Şuanda 210 konuk çevrimiçi
BugünBugün2145
DünDün6244
Bu haftaBu hafta16113
Bu ayBu ay16113
ToplamToplam10484537
Çalışmak ama bilerek... PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazartesi, 28 Ağustos 2017 17:22


Geçenlerde okuduğum bir araştırmaya göre Türkiye insanı dünya çapında çok çalışanlar arasına giriyormuş. Çalışkanlıklarıyla bilinen Almanlardan bile fazla çalışıyorlarmış.

Bu çalışkanlığın bir bölümünün “çalışırmış gibi yapmak” olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek… Türkiye ile aynı olması gerekmez ama benzer bir durumu sosyalist ülkelerde de yaşamıştım. Moskova’da yaşadığımı atlayıp Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ndekini (DAC)  ileteyim. DAC reel sosyalist ülkeler arasında üretici güçlerin en gelişmiş olduğu, “sosyalizmin vitrini” sayılan bir ülkeydi.

1980’li yılların ikinci yarısında o yıllarda ikiye ayrılmış olan Berlin’in Batı kesiminden 1979’de Selimiye Askeri Cezaevi’nden tanıştığımız Aydın Engin’in arabasıyla Frankfurt’a gidiyoruz. Gece yolda durup kahve içmek istedik. Girdiğimiz yerdeki bir kadın kasada iki kahve fişi yazıp yanındaki kadına verdi, o fişleri yırtarak iptal edip yanındakine verdi, o yanındaki iki kahve fincanı ve tabaklarını hazırladı, dördüncüsü de kahveyi doldurup bize verdi.

İkimiz de duruma hayretle bakıyoruz. Kahveleri içtik. Aydın, “Bunlar bize fincanları yıkatmadan gitsek iyi olacak” dedi. Gittik.

DAC’de işsizlik yoktu ve bu ülke emek üretkenliğinde Batı Almanya olarak bilinen Federal Almanya Cumhuriyeti’ni (FAC) geçmeyi hedefliyordu.

Bir kişinin işini dört kişi yaptığında işsizlik olmuyordu ama bu şekilde Batı’yı emek üretkenliğinde yakalamak ve geçmek de mümkün değildi.

Bu işin bir tarafı ama Türkiye’de başka bir yön daha bulunuyor: çok kişi çalışmasını bilmiyor. Çalışkan insanlar, çalışıyorlar ama enerjinin önemli bölümü boşa gidiyor.

Türkiye’den Almanya’da üniversitede okumaya gelen öğrencilerin birinci sorunu yabancı dil ise (ki normaldir, zamanla çözülebilir) ikinci büyük sorunu da Alman eğitim sistemidir.

Sistem çok şeyi öğrenciye bırakıyordu ve bizimkiler buna hiç alışmadıkları için ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Alman öğrenciler kendilerinden istenileni yerine getirmeyi lisede öğrendikleri için zorlandıklarında bile çözüm yolunu biliyorlardı.

Mesela herhangi bir konuda ödev yazılırken (15 sayfa kadar) konu nasıl sınırlandırılır? Bu sınırlandırılmış konuyla ilgili soru nasıl bulunur? Kaynaklar nasıl araştırılır ve bulunur?

Bunları kimse öğretmez, kendiniz yapmak zorundasınız.

Ek olarak bir de sizin düşünceniz sorulur ki Türkiye’den gelenlerin tümüyle yabancı oldukları bir konudur. Onların ne düşündüğünü soran hiç olmamış ki…

Diyelim ki Kant ile ilgili bir ders alıyorsunuz ve yaklaşık 20 sayfalık bir ev ödevi hazırlayacaksınız.

Konuyu sınırlandırmayı becerdiniz diyelim, mesela Kant’ta barış anlayışı ve bugüne yansıması gibi… Kaynakları da kütüphaneden buldunuz diyelim. Kant’ın görüşlerini ve bugüne yansımasını yazdınız ama sonunda sizin de ne düşündüğünüz isteniyor.

Çok zor bir soru!

“Kant’ın ne söylediğini merak edersem açar Kant’ı okurum, sen ne diyorsun, onu belirt!”

Kant’ı eleştirebilirsiniz de, kimse size “Sen kimsin de Kant’ı eleştiriyorsun” demez. Sadece eleştirinin temellendirilmiş olması gerekir.

Çalışmasını bilmek konusunda başka örnek vereyim:

Afrika’da sömürgecilik öncesi dönemde kölecilik konusunda ev ödevi hazırlayacaksınız diyelim. Yaklaşık 20 sayfa için konuyu sınırlandırdınız, uygun bir soru buldunuz, kaynakları da buldunuz diyelim. 30 kitaba referans vermeniz isteniyor aynı zamanda… 30 kitabı bulursunuz ama bunlar yaklaşık 6000 sayfa kadar tutar ve iki ayda bu kadar şey okunmaz. Bir kitabı baştan aşağıya okumadan konunuzla ilgili bölümü nasıl bulursunuz? Bunu yapabiliyorsanız okuyacağınız sayfa sayısı en fazla 600’dür.

Bunların hepsi hem tecrübe işidir hem de Almanya’daki lise öğreniminde önemli oranda vardır. Siz ise kendiniz öğrenmek zorundasınız. Türkiye’den gelmiş son derece çalışkan bir öğrenci bile iki ayda 6000 sayfayı –üstelik İngilizce- okuyamaz. Okudu diyelim, başka dersten ödevlerle uğraşamaz.

Çalışmak yetmiyor, çalışmasını bilmek gerekiyor. Çalışmasını bilmek, verimli çalışabilmek demektir ve öğrenilmesi hiç de kolay değildir. Belirli oranda önceki eğitimle öğrenilmiştir, bir oranda da tecrübeye dayanır.

Atatürk, “Türk milleti çalışkandır” demiş ama çalışmasını bilmeden çalışkandır ve bu durumda gerçekten çalışkan olanlarda bile enerji ve zamanın önemli bölümü boşuna harcanır.

Birkaç yıl önce adını hatırlamadığım bir Milli Eğitim Bakanı şöyle demişti: “Öğrencilere ortaokul ve lisede altı yıl İngilizce öğretiyoruz. Sonunda “How old are you?” (Kaç yaşındasın?) diye sorduğunuzda cevap vermekte zorlanıyorlar.

Eğitim sistemi bu işte!

Başka ne söylenebilir?