Şuanda 318 konuk çevrimiçi
BugünBugün1900
DünDün6244
Bu haftaBu hafta15868
Bu ayBu ay15868
ToplamToplam10484292
Öğrenmekte mekanın önemi... PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 30 Temmuz 2017 12:23


 

 

20-25 yıl kadar önce bugünkü gibi değildi, bilgiye ulaşmak ciddi olarak daha zordu. İnternetin yaygınlaşması bu zorluğu bir oranda ortadan kaldırdı ama yerine de öğrenilirken filtrelenmesi gereken bilgi kirliliğini de getirdi. Yine de bilgi edinmekte bulunduğunuz yer oldukça önemli oluyor.

Burada günlük bilgiden söz etmiyorum. Örnek verirsek; Diyarbakır’da ne olduğunu İstanbul, Adana, Paris ve Londra aynı anda öğrenebilir. Olayı ayrıntısı ise ya orada bulunan bir tanıdıkla kurulan iletişimle –cep telefonuyla hiç zor değildir- ya da benzer bir kişiyle internet üzerinden sağlanan bağlantıyla öğrenilebilir. Olayı herkes duyar ama olayın nasıl geliştiği, sonuçlandığı ya içinde bulunarak ya da bulunanlarla ilişkiye geçilerek öğrenilebilir.

Sözünü ettiğim bilgi, teorik bilgidir. Teorik bilginin edinilmesinde de bulunulan ortam son derece önemlidir. Ortamda bulunmak yetmez tabii, bu ortamın imkanlarını değerlendirebilmeniz gerekir ama şunu da unutmamak gerekir: imkanları değerlendirebilmeniz için önce bulunmaları gerekir.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve aynı yıl içinde Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin çözülerek ortadan kalkmasının ardından benzeri bir durum 1991’de SSCB’de de yaşandı.

Bırakın sosyalist olmayı dünyada ne olup bittiğiyle yakından ilgili herhangi bir insanın bile “Bu iş nasıl oldu?” diye düşünmemesi mümkün değildi. Bir konu üzerinde düşünmek istemekle o düşünmeyi gerçekleştirmek mümkün olmuyor. Düşünebilmek için önce gerekli bilgiye sahip olmanız gerekiyor. Gazetelerin yazdıklarını okuyarak bir yere varmak mümkün değildi. Doğru ve yeterli bilgiye sahip değilseniz düşünmenizin sonuçları da spekülatif olmaktan ileriye gitmez.

Almanya’da bulunmama, daha objektif haber veren gazeteleri okumama rağmen aynı durumdaydım. Sosyalist ülkelerde yaşanılan sonucun nasıl ortaya çıktığını anlayabilmek için bu ülkelerin tarihini bilmek gerekiyordu ama bilgim –aynı durumdaki çok kişi gibi- Stalin ile Troçki arasındaki tartışmalarla ya da 1920’li yılların ikinci yarısında sona eriyordu. Buradan 1995’e, Gorbaçov’un SBKP Genel sekreteri olduğu yıla atlıyorduk. Bu arada ne olmuştu, bilmiyorduk. “Gorbaçov geldi, böyle oldu” açıklamasının tutarsızlığını anlamak için ise bu tarihi bilmek gerekmiyordu.

Karşımızda bilmediğimiz büyük bir tarih bulunuyordu ve bunu nereden başlayarak ve nasıl öğrenmek gerekiyordu, hiç fikrim yoktu.

Konuyla ilgili olarak özellikle İngilizcede çok sayıda kitap yayınlanıyordu ama bunların önemli bölümü işe yaramazdı. Bilgiye dayanmayan akıl yürütmeler temelinde bu tarih anlaşılamazdı.

