Şuanda 305 konuk çevrimiçi
BugünBugün1581
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15549
Bu ayBu ay15549
ToplamToplam10483973
Ne kadar çok insan okuyor! PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Salı, 30 Mayıs 2017 20:22


Almanya’nın her tarafı her cinsten halktan ve meslekten talebe dolu… Sözünü ettiğim lise sonrası eğitim ya da üniversite ile yüksek okul sonrası eğitimdir. Okuyanların önemli bölümü mecburiyetten okuyor. Okulu bitirip, diplomayı alıp, işe girip, hayatının sonuna kadar orada çalışıp emekli olmak eskidendi… 20-25 yıldan beri hiç hayatı önemli oranda bölünmüş durumdadır. Sürekli olarak aynı yerde çalışmanız oldukça zor. İş anlaşmaları süreli yapılıyor, iş ve dolayısıyla işyeri değiştirmek zorunda kalabiliyorsunuz. Ek olarak sürekli kurslara gitmeniz gerekiyor.

Eğitim gördüğünüz konuda bilginin ulaştığı son aşamayı veren bir üniversiteyi bitirdiniz ama rahat edemezsiniz. Bilginiz diyelim beş yıl sonra önemli eksiklikleri barındırıyor olabilir. Beş yıl önce öğrendikleriniz son bilgiydi, artık değişti. Üniversiteden sonra kendinizi geliştirmemişseniz çalıştığınız işteki konumunuz da tehlikeye girebilir. Siz gidersiniz, yerinize yeniyi öğrenen gelir.

Sizi sürekli öğrenmeye zorlayan bitmeyen teknik ve diğer alanlardaki gelişmeyle rekabettir. Sosyal bilimleri bitirenler de sürekli olarak değişik kurslara gitmek ve sertifika olmak zorunlar. Öğretmenlik, psikologluk vd. değişiyor. Mühendislik ve hekimlik de aynen böyle… Öğrenip ilerlemezseniz düşersiniz.

Bu nedenle yaklaşık 25 yıldan beri “hayat sürekli bir öğrenmedir” sözü çok duyuluyor. Emekli oluncaya kadar mecburen öğreniyorsunuz ya da siz gidiyorsunuz yerinize son gelişmeleri öğrenmiş başkası geliyor.

Hayatı boyunca durmadan öğrenen insanların çalışma hayatı sona erince de öğrenmeye devam etmesi neredeyse kaçınılmaz oluyor. “Üçüncü yaş dönemi üniversitesi” var. 60-65 yaş üzerindekiler için verilen dersler bulunuyor. Konular üniversite ile aynı ama daha hafif,  sınav da bulunmuyor.

Bir de profesyonelleşmiş denilebilecek hobiler var. Çok sayıda insan birden fazla kulübe üye… Bisiklet, maraton, kısa koşu, dağcılık, kano, fotoğraf ve daha aklınıza ne gelirse… Kano örneğinden hareketle işin ne kadar gelişmiş olduğunu açıklamak mümkündür. Almanya’nın bir ucundan öteki ucuna kadar nehir ve ırmaklar üzerinden gidenler bulunuyor.

Maratoncu bir arkadaşım var, Frankfurt civarında küçük bir yerleşim biriminde kalıyor. Sadece burada 20 maratoncu varmış. Düzenli olarak toplanıp koşuyorlar. Şehir maratonları, eyalet çapında düzenlenen koşular ve daha saymayayım… Altyapı derseniz korkunç, Türkiye ile karşılaştırılması bile mümkün değil.

Almanya’daki Türkiyeli futbolcuların neden bizde gözde olduğunu buradan hemen çıkarmak mümkündür. Futbolda yetenekli iseniz hemen fark ediliyorsunuz. Altyapı var, iyi antrenör gözetiminde disiplinli çalışma var, her çeşit futbol takımı bulunuyor; birisinde oynamaya başlayıp yükseliyorsunuz. Ve tabii sürekli çalışma var, çalışmadan bir şey olmuyor. 70 milyonluk ülke yeterli futbolcu yetiştiremediği için de Almanya’daki birkaç milyonluk Türkiyelilerin içinden çıkanlara bakıyor ve bunlar nasıl yetişiyor diye de şaşıyor.

Bu durum okumaya da yansıyor. İnsanlar sürekli kendilerini geliştirmek zorunda kalıyorsa, bunun sonuçlarından bir tanesi de okuma alışkanlığıdır. Şu sıra Thomas Piketty’nin Das Kapital im 21. Jahrhundert (21. Yüzyılda Sermaye) adlı 800 sayfalık kitabını okuyorum. Ekonomik etnoloji dersinde yaklaşık bir ay sonra bu kitapla ilgili sunum yapmam gerek… Kitabın pahalı olan ciltli baskısından iki yıl sonra karton baskısı da yayınlanmış. Ciltli baskı Almanya’da iki yılda yüz binden fazla satılmış. Karton baskı da bundan aşağıya kalmaz sanırım. 17. yüzyıldan bugüne kadar başlıca kapitalist ülkelerde (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya) sermayenin yoğunlaşması ve eşitsizliğin artmasını inceliyor ve bunun nasıl azaltılabileceğini tartışıyor.

