye’ye gitmiş ilk dergi…

Avrupa tirajı hiç fena değil, 700 civarında…

Bazı arkadaşlar “dergiyi iki aylık değil, aylık çıkaralım” diye tutturmuştu.

Bunu yapamayız, buna çapımız yetmez, desem bile dinleyen yok…

Israr ve de ısrar ve sonunda çoğunluğu dinlemedim.

En fazla altı ay dergiyi aylık olarak yayınlarız, sonra da kapatırız; ne oldu, iş yaptık!

Biraz imkan görsün, işler biraz iyi gitmeye başlasın; hemen uçmaya ve ardından da kıç üstü yere oturmaya hazırdır!

Gerçekçi olmak bu kadar zor demek ki!

İnsan yüzde yüz gerçekçi olamaz. Planladıklarının tamamına elbette ki ulaşamaz.

Gerçekçi düşünmek ve buna uygun hareket etmek, yüzde 70 oranını tutturabilmek demektir. Bu oranda başarılı olmalısınız. Burada oran tek tek yapılan her işte değil, bir dönemin ortalaması olarak hesaplanır.

Bunu başarabildiğiniz zaman insanlar şunu bilir: bir şey söyleniyorsa, yapılacak demektir. En azından yüzde 70 oranında…

Başka türlü ne oluyor, biliyor musunuz?

Büyük planlar, kararlar, hemen gerçekleştirmek için harekete geçmek, yapamamak ve aynısını yeniden ve yeniden denemek…

Sürekli acele edip, sürekli geç kalmak…

Ardından da “yıllar geçti ama neden bu kadar az iş yapabildik” diye sormak…