Elime geçen her şeyi okuyordum ama pek de ilerleme gösterebildiğimi söyleyemezdim. 1998’de üniversiteye başlamış ve hemen reel sosyalizmin tarihiyle ilgili bir dersi almıştım. Bu ders biraz kafamı açmıştı. Sosyalist ülkelerde komünist partisi kadrolarının ülkelerinin kapitalistleşmesindeki rolünü ilk kez anlamaya başlamıştım. Bu anlama henüz çok yetersizdi çünkü ben de klasik teorinin etkisindeydim. Bu teoriye göre kapitalizmin aşağıdan gelişmesi önemliydi ve bu gelişme belirli bir düzeye ulaşmadan bir ülkede kapitalist iktidarın kurulması mümkün olmazdı. Hatırlarsınız sosyalist ülkelerdeki küçük üreticiliğe yıllarca “kapitalizmi geliştirir” gerekçesiyle karşı çıkılmıştı ama reel sosyalist ülkelerin kapitalistleşmesinde tarımda ve tarım dışında küçük üreticilik ve hizmet sektörünün payı yok gibiydi.

Bu ülkelerde başka bir şey olmuştu ve bunu anlayabilmiş değildim.

Bir konuda kafam açıldı: reel sosyalist ülkelerin tarihini, özellikle de 1925-1995 arasındaki dönemi öğrenmeden bu ülkelerde ne olduğunu, sosyalizmden kapitalizme geçişin nasıl gerçekleştiğini anlayabilmek mümkün değildi.

Sosyalizmden kapitalizme geçiş kavramını bulmuştum ve yazdığımda büyük anlayışsızlıkla karşılanmıştı. Olsun, öğrenecek ve devam edecektim ama bunun nasıl yapılabileceğini bilmiyordum.

Bir sempozyum ve bir parti toplantısı kafamı biraz daha açtı.

Frankfurt’taki üniversitenin devlet teorisi profesörlerinden Joachim Hirsch emekli oluyordu ve bu amaçla katılımın serbest olduğu bir sempozyum düzenlenmişti. Buraya ODTÜ’den birkaç öğretim üyesi de katılıyordu. Konuşmalar İngilizceydi.

Söz alıp konuşurken “sosyalizmden kapitalizme geçiş” kavramını kullandım ve bu öğretim üyelerinden bir tanesi “böyle bir kavram olabilir mi?” diye hayretle sordu. Yüz ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla kendi sorusu kendisini de şaşırtmıştı. Öncesi reel sosyalist ve şimdiki de herkesin kabul ettiği gibi kapitalist ise, geçiş sosyalizmden kapitalizmedir. Gayet açık ama kafamız yılların “Çağımız kapitalizmden sosyalizme geçiş çağıdır” sözleriyle o kadar dolmuştu ki, kurtulmakta zorlanıyorduk.

Sempozyuma katılan ODTÜ’lü öğretim üyelerinden bir tanesi bana Almanya’da bulunduğum için şanslı olduğumu, sosyalist ülkelerin tarihi konusunda Almanca’da İngilizceden daha fazla kaynak bulunduğunu söyledi.

Bu belirlemeyi kafama yazdım, yazdım ama nereden başlayacaktım, bilmiyordum.

2000 yılından başlayarak Demokratik Sosyalizm Partisi’nin (PDS) Frankfurt il yönetiminde bulunuyordum. Partinin düzenlediği değişik seminerlere de katılıyordum. Bir akşam küçük bir toplantıda Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (DAC) beş yıllık planlamaları yapan grubun başkan yardımcısı Sigfried Wenzel’i dinledim ve adamın ne kadar broşürü varsa aldım. Şimdi yol açılmıştı…

Neden sosyalist ülkelerin tarihi konusunda Almanca daha zengindi çünkü en başta sosyalizmin vitrini sayılan, üretici güçlerin en fazla gelişmiş olduğu DAC vardı. Polonya, Macaristan, Çekoslovakya gibi ülkelerde de dönemle ilgili çok sayıda yapıt ya doğrudan Almanca yazılmış ya da hemen bu dile çevrilmişti. İngilizcede de önemli kitaplar vardı ama Almancada daha doğrudan ve ayrıntılı bilgi edinmek mümkündü.

