Şuanda 38 konuk çevrimiçi
BugünBugün1594
DünDün2340
Bu haftaBu hafta5916
Bu ayBu ay5916
ToplamToplam10474340
Dersim Dağları'nı okudum PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazartesi, 01 Temmuz 2024 23:01


Üç günde 760 sayfalık kitabı nasıl okudun diye soracaksınız, açıklayayım:

Kitapta beni ilgilendiren kır gerillası deneyiminin, insan ilişkilerinin, kitle ilişkilerinin anlatımıydı. Kitabın en az yarısı 1990’lı yıllarda TKP/ML içindeki tartışmalara, birleşip ayrılmalara, tasfiyelere ayrılmıştı; bunlar beni ilgilendirmediği için hızlı geçtim.

Gerilladaki insan ilişkileri, bölgedeki kitle ilişkileriyle ilgili anlatım ise ilk yüz sayfadan sonra kendini tekrarlamaya başladı. Arada isimler değişiyordu ama esas aynıydı. Bu da normaldir.

Gündüz başka kitap –Kore ile ilgili- okuyordum, Dersim Dağları’nı sadece geceleri okudum.

İlk yüz sayfayı okudum; sonrakileri bazen çok hızlı geçtim, bazı sayfalarda durakladım, yazarın örgütün politik tespitleriyle ilgili yönelimlerine dikkat ettim ve sonunda kitap bitti.

Kitaptan ne anladım:

Birincisi; kır gerillasına soğuk baktığım, bu konuda ezbere konuşanları ciddiye almadığım bilinir. Kır gerillasının esas kadrosunun bölge insanından oluşması gerektiğini düşünürdüm. Birinci gerilla bölgesi adı verilen alanda komutan olan Halil Gündoğan birinci elden kır gerilla savaşı hakkında ayrıntılı bilgi veriyor.

Düşüncelerim doğrulandı diyebilirim.

Mesela büyük kentte şehir gerillasında hiç de fena olmayan ben, o bölgeye gitsem bir şey yapamam. En başta kitleyle bağ kuramam. Hayatım boyunca bırakın köyü, kasabada ve küçük kentte bile yaşamadım. Hep büyük kentlerde yaşadım. Bunun insana getirdiği kültürel özellikler vardır. Mezralardaki insanlarla anlaşabileceğimi hiç sanmıyorum. Oturup kalkmamız bile farklıdır.

Üstelik ne Kürdüm ne de Aleviyim.

Hiçbir kültürel yakınlığımız bulunmuyor.

Benim gibiler silahlı mücadeleye girdiklerinde yerleri başka alandır.

Kırda başarılı olanlar da benim alanımda zor dikiş tuttururlar.

Yazarın önemli bir belirlemesine tümüyle katılıyorum: halk savaşının silahtan ibaret olmadığını, politik yönü güçlü olmasının yanı sıra ve sanat gibi başka alanlarda da yürütülmesi gerektiğini yazmış. Aynısı öncü savaşı için geçerliydi ama kime anlatıyorsun?

Eskiden beri söylemeye çalıştım: silahlı savaş gerçekte kültürel bir savaştır. Kültürel yönünüz güçlü değilse bunu yürütemezsiniz.

Örnek vereyim: 1977 ortalarında yakalanmama kadar zamanın kentlerdeki silahlı mücadele hareketi üzerinde açıkça hegemonyamız vardı. Bu durum sonraki yıl da sürdü, ardından zayıfladı. Bunu sürgün gittiğimiz Isparta hapishanesinde anladım. Isparta solun zayıf olduğu bir kentti ama yine de liselerde faşistlerle kavgalar oluyor ve gençler kısa süreliğine tutuklanıp yanımıza geliyordu. Ülkenin neresinde silahlı olarak ne yapılmışsa bizden biliyorlardı. Bu durum Isparta’ya özgü olmasa gerekti.

Gezdiğim 8 hapishanede adli mahkumla birlikte kaldığım her yerde soru aynıydı: Intercontinental eylemini anlat, nasıl yaptınız?