Yazarın kitabın başındaki iddiası şöyle: ekonomik verilere dayanmayan ekonomik analiz yapılamaz. Buradan hareketle Marx’ın ekonomik analizlerde kendi zamanındaki ekonomik verileri yeterince kullanmadığını belirtiyor. Yazarın iddiasına göre kar oranının düşme eğilimi yanlış bir tespittir, 20. yüzyıl tarafından doğrulanmamıştır. Daha 250 sayfa kadar okudum, o bölüme gelmedim.

Kitapta en çok ilgimi çeken, Avrupa ülkelerindeki kapitalizmle ABD kapitalizmi arasındaki farklılık oldu. Avrupa ülkelerindeki sermaye yoğunlaşması ABD’den daha fazla… Nüfusun bu ülkede daha hızlı artması, toprak ve emlak fiyatlarının daha ucuz olması, geniş boş alanların hala bulunması ve tabii yasal olarak mevcut olmasa bile fiili olarak süren ırk ayrımcılığı… Gelir dağılımında renklere göre görülen büyük farklılık…

ABD dünyanın ileri kapitalist ülkelerinden birisi olmakla birlikte bu ülkede Avrupa ülkelerinde görülen kitle hareketleri olmadı demeyeceğim ama farklı olarak hayata geçti. 1960’lı yıllarda siyahların eşit haklar talebi büyük bir kitle hareketiyle gelişmişti.

Bu hareketin önde gelen militanları genellikle ABD ordusunda askerlik yapmış siyah erler ve subaylar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’dan dönen ABD ordusundaki siyahlar ülkede ırk ayrımının sürmesine hemen itiraz etmeye başlıyorlar. Bunların büyük bölümünün Nazi Almanyasını görmüş askerler olması da özellikle ilginç. Savaş bitmiş, bu askerler diyelim küçük bir kahvede oturuyorlar ve onlara beyaz bir garson hizmet ediyor!

“ABD’de böyle bir şey olamaz, burada nasıl oluyor?” diye hayretlere düşüyorlar ve ülkelerine döndüklerinde eşit haklar hareketinin militanları oluyorlar.

Savaş sonrasındaki Nazi Almanyasının ABD’de siyahların eşit haklar hareketine militan yetişmesine hizmet edeceği kimin aklına gelir?

Yazı çok fazla oraya buraya yayıldı, konu konuyu açıyor ve iyisi mi Almanya’da bir üniversitede kurulan “soykırım kürsüsü” ile konuyu kapatayım. Yahudi soykırımıyla ilgili kurulan kürsü bu alanla sınırlı kalmayacak ve büyüdükçe 20. yüzyıldaki diğer soykırımları da kapsayacaktır. 20. yüzyılın ilk soykırımı zamanın Almanyasının sömürgesi Namibya’da yaptığıdır. Almanya bunu daha yeni kabul etti. Ermeni soykırımı ikincisi oluyor. Almanya Ermeni soykırımındaki rolünü de kabul etti.

İngiliz ve Fransız yazar ve felsefecilerin bir bölümü “Almanların kendi geçmişleriyle hesaplaşabilmesi inanılmaz bir şey… Hayranlık verici… Kanlı sömürgecilik geçmişimizi biz daha doğru dürüst konuşamıyoruz” diyorlar.

Geçmişle ilgili eksikler var, zamanla tamamlanır veya tamamlanmaz, ayrı konu ama açıkça konuşup tartışabilmek o kanlı geçmişin bilince çıkarılabilmesi için olmazsa olmaz bir adımdır.

Bu adımların hepsinin temelinde Nazi geçmişiyle hesaplaşabilmek yatar.

Eksiktir, buna şüphe yok ama önemli adımlar atılmıştır.

Yakın gelecekte iki konuda yazacağım:

Birincisi; o yıllarda iki Alman devleti bulunduğu için Batı Almanya 68’inin Nazi geçmişle hesaplaşmadaki büyük rolüdür. Bu ülkenin 68’i bizde bilinmez ama çok önemlidir, toplumda önemli bir kültürel değişimin yolunu açmıştır.

İkincisi; Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) özel sermayeyi ortadan kaldırmış, anti faşizmi devletin merkezine yerleştirmiş sosyalist bir ülkeydi ve 1989 sonrasında görüldüğü gibi buradan az olmayan sayıda Nazi çıktı.

Şunu açıkça belirtmek gerekir: Nazi geçmişle hesaplaşma konusunda 68’i yaşayan Batı, DAC’den daha ileridedir. DAC’nin tarihe karışmasının ardından Naziler bu alanda bereketli bir zemin buldular. Bu nasıl olabilir? Bunlar sadece Alman değil, sosyalist Alman, ama böyle…

 

Bunu anlatmaya çalışacağım…