DAC tarihini öğrenmeye başladığımda bunun aynı zamanda SSCB tarihini de önemli oranda öğrenmek demek olduğunu gördüm. DAC’de sosyalizmle ilgili hiçbir tartışma SSCB tarihinden ayrı düşünülemezdi. 2004 yılında DAC tarihini anlatan 1989 Berlin Duvarı kitabını yazdım, sonraki yıl yayınlandı. Kitapta ciddi oranda bilgi verdikten sonra çıkarsamalar yapıyordum ve herhalde bu nedenle bir dönem SBF’de yardımcı ders kitabı kabul edilmişti.

Normal olarak ilk önce SSCB tarihine bakılır ama bu konuda iki zorluk bulunuyordu:

Öncelikle İngilizcede bile bilimsel yapıt sayısı azdı. İkinci olarak ise, tarih bir yerde kopuyordu. Bu ülkede kapitalizme nasıl geçildi, anlayamıyordunuz.

DAC tarihinden sosyalist ekonominin yaşadığı büyük sıkıntıları –önceden asla düşünmediğimiz bir konuydu, sosyalizmde de kriz olabiliyordu- ve 1960’lı yıllarda reel sosyalist ülkelerde yaşanılan sosyalizmin geleceğiyle ilgili tartışmaları öğrendim. Bu özellikle ufuk açıcı oldu. Değişik insanlar daha 1960’lı yıllarda 1989’u görmüşler, uyarmışlar, mücadeleye girmişler ve kaybetmişlerdi.

Bunları öğrenmek için iyi İngilizce bildiğim için yıllarca geliştirmeyi ihmal ettiğim Almancamı da ilerletmem gerekiyordu.

Almanya’da olmasaydım DAC tarihinin önemini ve buradan genel sosyalist tarihe yönelmeyi nereden öğrenecektim?

Neden Almanca öğrenecektim ki ayrıca? İngilizcem iyiydi ve her şeye yeter sanıyordum.

Daha fazla öğrendikçe DAC tarihinin reel sosyalizm tarihinin incelenmesinde aydınlatıcı olduğunu ama önemli bir yönünün bulunmadığını da gördüm. Reel sosyalist ülkelerde burjuvazi tabandan gelişmemiş, komünist partisinin özellikle üst ve orta kademesinden çıkmıştı. DAC için böyle bir gelişme söz konusu değildi çünkü bu ülke Federal Almanya Cumhuriyeti’ne (FAC) katılmıştı. DAC’nin tarihi sosyalist dönemle sınırlıydı. Diğer sosyalist ülkelerin aksine sosyalizm öncesi ve sonrasında böyle bir ülke yoktu.

2005 yılında Frankfurt’taki üniversitede politik bilim bölümünü bitirirken çok zorlanacağımı bilmeme rağmen bela bir konuyu seçtim: Bulgaristan örneğinde sosyalist bir ülkede kapitalizme geçişin incelenmesi…

Altı ayda o berbat yazı Almancamla 80 sayfa yazdım ama –sonra dili düzelttirdim tabii- kafam allak bullak olmuştu. O kadar şey bilmeme rağmen böyle olmuştu.

Sosyalist ülkelerdeki komünist partileri tarafından yazılan tarihin “resmi tarih” kapsamına girmesi gerektiğini açıkça anladım. Mesela Bulgaristan’da hava kirliliği rakamları “devlet sırrı” gerekçesiyle yayınlanmıyordu. Reel sosyalizm çevreyi mahvetmişti ama gizleniyordu.