Bu duruma nasıl geldik diye şaşırdığımı söylemeliyim.

Çok iyi iki propaganda aracımız vardı: Hürriyet gazetesi ve Devrimci Yol. Bizi ülkenin her tarafına duyurdular. Hakkımızda iyi şeyler söylemiyorlardı ama önemli olan bu değildi. Herkes bizi biliyordu; ama kötü ama iyi olarak.

Belma sosyalist hareketin en tanınmış kişisiydi.

Bana anlattığına göre çok sayıda tanımadığı kadın ziyaretine gelirmiş. Bu nasıl biridir, gidip görelim diye…

Politikada ne yaptığınız kadar ne zaman yaptığınız da önemlidir. Doğru zamanı sezebilmek de öncelikle kültürel bir sorundur.

Mesela Türkiye Devriminin Acil Sorunları 1975’te değil de 1977’de yayınlansaydı, yarattığı etkiyi en az yarı yarıya kaybederdi.

İkincisi; yazar “parti çizgimiz netleşmelidir” derken önemli bir belirleme yapıyor. Mao’nun savaş anlayışının aynen kopyalanmasını doğru bulmuyor. Önemli bir belirlemedir; İbrahim Kaypakkaya’nın yarı feodal yapı tespitinin doğru dürüst bir araştırmaya dayanmadığını belirtiyor. 2010’lu yıllarda ülkeye yarı feodal demeyi komik bulduğunu da belirtiyor.

Yazar, Mao’daki gibi bir halk savaşı olmaz ama ne olabilir sorusunu cevapsız bırakıyor.

Böyle bile olsa yaptığı tespitler önemlidir.

Kitabın sonlarına doğru ordunun teknik gelişmesinden –ısıya duyarlı aletlerle hedef belirlemek- söz ediliyor. Yazar 1995’te tutuklanmış ve müebbet ceza almış. O teknik gelişme daha sonra oldukça ilerledi. Sadece kırlarda değil kentlerde de ilerledi.

Her teknik gelişmenin karşı önlemi vardır ama açık olan eskisi gibi devam etmenin mümkün olmadığıdır.

Yazarın en az 100 kişinin adını aklında tutabilmesine hayret ettiğimi belirtmeliyim.

Yazarın iyi özelliklerinden bir başkası da kişiler hakkında hüküm verirken acele etmemesi, bir deyimle gaza gelmemesidir. Birini ağır biçimde suçlayacaksanız güçlü kanıtlara sahip olmak zorundasınız. Mutlaka suçlanan kişiyi de dinlemeli ve savunmasına fırsat vermelisiniz.

Başka bir iyi özelliği, insan harcamamaya azami dikkat göstermesidir.

Mücadelenin şu veya bu aşamasında kişi artık devam edemeyeceğini hissedebilir. Burada yapılması gereken kişiyi dışlamak değil, durumuna uygun başka bir alanda örgüt çevresinde kalmasını sağlamaktır.

Bu iş gönüllülük işidir, zorlamayla yürümez.

Benden buraya kadar, diyebilen kişiyi tasfiye etmek yerine, başka bir alanda fırsat tanımak yerinde bir davranıştır.

Bu özelliğin silahlı mücadele içinde bulunmayan örgütlerin yöneticilerinde bile zor bulunan bir anlayış olduğunu belirtmek gerekir.

Yazarın doğru bulmadığım bir anlayışı ise, parti içindeki her önemli sorunu partideki sınıf mücadelesine bağlamasıdır.

Burjuvazi partiye elemanlarını sokmuş ve yükselmelerini de sağlamışsa, bu durum sınıf mücadelesinin parti içine yansımasıdır.

Unutmamak gerekir ki kişisel ihtiraslar, çekememezlikler, kifayetsiz muhterislikler de vardır. Bunlar insana özgü özelliklerdir ve her örgütte bu tiplerden bulunur.

 

Bunların yarattığı sorunlarla sınıf mücadelesinin ilgisi yoktur.