Sosyalist ekonominin büyük açıklarını ve bunları kapatmak için alınan dış borçları öğrendim. Bu dış borçlar da “devlet sırrı” olduğu için açıklanmamıştı. DAC’de parti genel sekreteri olan Honecker döneminde bankalardan borç bulunamayınca FAC’nin sağcı politikacılarından Strauss’un arabuluculuğuyla alınan yüksek krediler vardı. Bunların hepsi belgeleriyle yayınlanmıştı ve ben de bunları 1989 Berlin Duvarı’nda belirtmiştim.

Reel sosyalizmin ciddi iç sorunları vardı ve bunları çözememiş hatta yöneticiler genellikle bunları kabul bile etmemişlerdi. Sosyalist bir ekonomide kapitalist ekonomi benzeri krizler olmazdı ama buradan başka türlü kriz olmaz sonucunun çıkarılmaması gerekirdi.

Basit bir örnek verilirse: kapitalizmde her taraf mal ve hizmet doludur ama insanlarda bunu satın alabilecek para yoktur. Sosyalizmde ise tersidir; insanlarda para vardır ama bununla satın alınabilecek miktar ve kalitede mal ve hizmet yoktur. Bunun doğal sonucu karaborsadır denilebilir.

Yazının başına dönersek, mekan önemlidir. Hangi mekanın ne zaman ve nasıl önem kazanacağını bilemezsiniz ama en azından bulunduğunuz mekanın imkanlarını değerlendirmek konusunda yoğun çaba harcayabilirsiniz.

Reel sosyalizmin tarihi konusunda epeyce gelişme sağlandı sayılır. Sosyalistler olarak geriden geliyoruz ama yine de kafaların değişmeye başladığı konusunda göstergeler bulunuyor.

İş bununla bitmiyor. Çağdaş kapitalizmin gelişmesinde belirleyici olacak üç önemli ülke bulunuyor: Çin, Rusya ve Almanya. Son ülke ciddi şekilde değişiyor. Trump’un Almanya’ya sövmesinden bile bunu anlamak mümkün ama ciddi bilgiler var bu konuda…

Almanya, 1975 yılında Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nda belirttiğim eşitsiz ve dengesiz gelişme yasasındaki değişimi bir başka yönden somut olarak sergiliyor. Nasıldı bu yasa: görece geri bir kapitalist ülke sıçramalı bir gelişmeyle öndekilere yetişir ve dünyanın yeniden paylaşılması gündeme gelir. Bunun da yolu savaştır. Lenin’in Emperyalizm kitabındaki anlatım yaklaşık böyledir.

Yasayı iç bileşenlerine ayırırsak:

Geri ülke sıçramalı bir gelişme gösteriyor. Bu gelişme askeri alana da yansıyor, ordusu güçleniyor. Başka türlüsü mümkün değildir çünkü ancak kazanabileceğinizi düşündüğünüz bir savaşa girersiniz. Ekonomideki gelişme askeri güce yeterince yansımıyorsa, savaş çıkaramazsınız, kaybedeceğiniz baştan bellidir.

Almanya’nın 1945 sonrasındaki durumu da buna uygundur.

Dünya ihracat şampiyonudur, üretici güçlerde büyük gelişme göstermiştir ve göstermektedir. Geleceğin teknolojisi sayılan yenilenebilir enerji kaynaklarında önder role sahiptir. Askeri gücü ise hiç de buna uygun değildir. Almanya askeri olarak İngiltere ve Fransa’dan bile zayıftır.

Ekonomide neredeyse en önde ama askeri olarak hiç de öyle değildir. Trump da bu nedenle Almanya’nın askeri harcamalarını büyük oranda artırmasını istiyor. Kaynaklar başka alana gidince gelişme temposu hem yavaşlar ve hem de bu alanda ABD’ye yetişmek mümkün görünmüyor.

Emperyalizmin 1945 öncesi tarihinde böyle bir olgu yoktur: ekonomik olarak çok güçlü olan bir ülke askeri olarak hiç de böyle değildir.

Yazıyı daha fazla uzatmazsam iyi olacak…

 

Son Güncelleme: Pazar, 30 Temmuz 2017 16:10